Dünyada hiçbir şey yoktur ki beni, durumu kötü olan bir insan kadar utandırsın. Bu hissi YılmazErdoğanlaşmadan tarif etmem mümkün mü, bilmiyorum.
Marketteyim diyelim, tencere-tavaların yanında uyduruk iç çamaşırı ve kıyafetlerin olduğu seksiyonda, kocaman bir sepetin içinde sudan ucuza spor ayakkabılar satılıyor. Paketsiz, kutusuz. Her numara bir arada. Çiftlenmemiş bile. Plastikten öylece kalıba dökülmüş gibi, sanki dokunsan bağcıkların da kalıba dahil olduğunu fark edeceksin. Ben o reyonun önünden geçerken, babam yaşında bir adam, yırtık pırtık fakat kendince temiz kıyafetinin içinde, o ayakkabıhavuzunun başında kendine ayakkabı bakıyor diyelim. Bu görüntü, kafamda evrile çevrile binbir kere oynatılacak ve her oynatılmasında bana baştan ayağa aynı utancı yaşatacak bir görüntü. Hemen kendimden ve sahip olduklarımdan fütursuzca utandığım, onları iyi yönetemediğim için, daha iyisini yapamadığım için kendime uyuz olduğum anlardan bir tanesi. İşin en fena tarafı, karşımda duran ve bunca wild mood swinglerine yol açan şahsın, bunlardan bihaber kendi derdinde olması. Bonus utanç. Adam orada gocunmadan, gayet neredeyse neşe içinde aranıyor işte, onun için farketmiyor, SANA NE? Ama yok işte. Bilmeyenleriniz vardir; tek çocuk olunca böyle buluttan nem kapılınır, dünya kurtarılamıyor diye üzülünür. Her şey seninle ilgilidir çünkü.
Benzer bir utancı televizyonda gördüğüm bir olayla ilgili de yaşamıştım.
Bir dönem Filiz Akın'ın, sonra da hatırlamıyorum kimin sunduğu bir yarışma vardı. Aslında teknik anlamda kimse kimseyle yarışmıyordu. Her hafta durumu olmayan, fakirce bir kadının hikayesi ekrana geliyor, bu kadına gereken tüm plastik cerrahi operasyonları bedavadan yaptırılıyor, layposundan silikonuna, raynoplastiden gerdirmeye, makyajıdır, saçının boyasıdır her şeyiyle ilgileniliyordu. Sonra ablanın iyileşme sürecine tanıklık ediyorduk, bu sürede ailesinden hep uzakta oluyordu ki programın sonunda süprik olsun. Ailesinden bazen haftalarca ayrı kalan ablalar, bu sırada kaydedilen telefon görüşmeleri sayesinde çoluk-çocuklarından ve kocalarından haber alıyorlardı.
Bu ablalardan bir tanesini gecekondudan çekip çıkardılar. Tıpkı bir deney faresi gibi psikolojisini düşünmeksizin önlerine koyup, sağını, solunu, saçını, başını, gagavan burnunu, dökülmüş dişlerini, sarkmış gögüs ve kalçasını yaptırdılar. Ablanın konuşacak kıvama gelip de evi aradığı esnada ise kayıt cihazı devredeydi, konuşmayı dinledik.
Telefonu eşi açtı. Arkadan ailenin 3-5 çocuğunun boğuşarak, fakir çocuk oyunları oynama sesleri geliyordu. Bangır bangır bu ortama, adamın içli sesi de eklenirken evlerinin profili izleyicinin gözünde canlanıyordu. Şahsen ben o evin yama yama halısını, tek çekyattan ibaret salonunu görmüş kadar oluyordum. Kadın, gözyaşlarına boğulmuş vaziyette, büyük oğlunu telefona istedi. Oğlan, az evvelki oyununun bölünmesinden dolayı donuk bir sesle, çocuksu telaşı içinde "naber anne? napıyon?" deyip konuşma sırasını savdı bir kaç kez. Anne, "oğlum, nasılsın, iyi misin" artı bir milyon gözyaşı sayıklayadurdu. Konuşma bu durağanlıkta sürerken, oğlan günlük hayatından kesitlerle ("biz de maç yapıyoz, babam çağırdı geldim, sen nasılsın, ne zaman gelcen?") annesini aydınlatıyordu. Olsun, annesi yine de konuşabildiklerine mutluydu. Sonra oğlan durdu, "anne, markette sporayakkabı gördüm, alabilir miyim?" dedi. O an, tıpkı şu anda olduğum gibi yerin dibine girmek istedim. Anne, bizim için bir bardak su kadar somutlaşmış fakirliğinden refleks olarak utanıp, lafı geçiştirmeye çalıştı. "Bakarız oğlum, alırız, ederiz". Ama oğlan, muhatap bulmuşken izin koparmanın ve futbol maçına giyeceğini söylediği ayakkabıları almanın derdine düşmüştü bir kere. "Ha anne, alabilir miyim? 5 milyon."
