25 Mart 2012 Pazar

23 Mart 2012 Cuma

Yıldız Tilbe'yle aktarmasız Washington

Mayıs'taki İsveç gezimiz için (böyle ciddi bloglar var, oturup nedensellik bağının düğümlerini çöze çöze, okuyucuya hiç da fifisinde olmayan bilgileri duru bir Türkçe kullanarak anlatıyor ya. Emekli öğretmen blogu gibi çok afedersün) (buradan annem dahil tüm emekli öğretmenlerimizi tenzih ediyorum, böylece kastettiğim grubu boş küme haline getirdim ve kendimle çelişmekteyim) (bak bu da bir amele ağzı. Çelişiyorum, demiyor da hanzo, "çelişmekteyim", "üzülmekteyim", "gelmekteyim", "görmekteyim" diye kendine uzaktan mı bakıyor, ne yapıyorsa artık) vizeye başvurmamız icap ediyordu, başvurulacak kurum (İsveç Büyükelçiliği) da taa Washington'daydı. O vesileyle geçen Perşembe mini bir bavul toplayıp haftasonunu geçirmek üzere Washington'a gittik.
Bunların tümünden önce, henüz İsveç'te yaşar iken günlerden 24 Haziran 2009 günü bu bloga çok sevdiğim Yıldız Tilbe'yle ilgili "Arıza gönüllerin kraliçesi: Yıldız Tilbe" başlıklı bir yazı yazdım. Bu yazıyı birileri görüp, Ekşisözlük'te link verdi, o linki seneler sonra Boston'da yaşayan bir Senem okudu ve blogun son günlerine baktığında Boston'a taşındığımı öğrenerek bana geçtiğimiz yaz bir mail attı. Fakat şanssızlık işte, ben o maili aldığımda İstanbul'daydım. İşsizlikten bunalmış, kuzen düğünü vesilesiyle yarı açık cezaevi Boston'dan kaçmış, kendimi annemin kucağına atmıştım. Maile çok şaşırdım, hem de sevindim. Arada bir blogdan beni görüp tanıyan birilerinden böyle sürprizli mail alırım. Hele Tipoftheday'e iletişim bilgisi yazdığımdan beri daha da sık oluyor bu durum, fakat Senem'inki öyle değil. Senem doğrudan Elmoşdiyorki'den beni bulmuş. Yani icabında alayına gittiğimi, kafamı ne kadar eften püften iş varsa onlara bir bir taktığımı, ilk fırsatta sağa sola veryansın ettiğimi iyi biliyor. Tipoftheday'in mümkün mertebe benden arınmış steril bir takım yazılarına kanıp, beni bambaşka biri falan sanmıyor. İyisiyle kötüsüyle, hastalıkta sağlıkta beni sevmiş ki zahmet edip yazmış.

Konuya dönersek; Türkiye'den Boston'a döndüğümde Senem ve eşi Erhan'la tanış olduk, bir akşam yemek yedik. Bir de öğrendik ki Washington'a taşınıyorlarmış, Boston'da günleri sayılıymış. Tam da Boston'da insan gibi insan bulduğumuz için sevinirken içimizde yeşeren umutlar soldu. Kendilerine belli etmedik, mümkün mertebe vakur durduk ama birkaç hafta içerisinde çok üzülerek onları Washington'a uğurladık.

Haa, şimdi geldik mi Washington'a geri? Daha doğrusu henüz Washington hava sahasına girmediğimiz bir anda, iş çıkışı koştur koştur yetiştiğimiz uçaktayken, hormonlu bir erken-haftasonu tatili neşesiyle hostesten istediğim birayı içemeden olduğu gibi üstüme döktüm, böylece eteğimle hırkam mahvoldu. Uçak indiğinde tuvalette üstümü başımı değiştirmek zorunda kaldığım için işler uzadı. İşler uzadıkça binmemiz icap eden ve sadece belli saatlerde kalkan bir otobüsü kaçırdık. Dolayısıyla kulağımızı tersten gösterip saçmasapan bir köşesinden Washington'a epey geç bir saatte vardık. Neyse ki şehre epey uzak otursalar da Senem ve Erhan bizi makul bir metro durağından aldılar, cennet yuvalarına götürdüler. Sonraki günlerde de bir güzel gezdirdiler. Elçilikle randevumuz olan o ılık ve yağmurlu günde bile ayağımız yettiğince Washington'ı arşınladık, meşhur bir Akdeniz restoranında kaşla göz arasında İspanyol şefin elinden hünkârbeğendi bile yedik. Sonuç itibariyle; Stockholm'ü Washington'la çok fena aldattım. 2008 baharında Stockholm'e aşık olmuştum, bu aşk Boston'a taşınmamız sonrasında bile bir türlü küllenmemişti. Fakat, kader işte, geçen haftasonu İsveç'le vuslatımız için gittiğimiz Washington'a delice aşık oldum, ve her buluşmamızda onun evlenmek istediğim şehir olduğuna iyice inandım.

