19 Kasım 2012 Pazartesi

Burayı geç sen, sadede gel

Sabahlar çok tehlikeli.

Sabahları, kahvaltıdan hemen sonra ve paltomu giyip boynumda atkım, başımda beremle kapıdan koşarak çıktığım o andan itibaren bir sürü şeyi katman katman, aynı anda düşünmeye başlıyorum. Bir saat öncenin uykusu silinmiş oluyor gözümden, yüzümden, aklım pırıl pırıl. İhtimaller, kış sabahı gökyüzü gibi bulutsuz, net ve sonsuz. Başımı iki yana sallayarak, kendi kendime konuşur gibi kulaklıklarımı örten şarkıya eşlik ediyorum, etmediğimde ayaklarım tempo tutma görevini devralıyor. Tıpkı ekranın sağa doğru aktığı bir video oyunu gibi, trene binip ekranın sağına doğru akmaya başlıyoruz.

Böyle güzel kış günlerinde, gerçi henüz Kasım'ı bitirmediğimizden hava eksili derecelere düşmüş olsa bile kış demek ne kadar doğru bilemiyorum, romatizma gibi tutuyor, eklemlerim ağrıyor sanki, iliklerime kadar İsveç'i özlüyorum. Trenin penceresinden apartmanların insafına kalmış güneş ışığı kesik kesik sırtımızı yıkadıkça hep aynı şeyi hatırlayıp hüzünle hayal etmeye başlıyorum; o günü, o geceyi, o anların tümünü:

Birkaç sene önce öğleyin aynı güneş pijamamla halının üstünde oturmuş bir şeyler yazan o zamanki "ben"in sırtına vuruyorken, telefon geliyor. Bir saat sonra evden çıkmadan hemen önce kedinin mama kabını fazla fazla dolduruyorum, çanta hazırlıyorum elime, ilk trenle Uppsala'ya varıyorum. Üstümde ince, gri ceketim, sırtımda çantam. Serhan beni peronda karşılıyor. Sadece başka bir ülkeye, başka bir kıtaya gelmişim gibi değil, sanki camdan bir kente gelmişim, burada yüksek sesle konuşmak, sert adımlarla yürümek yasakmış gibi hissediyorum, kibar hareketlerle, etrafıma dikkatle bakınıyorum. Ben yoldayken nedense gökyüzü birden karışmış, Camdan Kent'e yağmur indirmek üzere. Bizi üzmeden, sadece şaka olsun diye çiselemeye başladığı sırada tren istasyonuna yakın bir Çin lokantasına giriyoruz. Açık büfesine yanaştığımızda arka tarafta ince belliden çay içip Türkçe sohbet eden birkaç adam görüyoruz. Dünyanın tüm dönercilerinin Türk çıkmasına alışmışız da, garson ve kasiyer dahil herkesin Çinli olduğu bir Çin lokantasının Türklere ait olduğunu bilmek komik geliyor. Nefes alamayacak kadar doymamıza rağmen sırf pisboğazlık olsun diye kızarmış muzla ucuz dondurma yiyoruz yemeğin sonunda. O kadar kötü ki dondurma, sütlü renkler kasenin içinde mükemmel bir cümbüş yaratmışken yarıda bırakıp çıkıyoruz.

Kaldırımlar yağmurdan koyulaşmış, Camdan Kent buğulanmış. Durağında sadece ikimizin beklediği bir otobüs gelip alıyor, sonra ormanların, ovaların, düzlüklerin, hafif yokuşların, çayların, minyatür köprülerin ilerisinde, uzakta bir yerde indiriyor. Geldiğimizi sanarken ben, Serhan birkaç kilometre ötedeki gösterişli malikaneyi işaret ediyor. Endişeyle ayaklarıma bakıyorum; incecik babetlerimin içinde ıslanmış, büzüşmüş ayaklarıma. O babetler ertesi gün kuruduğunda öyle kötü kokacak ki, bir daha giyilemeyecek. O an ama, sonraki anın çürümesi kirletmemiş bizi daha. Yolu yürümeye başlıyoruz; incecik bir patika bu, sağı solu geniş çimenler, ağaçlarla kaplı. Çakıl taşlarının sivri uçlarını ince tabanımda hissedebiliyorum. Hava kalacağımız yere yaklaştığımızı görmenin şımarıklığıyla sanki, hızla kararıyor. Ama kısa görünen patika bir türlü bitmiyor. Malikanenin yanına vardığımızda artık gece. İyiden iyiye üşümüşüz. Malikaneye hamle ediyorum, merdivenlerini çıkmaya yelteniyorum. Serhan gülüyor. Bizim kalacağımız yer başka, diyor. Malikanenin arkasından dolanıyoruz. Karanlıkta, üşümüş olmasam çeşitli korkunç şekillere benzetmekte hiç sıkıntı çekmeyeceğim traşlanmış, biçimli çalıların yanından geçiyoruz ve arka taraftaki küçük bungalovların önüne geliyoruz. Bungalovların içinde karşılıklı belki 20-30 oda var, şimdiye kadar bungalov diye adlandırıldığını bildiğim hiçbir şeye benzemiyor. O odalardan birine, kapıyı açıp odamıza giriyoruz. Beyaza boyanmış ahşap zemin, bembeyaz, yüksek bir yatak, dev bir televizyon, İskandinav tarzı sade güzellikle bir araya gelmiş türlü dekoratif şeyler. Islak giysilerimi çıkarıyorum, gözlerimiz kapanana dek sadece kocaman ve sadece o gece için bize ait diye izlemek huyumuz olmadığı halde ekrana bakıyoruz.

