28 Eylül 2010 Salı

Atam, hüzündeyiz.

26 saat sonra gidiyor oluşumun hatrına, hazır laf açılmış, ucundan konuya girilmişken biraz daha "gidiyorum, bütün aşklar yüreğimde" bandıralım mı? Halbuki yerli yerimde duracak olsam, eşyalarım neredeyse birbirinin içine montelenmiş vaziyette her renk ve boy valizlerde bambaşka dolaplara varmayı bekliyor olmasalar, neler neler anlatacaktım. Whitest Boy Alive konseri anlatacaktım mesela. Konserden ziyade, hareketli şarkılarının heyecanıyla hop hop zıplarken, azıcık zıpladığıma bile büyük utandığımı anlatacaktım. Eşek yaşıma gelip de hala hop hop diye zıplayarak hüzne gülüp geçmenin utancı, arkadaşlarla denizde şakalaşırken yandan gelip sinsice patlayan ani bir dalga gibi yüzümü dövdü. Saçın düzensiz tutamlar halinde yüzüne yapışır, ağız ve burnundan aynı anda su yutarsın ya... Tuzlu sudan genzin acı acılaşır, diğer yandan yüzecek nefes, hem de derman kalmamıştır. Aynen öyle. İkinci-üçüncü şarkıdan sonra sırtım kamburlaştı bu yüzden, yüreciğim ağır çekti de sakinleyip soluklandım. Sevilen insanların konserleri bir yaşam kaynağıdır halbuki. Nefessiz yolculuk edilen, tüpsüz dalış yapılmış kalabalık bir otobüste birinin uzanıp açtığı daracık bir camdır. En azından o var diye sevinmektir. O cam da olmayabilirdi ve şu an üzerime ince bir çizgi halinde ilerleyen temiz hava (en azından dışarıdan gelmenin hatrı olduğundan temiz denebilecek hava) olduğu yerde kalabilirdi. Halbuki kaderinde çoğusu nikotinin iziyle Rorschach testine çevrilmiş ciğerlere dolmak varmış. Ne yapalım.

Bu konserde de hissettim: En ön sırada olmaktan giderek çekiniyorum. Yakından görsem daha güzel dinleyeceğim sanki diye sahneye yaklaştıkça ihtimali doğan o tek taraflı sözde göz kontağından başta, çekiniyorum. Çalarken spotların kör ettiği gözlerle yarım yamalak seyircilere baktığında bir sanatçı, sanki gerçekten ciğerimi okuyormuş gibi panikliyorum. Film festivaline Alain Delon gelecek dediler bir sene, vakti gelmediği halde saç boyamı bile erkenden yaptırmıştım hatrına. Alain Delon, renk açıcılar yüzünden zehir kokan taze saç boyama, o düğün pastası gibi kat kat inen fırfırlı eteğime mi bakacaktı sanki... Zaten gelmedi. Yaşlılığın yol açtığı bir bunalıma girmiş diye reddetti katılmayı son dakikada. Sevin Okyay bile yazdığı "varsın kulisine sokmasınlar, Delon'u kapı aralığından görsem yeter" köşe yazısıyla açıkta kaldı. Konuğun şerefine açılış filmi de Delon'dandı elbette. Bir türlü açılmıyordu da lanet; bir takım zor durumdaki Yahudiler, kalkmak bilmeyen acılı ruhlarına ve cılız bedenlerine servislik eden bir buharlı tren, sis, kar... Ne ararsan var. İyi ki gelmemiş Delon, belki hangi filmi olduğunu hatırlayıp ondan gelmemişti. Bizi uyaran yoktu, gidip görecektik işte her halükarda. Gazap üzümlerini her halükarda tadacaktık.