Ben size söyleyeyim, bir seneye kalmadan düğünü yaparız.

Rica ediyorum beni her gittiği yerde sadece bina fotoğrafı çeken biri olarak görmeyin. Çektiğim yüzlerce fotoğraf ayrı ayrı hüsran oldu, anca binaları çektiğim fotoğraflar gerçekteki güzelliğin yanından az da olsa geçiyor. Diğerleri hepten soluk kalıyor aslının yanında.

Bu da Washington kadrosu, fotoğraflarını koymasam olmaz.

Yukarıdan aşağıya sırayla: Senem, Erhan, Serhan (ve kedi Rosa), Elmoş.

Ya, işte böyle Yıldızcığım, şarkılarının fonunda nice aşıklar barıştı, nice ayrılıklar yürek dağladı, şimdi de sayende Washington'a davullu zurnalı düğün edeceğim. Baharda açmış kiraz çiçekleriyle bembeyaz, kar beyaz, etekleri de uçuk pembe elbisesinin beline altın kemer takacağım, kollarına Trabzon burma. Konukların kumaş peçetelerine terini silerek türkü okuyan bir de adam çıkaracağım düğünümüzde sahneye.

Şaka şaka, Washington'a düğünlerin en sosyetiği, hemen ertesi günü de Santorini'de balayı. Bak, şuraya yazıyorum.

22 Mart 2012 Perşembe

Aşk olsun

Ortaokulda ve lisede sabah okula giderken, gün içerisinde güneşin açıp, ortalığın iyiden iyiye ısınacağını biliyorsak incecik giyinirdik. Apartman önünde servis beklediğimiz veya okula doğru yürüdüğümüz sırada saat henüz erken diye ısınmamış hava ilk başta hafifçe ürpertirdi insanı. Lisenin gri etekle beraber üniforma olarak seçtiği çiş sarısı gömlekler serinlikle birleşip, ıslanmış gibi üşütürdü kollarımızı her değdiğinde. Ama ince giyinmenin havası bambaşkadır yine de; sokakta ayaza karşı ince de olsa bir ceket, trençkot giymişlere yukarıdan baktırır. Bir övünme vardır; "Sıcak olacağını öngörebildiğim için şimdiden kendi iyiliğimi, terlememem gerektiğini düşünüp incecik giyindim, ya siz?" der gibi afra tafra kestirir.

Bir de bu durumun tam tersi vardır, ki lüzumsuzca tedbirli bir annenin çocuğu olarak liseye gelene kadar maalesef onu tecrübe ettim: Her zaman herkesten daha çok giyinen insan olmak. Bacaklardan ter süzülecek kadar sıcakken, külotlu çorap giymek. Bir tek gömlek yeterliyken, üstte fazladan süveter. Ayakkabı doğrudan külotlu çorapla giyilemiyor diye, arada bir kat da soket çorap. Belki bir de ince ceket. Şimdi evden çıkma anını ileri sarıp, okuldan çıkma anına gelelim ve ellerime kollarıma şöyle bir bakalım: Onca yük, ter, kan, bir de omuzda koca çanta. Ne acı, değil mi? Şu tabloya bakarken bile gözlerim yanıyor. Üstelik bugün seneler sonra bu durumu tekrar, en acı haliyle, bizzat yaşadım. Ve gördüm ki Amerika'da her kızın dolabında kuş sesiyle aktive olan çiçekli mi çiçekli, efil efil bir elbiseler ve palet ayakları için parmak arası terlikler var. Ve havanın otuz dereceye vurduğu böyle bir günde, hastalıktan sümüklerim burnumdan gözyaşı akışkanlığında süzülüp duruyorken, aldığım ilaçlar yüzünden olduğu sinüslerime sıkıştıkları zaman da doğrudan gözümden gözyaşı olarak akıyorken, külotlu çorabım, ince trençkotum ve hastalık sebebiyle iki gündür yıkanmamış saçlarımla bana, çiçekli elbiseli, pörtlek gözlü Amerikan kızlarını, onların o çorapsız, özgür bacaklarını ve şampuan kokan ıslak saçlarının dalgalanışını seyretmek düşüyor.