Ertesi sabah erkenden, kuş, böcek ve canlanan doğa sesleriyle, insanda yaşama isteğini köpürten bir güne uyanıyoruz. Serhan beni içinde yüzyıllar önceden kalma eski şöminesi bile yerli yerinde ve kullanılır vaziyette duran malikanenin yemek salonlarından birine götürüyor. Dev pencereleri açılmış ve baharın içeriyi doldurduğu bu odada kocaman bir masaya ikimiz oturup dağ çileğinden yapılmış gerçek reçel yiyoruz, gerçek tereyağ, taze ekmek, peynir. Porselen, güzelim çay bardakları inci gibi yan yana dizilmiş uzun bir masanın üstünde. Onlarla fincanlarca çay içiyoruz. Serhan konferansa gelen arkadaşlarına, profesörlere yakalanmayacağı bir yerlerden beni gölün kenarına götürüyor. Dizlerimize varan çalıların, yeşilliklerin arasında, arı alerjim yüzünden güle-bağıra koşarak suyun yanına gidiyorum. Fotoğraf makinamı getirseydim keşke, deyip deyip üzülüyorum. Sonradan da tortusu kalacak bir üzüntü bu. Kayaların üstüne çıkıp, ağaçların arasından, sazlıkların köşesinden, her yandan göle bakıyoruz. Sonsuza kadar orada yaşayacakmış gibi davranıyoruz. Bir banka oturuyoruz, saatlerce konuşuyoruz. Dalından koparmaya kıyabildiğim çiçeklerden bir tanesini alıp önce kulağımın arkasına, sonra cebime yerleştiriyorum. Çantamızı kucaklayıp gitme vakti geldiğinde o patikayı gerisingeri yürüyoruz. Gündüz gözüyle yol o kadar uzun gelmiyor, fakat bu sefer de otobüs durağı derme çatma, küçücük bir oyuk gibi görünüyor. Sıcaktan korunmak için altına sıkışıyoruz. Dakikalarca, on dakikalarca, kim bilir bir saat orada otobüs bekliyoruz. Otobüs bizi yine aynı yollardan, düzlüklerden ve küçük tepelerden, bir alışveriş torbasından yanlışlıkla düşüvermiş gibi parkların ortasında devrik duran güzel ve modern heykellerin yanından geçiriyor, tek tük insanlar belirince şehre yaklaştığımızı anlıyoruz. İnince veda üzüntüsü içinde, istemeye istemeye istasyona yürüyoruz. Önceki akşam Çin lokantasında yemek yerken kepenkleri kapalı duran gitar dükkanı açılmış, simli elektro gitarlar vitrinde göz alıyor. Ama gösterişi bize değil artık. Biz sadece trene binip başka yere gideniz. 20-30 dakika sonra Stockholm'e varanız.

Burada bunu yazdım, ki unutmayayım. Unutmak için aklıma izni vereyim, ama burada durduğundan bir türlü de unutamayayım. Varlığı huzursuz etsin; dizin arkasında, olmadık bir yerde kaşınan nokta gibi zihmini kurcalasın.

3 yorum:

lucylikepink dedi ki...

Böyle yazılarını okudukça kalbim güp güp atmaya başlıyor. Sanki az sonra yolculuğa çıkacakmışım gibi..

kimbilirkimge dedi ki...

Encokgezmeyiveyeniyerlergörmeyisevengiller diye bir tür var. Gezip gördüğü yerleri anlatanlara bayılırım ben, saatlerce dinleyebilirim. Sizi de sanki bana anlatıyormuşsunuz gibi okudum. Samimi yazıların tarifsiz güzelliklerinden biri işte…

kimbilirkimge

Elmoş dedi ki...

Her ikinize de çok teşekkür ederim yorumlarınız için.