Burada az ve öz, hayatta hep görmek istediğim grupların fevkalade güzel konserlerine gittim. Whitest Boy Alive'ınki de veda konserimdi işte. Stockholm'ün en güzel yerlerinden bir tanesinde, Strand'da gerçekleşti. Belki bir ara, voltajımın yükselip düşmesi esnasında ampulleri patlatmadığım bir ara, daha detaylı anlatırım. Şimdi, rica ediyorum, yine dertlenmeye, sızlanmaya devam edelim:

Yarın sabah iki buçukta üst üste alt alta bir uçağa binip İstanbul'a dönmek gözümde şimdilik ve hala güzel görünmüyor. Umarım çok geç olmadan güzel görünür. Neyse ki uçakta yemek veriyorlar. Ondan, sürprizli şeylere düşkünlüğümden, uçakta gözüme uyku da girmez şimdi, iyi mi? Küçük folyo tabaklarda turuncu yağ iziyle sabah 2.30'da patlıcan oturtma vermeyeceklerini tahmin ediyorum. Kahvaltı versinler, şöyle sıcak ve yumuşacık ekmekli falan. Minicik kutularda tereyağı ve labne. Labne değil, Pınar Beyaz. Bir tanesinde bal, diğerinde de reçel. Plastik bardağa yarım doldurulmuş çay. Gibi bir şey. Kek de versinler, tamamım. Ondan sonra camdan dışarı bakmaya devam edelim. Pilot beyler, lütfen, üzülmeye tam gaz devam. Uçak ne kadar hızla uçuyorsa artık, saatte kaç kilometreyle, işte o hızda varalım. Acelemiz var.

Düşününce, hiç sevmediğimden değil, kimse yanlış anlayıp kırılmasın. İstanbul'u zaten sevdiğimden ama artık öyle sevmediğimden. Arkadaş olabiliriz de, sevgilim olamaz. Öyle diyim. O nevrotik halleri falan, bana biraz çekilmez geliyor. Gençken güzel diye bir kere vuruluyor insan, ama yaş kemale erince insan sakinlik bekliyor bir şehirden. Huzur bekliyor. Naz etmesin, gelsin uzansın istiyor. Ağzı sigara kokmasın, tırnaklarının kenarlarını ön dişleriyle parçalayıp durmasın. Dudaklarını kemirip kabuklarla yamalamasın, yeter. Ama İstanbul'a kalsa, sigara neredeyse önşart. Cumartesileri içki de içiyor, elbette. Haftada üç kere konken de oynuyor, azaltacağı yok... Sonra hercailiği, nazları, kaprisleri, o iniş çıkışları, olmadık kıskançlıkları, ne ararsan... Aramızdakine ad koymadan takılsak neyse de, aileme tanıştıramam kusura bakmasın!  Nerede bir fakir mahallesi, ipe gerilmiş renkli çarşafların dansını görse duygulanıp fotoğraf makinasına sarılan turistlere söker anca o  deli halleri. Biraz daha düz ayak olsaydı... Yokuşsuz, başından sonu seçilseydi yollarının. Temiz, uçuş uçuş saçlı kızlar var ya, sadece şampuan kokan. Onlardan olsaydı, olabilseydi. Gerisi benim hayal gücüme kalsaydı. Yok, illa gelip gün sonunda yaşadıklarını dökecek önüme, tüm detaylarıyla anlatacak. Halbuki kız dediğin biraz gizemli olacak. Parmağının ucuna basa basa, hop hop diye seke seke, zerafetle yürüyecek. Böyle hozu hozu, biraz erkeksi olanını ben ne edeceğim? Ergen hevesiyle sokulup iri memelerinin arasına biraz başımı yaslasam, sonraki an tiz sesi, yüksek beklentileriyle içimi sıkıştırıyor. İçine hapsoldum diye içime kapanıyorum. Bunca karmaşaya lüzum yok, gördüm işte, diğer kızlar öyle değil. Avrupalı kızlar, bir kere, çok farklı. Stockholm'e baksana, ne nazı var, ne niyazı. Bacak boyu desen, güzellik desen onda. Olanı göstermek için çabalayıp gülünç duruma düşmüyor en azından. Üstüne oturmayan, basit bir elbisenin içinde bile belli biçimli hatları. 

1 yorum:

gulaye dedi ki...

Hoşgeldin :)