8 Mart 2012 Perşembe

T


Sabah dalgın gözlerle ne gördüğümüzün ayrımına varmaksızın, sürüklenerek, gelen vasıtaya önce binmek için itişerek (önce binip ofise önceden varıp ne yapacaksın, hıyar - herhalde erken gidersem erken çilem dolar diye düşünüyor adamcağız), otobüslerde ve trenlerde ayakta ve oturarak, ya da ne ayakta ne de oturarak, adeta tek vücut olmuş, hep beraber ve koskocamanca işe giderken istasyonlarda içinden geçtiğim bağlantı noktaları var; ilk trenle ikincisi ve sonra da otobüsün arasında. Bu bağlantı koridorında yürürken sağa sola daha da dikkatle bakınsam, hayhuy esnasında farkına varamadığımız capcanlı bir hayatın ipuçlarını göreceğim sanarım. Bizimkine değmeyen asıl yaşanası hayat, ele verecek kendini kıyıdan köşeden. Azıcık çabalasam, küçük bir kapının arkasında büyük serüvenler keşfedeceğim falan. Veyahut insana inanılmaz ilham veren, insanda sanki bir şey başarmış gibi bir doygunluk ve hatta taşkınlık yaratan sanat eserlerine konu olacak cins bir şeyi karşımda bulacağım. Büyük bir yazarın sayfalarca tasvir edeceği olağanüstü bir detay, filmi izledikten sonra günlerce etkisinden kurtulamadığım bir sahne, gözlerimi alamayacağım bir fotoğraf karesi, daha neler neler. Ee, burası Amerika, değil mi ya? İlla yanarlı dönerli bir şey oluyor. İşte Pazartesi günü böyle neredeyse-enteresan bir şey gördüm. Bu iki fotoğrafın tam arasındaki bir noktada. Fotoğrafları çok önceden, başka niyetle çekip fotobloga koymuştum, bu vesileyle buraya da yerleştirmiş olayım.


Pazartesi sabahı şu hemen üstteki fotoğrafta görülen perona doğru merdivenleri çıkarken, telefonun çaldığını duydum. Kendi telefonum sandım başta; insanın düşünmeden düşündüğü düşünceler oluyor ya. Halbuki telefon kulaklıkla kulağıma bağlı, sabah sabah beynimi iyice ütüleyen, kırışığını tümden açacak şarkılardan bir liste yapmışım. Eh, telefon hem şarkıyı dinletip, hem nasıl çalacak? Laf işte bendeki de. Üstelik telefon birkaç kere çalıp susmuyor da, durmayacak gibi ısrarla, "siz daha umursamayın, er geç bakacaksınız benden yana" der gibi.

Başta duymazdan geldim. Müziğe tutunuyorum, önümdeki satırlara ilişmeye çalışıyorum, ama bana mısın demiyor. Sonra dönüp etrafıma öfkeli bakışlar atmaya başladım. Böyle toplumsal mini tepki(ş)ler oluyor ya hani. "Efendim, bu ne münasebetsizlik! Her kiminkiyse baksa ya telefonuna!" dermişçesine. Yazılı olmayan toplum kurallarına uymayanlara karşı, içe dönük çıkışmalar. Tabii bunu tek yapan ben de değilim, birkaç kişi boynumuzu sağa sola abartılı hareketlerle çevirerek horozlanıyoruz sessiz sessiz. Derken bir de baktım, zırıltının kaynağı duvardaki bir ankesörlü telefon. Memnuniyetle, neredeyse ağzının bir tarafına birikmiş gülümsemesiyle, sırnaşık sırnaşık çalmayı sürdürüyor. Çevresindeki yüzlerce insanın hiçbirine yöneltilmemiş, kimsenin üstüne alınmadığı bir arama. Çalan, ama kalabalığa rağmen hiç açılmayacak bir telefon. "Açsam, neler neler olacaktı kimbilir" diye düşün dur şimdi. Filmler izliyoruz ya, belki onlar da böyle tuzaklara düşen başka insanların gerçek hayatıdır. Biz televizyonda, beyaz perdede görünce film icabı sanıyoruz kim bilir?

