sizlere bugün bir amme hizmeti yapıp İsveç'te hayata dair birkaç izlenimimi paylaşacağım, oradan da otoyolla İskandinav ırkçılığına bağlanacağız ve bu konu üzerine biraz dertleşeceğiz cankuşlar.
Geçtiğimiz Pazartesi burada eyalet çapında tatil olunca, koşturmacası ve sendromu Salı sabahına devretti. Sabah yedide can havliyle yataktan fırladım, daha ne olduğunu anlamadan, gözlerim kırpış kırpış salona geçip ayağımı altıma toplayarak laptopı kucağıma aldım. Onbeş dakika kadar sağdan soldan gelen reklam içerikli mailleri, arkadaşlarımdan gelen kişisel içerikli mailleri okudum, yapılabilecek en anlamsız işleri ard arda inatla bir bir yapıp, üstüne Twitter'a ve çokça Sacitaslan'a baktım, saat yediyi yirmi geçti mi sana? Her gün böyle, ama her gün. Bir gün de 7'de kalkıp doğrudan yüzümü yıkayıp, saçlarımı taramıyorum. Öncelikle saçmalıklar, saçmalıkların önceliği.
Birkaç dakika daha amaçsızca monitöre bakadurmanın ardından biri üzerimdeki büyüyü bozmuş gibi panikle fırladım. Aynı anda yüzümü yıkamaya, saçlarımı iri bir topuzun içine sokuşturmaya, temiz külotlu çoraplardan biriyle aynısından 7-8 renk aldığım kalem etekleri eşleştirmeye, üstüne ne giyeceğimi bulmak için askıları hırş hırş diye bir o yana, bir bu yana itiştirmeye başladım. Nafile çabalar. Daha o andan, resmi işbaşı saatinin gelmesine bir buçuk saat kala biliyordum ki geç kalacaktım. Nasıl bilmeyesin, buyur işte; dışarıdan rayların üstünde acı bir fren yaparak duran kaçıncı tren, işe yetişmeye aday kaçyüzüncü yolcusunu içine yutup, yoluna tam gaz devam ediyor. Geç kalışım böyle tasdiklenince de hareketlerim hepten yavaşlıyor sanki. Elime ayağıma yükler bağlanmışçasına daha da yavaş hareket etmeye başlıyorum. Adeta durmanın limitine dayanıyorum. Çareleri tükenmiş, elindekileri tamamen tüketmiş bir adamın kaygısızlığı çöküyor üstüme.
O esnada Serhan daha yeni uyanıyor, yatakta bir öyle bir böyle dönerek 360 dereceyi tamamlamış, dikey düzleme geçme iradesini kullanmış, demliğin yanındaki yavru bonzai ağacı bitkimizi sulamış, kendine keyifle çay hazırlıyor. İkimiz de geç kalacağız, ama birimizinki daha mutlu bir geç kalış. Ondan mı, yoksa arada bir kriz gibi gelip gittiğinden mi ne, bir anda cinleniverdim, bir aydır Washington'daki İsveç elçiliğinde mahsur kalmış pasaportlarımızın durumuna sayıp sövmeye başladım. Son günlerde evde durduk yere söylenmenin joker mevzusu bu çünkü. Hem Cuma akşamları yemeğe dışarı çıkıyor ve buzlu-tuzlu margaritalar eşliğinde haftanın kritiğini yaparak iş yorgunluğunu sistemimizden atıyoruz ya; pasaportlar elçiliğe gitti gideli garsonlar kimlik isteyince gösterdiklerimizi bir türlü beğenmiyorlar. Öyleydi böyleydi diye diye, allem kallem masaya içkimizi getirtiyoruz. Daha fazla uğraşasım kalmadı, iki üç kadeh içki içeceğim diye akşam vakti dil dökmekten yoruldum. Haydi onu koy kenara, vize işlemleri 5-10 iş günü alacaktı, ya kabul ya red vereceklerdi hani, bu neyin uzaması böyle? Bir aydır pasaportları karşılarına koydular da seyir mi ediyorlar?