Belki 2 milyondu. Epey düşük olduğunu, beni yerin dibine beş milyon kere soktuğunu çok net hatırlıyorum. O anne için 5 ya da 2 milyon belli ki çok önemli bir paraydı. O zaman da Adidas bir spor ayakkabı kafadan 125 milyon falandı diyeyim, siz oranlayın. Sonra anne konuşmanın bir yerinde yorgunluk ve mutsuzlukla karışık bir "tamam oğlum" çekti. Tam vurguyu yapamıyorum, çok isterdim halbuki. O paranın kıymetini tam da anlayamayan, marketteki çiftlenmeden satılan o bir kaç milyonluk ayakkabının sevincine kapılmış o çocuğa karşı teslim oluş, pes ediş. Hemen kendimi mahçup hissettim. Böyle anlarda olabildiğince basitleşir, "bi daha annemi hiç üzmiycem, bi daha hiç şımarıklık yapmıycam, bi daha hiç ihtiyacım olmayan şeye para vermiycem ve her dakika şükredicem" 5 yaş çıtasına kadar düşerim.
Kıssadan hisse: Çok şanslıyız, hayat ne güzel. ŞAKA ŞAKA. Kıssadan hisse şu: Bazen kendime illet oluyorum. Başkaları benden şanssız olduğu zaman, onları düzeltememek, kalbimi kırıyor. Sanki Sabancı'nın kızı mısın, senkendininesandın? Bir şey sanmadım ya, kendine kendime de üzülemez miyim? İzin mi alıcam?
Aynı programın bir başka bölümünde Kadıköy-Pendik minibüs hattında şoför olan arkadaşlarıyla Şöfor Nebahat takılan, Janset benzeri bir ablayı modifiye etmişlerdi. Onu da çok net hatırlıyorum. Bu Janset benzeri kızın minibüs şöforü bir platonik aşkı vardı. Aynı zamanda kızın abisinin arkadaşı da olan bu minibüsçü delikanlı, kızın erkeksi tavırlarını da bahane ederek aşktan kaçıyordu. Kız, programa sadece onu etkilemek amacıyla katıldığını söyleyip durdu, sonunda da süprikli aile buluşmasına bu delikanlı da çağırıldı. Tabii ki, Türk Örf ve Aile Yapısı sebebiyle, delikanlı tüm modifikasyona rağmen kızı istemedi ve bir araya gelemediler. Yine de aradan iki-üç sene geçtikten sonra, beynimin sütlaca bağladığı bir sınav çıkışı ben bu ablayı bir başka minibüsçünün muavin koltuğunda gördüm. Bir yandan "allahım, ben bu kızı tanıyorum, hayvan gibi eminim", diğer yandan "hangi sosyal ortamda kesişicez ki böylesiyle yahu" diyerek, kızı süzmelere doyamadığım onuncu dakikada farkettim ki Janset'e benzeyen ablanın tam arkasında oturuyorum. Programda özenle şekillendirilmiş saçları, lastik tokayla arkadan özensizce toplanmış, estetikli burnu belli ki ona çok da bir şey katmamıştı. Sadece o gece giyebildiği süslü kıyafeti olmadan, kız hala Şöfor Nebahat, hala erkeksiydi ama benim açımdan daha üzücü bir görüntüydü. Sen tut Atv'nin primetimeına bir günlük damganı vur, sonra yine minibüste muavin koltuğunda kimbilir ne arızalardan dolayı jiletlediğin kolunla günde yüzlerce kez para üstü uzat. Ya. Böyleyken böyle. Anlaşıldığı üzre, ameliyatlar ve tüm o şişirme-kaldırma-gerdirmelerden sonra bu insanların tekrar kendi çöplüklerine dönmesi program yapımcılarının hiç de fifisinde değildi. Belli ki o ablalar, o hafta yıkanana kadar fönlü durabilecek, sadece o ay dipleri çıkmadan boyalı durabilecek saçları, en fazla birkaç ay bakılası güzellikte kalacak şekillendirilmiş vücutlarıyla fakirlik onları yine soldurana dek ışıldayacak, sonra da bunu da hayatlarının tümünü geçirdikleri fakirliklerinin gölgesinde unutup gideceklerdi. Bu kadınlara iyilik mi ettiler, kötülük mü, hiç emin olamadım.
Bugün bayramın ilk günüydü ve evimde olsaydım eminim cinnet geçirirdim. Her sene bayramın ilk günü verdiğimiz kahvaltıda ailenin her kolundan insanlarla bir araya gelinir ve içmeyenin bile üstünü kokutacak kadar sigara içilir ve utanılacak kadar her şeyden yenir. Ve o gürültü ve ayak altında gezip duran kedim ve bir takım zorunlu aile muhabbetleri bazen beni çok yorar. Yine de bugün ailemin yanında olmayı ve cinnet geçirmeyi burada uzak olmaya yeğlerdim. Yine de çok emin değilim. Böyle de kaypağım.
Evet, bugün hazır bayramken benim de bademciklerim senelik izinlerini kullanmaya karar verip tüm güçleriyle şiştiler. Çalışmayı, yutkununca ağrımamayı reddettiler. Stockholm'de hava sıfıra yakın seyrediyor diye tahmin ediyorum, GoogleDesktop'la kapıştık ve 10 dereceyi göstermesine bile itibar etmiyorum. İki fanila, bir sweatshirt ve iki hırkayla, atkıyla kartopu gibi yuvarlanarak odadan odaya geçiyorum. Acı çekiyorum, haberiniz olsun.