Aman, yok, kimse bilmesin. Her şey böyle gizemli kalsın.

4 Mart 2012 Pazar

Kahve altı ve üstü


Bu blogu takip eden liseden bir arkadaşım, ortaokulda ona yazdığım çokbilmiş yıllık yazısını hatırlatmıştı bir seferinde (kötü niyeti olmaksızın – belli ki o çokbilmiş davrandığımı düşünmüyor, yazdıklarıma samimiyetle saygı duyuyor); "kelimelerin anlamını yitirdiği yer" diye başlayıp adeta yokuş aşağı yuvarlanan kolay bir edebiyatın ardından, ne haddimeyse, "ustaca yaşamak" diye söze devam etmişim. Aynen böyle, tırnak içinde: "Ustaca yaşamak". Tek tesellim, bir yerlerden alıntı yaptığım ve onu belli etmek için tırnağa yerleştirdiğim. Öbür türlü zaman makinası icat edilir edilmez kendimin o yaştaki halini acımasızca, tekme tokat dövmek isteyebilirim. Veyahut kim bilir, istemeyedebilirim. O yapış yapış, yağlı ve içliköfte cümleler tamamen ergenlikten kaynaklanıyor diye suçu üstümden hop diye atabilirim. Sonuçta otuz yaşındayım ve hala ustaca yaşamıyorum. Ya zaman genleşiyor, hedefler imkansızlaşıyor önümde, ya da sıcak suda yıkamışım gibi bir karış bebek kıyafeti boyunda çıkıyor çamaşır sepetinden.

Bazen güne uyanıyorum, benzersiz bir neşeyle etrafımı süzüp "Bugün bir şeyler değişik olacak" diyorum. Çoğunlukla bu his yüzümü bile yıkamadan, mantık hatalarıyla ilmek ilmek dokunmuş rüyalarım gibi gündüz ışığında eriyip gidiyor. Ya da kahvaltının ardından gelen rehavetle dudaklarımı büzerek Türk kahvemi içerken sabah sisi gibi er geç dağılıyor.

3 Mart 2012 Cumartesi

(M)adamlar yazıyor!

19 Şubat tarihinde bir arkadaşıma yazdığım mailden:

(...) balkonda oturmuşuz. Güneş henüz batmamış, ama bize vurmadığı için mavi bir tül örtmüşsün gibi görünüyor kuş bakışı tüm bahçe.
İki gün önce okuduğum kitaptan:

(...) fakat güzelliklerinden hiçbir şey kaybetmediler, hatta üzerlerine açık mavi bir tül atılmış gibi daha tatlı, daha mahrem bir hüviyet aldılar.

Demek azıcık dürtsem, bu gemi bir yerlere gidecek. Vuup vuup.
 


1 Mart 2012 Perşembe

Hayatta hiçbir zaman kendimden memnun olmadım, ve bunun en güzel huyum olduğunu düşünüyorum. Bahsettiğim şey, kendini sevmezlik değil. Sonradan, başka insanlarla kıyaslayıp kendine burun kıvırmak değil. Kendi içimdeki bir dövüş, benden başka kimseyle alakalı değil. Sanki en baştan elime bir harita tutuşturulmuş; nereye varabileceğimi bildiğim için, onun hevesiyle, ne kadar kadar koşsam az geliyor. Her an kendimin bir sonraki versiyonuna öyle bir iştah duyuyorum ki, yerimde durduğumda, yerimde durduğumdan utanıyorum.