ULAN, dedim kendi kendime yüksek sesle,
vermezseniz vermeyin be! Size gelmeye heves edende kabahat! Heves meselesi de değil üstelik, Serhan'ın falanca bilim komitesinden alacağı ödülün hatrına, rica minnet geliyoruz. Uzunca bir zaman geçirdiğimizden çok sevdiğimiz, son durağımız olarak bellediğimiz ülkenizin çeşitli doğal güzelliklerinizi görmek, arkadaşlarımızla hasret gidermek için falan değil. Hiç değil. Hiç iple çekmedik bu tatili.
Neyse, oradan laf "Türkleri niye hiçbir yerde sevmiyorlar"a ve kaçınılmaz şekilde "benim öksüz ve yetim ülkem" gıygıyıyla elbette Alamancılara bağlandı. İçeri gidip aynada biraz yakamı paçamı toparlayıp, geri sekerek salona başımı uzatıp, önündeki renkli kavanozlara bıçağını iştahla sokup çıkaran Serhan'a işçi Türklerin Avrupa'daki durumundan dem vuruyorum. Malûm, kendini de, başkasını da sevmeyen bir milletiz. Başkasını sevmediğimiz gibi, üstünlüğüne kindar biçimde öykünürüz de. Daha fenası, üstüne bir de onların yerine kendimizi koyup gurbetçilerin gıyabında fena fena laflar ederiz. "Onlar da pek cahil, Almanca (veyahut bulundukları ülkenin ana dili neyse) bile öğrenmiyorlar, hayata karışmıyorlar. Kendi köylerindeymiş gibi, içlerine kapanık yaşıyorlar" diye söze girip, duyduğumuz en ekstrem örnekleri dilimize dolarız ya hani... Hah, dolayanlara gelsin bu sözüm: Oradaki adam hayata karışmıyor ama bir sor neden; çünkü beriki de bir noktadan sonra karıştırtmıyor canım. Beriki de ona sadece Mc Donald's'ta yer sildiği müddetçe tahammül gösteriyor. Adamın Mc Donald'sçılıkta ilerleyip kasada durmasına bile katlanamıyor, geçtim dilini konuşup kültürünü sahiplenmesini.
Neyse, dur, asıl zirveye gelecektim: O noktada Serhan, polis kılığına girerek Norveç'in bir adasındaki gençlik kampına gidip, 70 ('e yakın/'ten fazla) çocuğu göz kırpmadan başlarından vurarak öldürmüş aşırı sağcı Anders Breivik davasıyla ilgili birkaç gün önce okuduğu bir haberden bahsetmeye başladı. Breivik mahkemede davasını görecek yargıçların tek tek elini sıkıp, "Siz safkan Norveç için değil, multikültürel bir Norveç'in temini için çalıştığınızdan, hakkımda vereceğinizi kararı kabul etmiyorum ve eğer akıl hastası olduğuma kanaat getirip beni cezadan kurtarırsanız bunu kendime hakaret kabul edeceğim" diyor. Duyunca uyku mahmuru gözlerim yuvalarından fırladı doğrusu. Irkçılığının boyutundan değil, ona alıştık. Neredeyse. Her gün daha beterlerini duyuyoruz. Ama değil mi ki İskandinavya'dan böyle açık sözlü, kabasını almadan, tüm çıplaklığıyla ırkçılığının arkasında adam çıkmış, hayret! O şakacıktan, o kibarlıktan, o incelikten kırılan dostane görünümlü, ayna kaplamalı modern ırkçılıkları nerde? Ee, nerede olacak, adam Norveçli sonuçta. En mühim İsveç önyargılarından biri, Norveçlilerin parayı sonradan bulan hanzolar olduğu. Norveç'tekiler daha az sofistike ya, Breivik de hanzo olduğu için rahat rahat, fütursuzca konuşuyor. İsveçlilerde olan görgü onda yok ki dişini sıkıp gülümseyerek "Ne zaman ülkenize dönüyorsunuz?" yumurtlasın. İsveçlideki üstün görgü onda yok ki siyasal doğruculuk adına ırkçılığın hasını eğip bükerek yutulabilir lokmalar haline getirsin.
Şimdi gerçekler: (Elbette hepsi değil, ama kayda değer bir kısım) İsveçliler şöyle bir ırkçılık yapmıyorsa, bilmek lazım ki kibirlerinden. Kendilerini dünyanın en üstün ırkı olarak gördüklerinden ve en üstün bir ırka böyle açık bir ırkçılığın yakışmayacağını düşündüklerinden. Estetik kaygılar sebebiyle yani, canları çekmediğinden değil. Doktorasını savunduğu günün hemen ertesi günü dolan bir vizeyi Serhan'a vermeleri tesadüf değil, ne de Stockholm Üniversitesi'nden kabul mektubu geldiği halde vizede türlü tuhaf sorun çıkartılıp aylar sonra master programına başlatılan arkadaşımız olduğu yalan. Girdiğimiz herhangi mağazada İsveççe cevap veremediğimizde en sıcak gibi ama gergin gülümsemeyle nereli olduğumuz sorulup, Türkiye'den olduğumuz öğrenilince "Ne zaman döneceksiniz ülkenize? Döneceksiniz değil mi?" diye üstümüze çullandıkları da doğru. Odasını kiraladığım kadının "Türkiye'den geldiğini bilseydim, bu işe peki demezdim" dediği, bir diğerinin bunu beni rencide edeceğini düşündüğü için salon kapısına üstünde boydan boya "Greece" yazan havlu astığı ve havluyu işaret ederek "Rahatsız mı oldun?" diye manidar şekilde sorduğu da. Evimize gelen muslukçu tarafından bile Türkiye konusunda taciz edilmiş biri hukuk masterlı, diğeri moleküler biyoloji doktorası yapmış insanlarız. Bu ülkeye işçi olarak gelen ne yapsın? Onu kim alacak da ciğerine sokacak? "Avrupa'da ülkemizi en güzel şekilde temsil etmeliyiz" çabasıyla en eğitimli, en uygar, en mini etekli olduğumuzu yurtdışında masterlara gidip onbinlerce lirayı o ülkenin ekonomisine akıtarak kanıtladık da, kabul ettiler mi sanki? "Buraya okumaya geleni seçmece, bunlar sadece vitrin" diye ciddiye almıyorlar daha ziyade.
Bunca lafı konuşaduralım, iyice geç çıktım yola o gün. Otobüste haber başlıklarına, kimi zaman haberlerin altındaki ileri milliyetçi yorumlara öfkelendiğim The Local'a bakarken gördüm ki ırkçılık tartışması sadece bizim evin salonunda değil, İsveç'te de aynı anda cereyan ediyormuş. Haberdeki fotoğrafta ve videoda görüldüğü kadarıyla, İsveç Kültür Bakanı Lena Adelsohn Liljeroth Stockholm'deki Modern Müze'nin 75. yılı ve Dünya Sanat Günü münasebetiyle sergilenen eserlerden biri olan Afrikalı bir kadın görünümündeki pastayı, kahkahalar ve kendi gibi bembeyaz tenli dostları eşliğinde kesiyor. (Bu arada söylemek gerek: Pasta kesilirkenki kahkalara, masadaki delikten yüzünde pastaya uygun bir makyajla başını çıkarmış sanatçının sözde kadın sünnetine ithafen inlemeleri ve ağlamaları karışıyor.) Pastanın yapılma sebebi, sanatçı Afro-İsveç asıllı Makode Linde'nin hala uygulanan kadın sünneti kanayan yarasına parmak basmak istemesi. Yalnız o an çekilen video ve fotoğraflar bambaşka bir gerçeği öyle bir kör gözüm parmağına şekilde özetliyor ki, asıl mesajın pastayla değil, pasta tuzağına düşen bakanın fotoğraflarıyla verildiği konuşuluyor şimdi.
National Association of Afro-Swedes'in yaptığı açıklamayla görevden istifaya çağrılan bakan, cevaben sanatın provokatif olması gerektiğini, kendisinin de bu riski aldığını söylüyor.
“The actual purpose of World Art Day was to discuss and highlight the role of art in society,” she wrote. “Art must therefore be allowed room to provoke and pose uncomfortable questions. As I emphasised in my speech on Sunday, it is therefore imperative that we defend freedom of expression and freedom of art - even when it causes offence.”
Pastayı yerdik de, cevabını yemedik ablacığım.
Hepinize daha az ırkçılıkla muhatap olduğunuz, pasaportunuz cebinizde günler dilerim.