27 Ocak 2011 Perşembe

Faber Castell sponsorluğunda kanaatkâr bir çocukluk


(Fotoşun kimi-kimsesi: http://merde-.tumblr.com/post/3011323970/by-lose-your-arms-and-lose-your-legs)
"Nasıl da güzel yıllardı ama" deyince, geçmişe övgü düzmek için bir sürü vesile sayılıp dökülür hani; falancayı dinledik, şunu izledik, şuralara gittik... Dönemin modasını, gündemini yansıtan ne varsa; şarkı, eşya, reklam jingle'ı, marka, bir bir sandıktan çıkar. Aslında hiçbiri değil, düşününce, o büyünün sebebi hiçbiri değil. Biraz eşeleyince kimisi "o masumiyet, yarı-garibanlık" demeyi akıl eder de.. O da değil. Tam olarak değil. Formülde açık edilmeyen bir yoksunluk, dahası kanaatkârlık var. Yoksunluk derken, yoksunluk meselesinin çok da üstüne varmak istemiyorum. Gerçi acıyı bal eylemişlikten söz edebiliriz belli ölçüde. Yoksulluktan kaynaklanan, az gelişmişlikten kaynaklanan bir yoksunluğu sayabiliriz. Literatürde de sayıyorlar nitekim.

Bayatlamış bir ifadeyle söylersek: Geçmişi güzelleştiren, sepya tonlarda önümüze seren bugünden bakıyor olmamız olabilir. Geçmiş bugünken, bir albenisi yoktu. Geride kalmış olmasının verdiği "sözümün geçmediği o günler artık bana zarar veremez" sevinci ağır basıyor, kimbilir. Sonra, azla yetinmişliğin (az derken, illa ki fakir edebiyatından bahsetmiyorum elbette. Boy bakımından kısa, seçimler kısıtlı, özgürlük keza. O tür bir bodurluk hali) verdiği küçük ölçek, karmaşasız bir hayat değişmeksizin durur geçmişte. Çocuk menüsü yani, küçük kola-hamburger-patates. Şimdi önünde beş çatallı, onbeş bıçaklı, dore alt tabaklı, binbir kadehli bir sofra var, aklı karışıyor insanın. Gün içinde karşına çıkan pek çok örtülü, gizli mesajı zaten anlayamıyorsun, çözemiyorsun. Örtüsüz olanlar da aklına girmek, kendini satmak için fosforlu renklerde bastırıyor. Yoruluyorsun, aklın yoruluyor. Bunca çok kelime görmek, ses duymak, görüntü, video, her şeyi izlemek.. Tabii ki aklın tutulur, dilin tutulur, elin tutulur. O zaman geçmişteki az bilip, az konuştuğun günler tabii ki sana yeterli ve yerli yerinde gelir. Her şeyin yerini biliyorsun o günlerde. Şimdi öyle bir şansın yok ki.

Üniversiteye başladığım sene, biraz da ergenlikten çıkış buhranından mıdır nedir, "İzlanda/Alaska'da yaşasaydım, ne güzel olurdu" romantizmine sardırmıştım. Evet, iç sıkışmama derman aradığım bu hayalde açıkça görülüyor. Uçsuz bucaksızlık boyu bembeyazı seyretmenin bir tür sakinleştirici etkisi olacağını tahmin ediyordum. Bir de soğuk havanın insanda üzülecek-süzülecek derman bırakmayacağını umuyordum. Nitekim sonraki yıllarda soğuk yerlerde bulundum, hala bulunuyorum, (korkma vatandaş!) üzülmenin yolu her türlü bulunuyor. Dur, konu kaynamasın, hemen asıl fikre döneyim. Hayalim kabataslak şöyleydi: Ahşap, iki katlı, her nasıl oluysa fevkalade füturistik dizaynlı, dağlara doğru yere kadar camları olan şunun gibi bir evde, kapıma kadar gelen dergiler ve kitaplar sayesinde kültürümden geri de kalmayacak, yazdıkça yazacak, içimdeki yaratıcı güce odaklanacaktım. Televizyondan sadece seçme filmler seyretmek için yararlanacaktım, gündemi de dergi ve gazetelerden takip ettiğimce bilecektim. Çocuğum olsa (ki bu hayal tek kişilikti, beyim neredeydi belli değil), ona seçilmiş şeyler izleterek büyütecektim. Beğendiğim programların gerekirse televizyon kanallarıyla bizzat kontağa geçerek kasetlerini bulacak, çocuğum farkedene kadar onları gerçek televizyon yayın akışı gibi ona izletecek, hepir hüpürle ahlakının ve zihinsel gelişiminin bozulmasını engelleyecektim. Belli yaşa kadar okumayı, yazmayı da bilmeyeceğinden, nelerden geri kaldığını da bilmeyecekti. Bilmediği bir şeye de özenmeyecekti. Özenmedikçe efendi, uslu bir çocuk olacaktı. Büyüyünce de zaten merak salmazdı, alışmadığı için gerçek popüler kültür nasılsa kıçında durmayacaktı.

Öyle plan olur mu? Olmaz. Böyle planın işlemesi mümkün değil. Benim yönlendirme dediğime birileri çıkıp, "sen de evladına RTÜK, YÖK'lük etmiş olmayacak mıydın bunları yaparak?" dese, boynumu bükerim, "haklısınız" derim. Başkalarının çocuk yetiştirme yöntemlerine giydirdiğim binbeşyüz yazıma dönüp baksam ve azıcık empati yapsam görürüm ki, hepsi kendine göre haklı. (Ama bu "kendine göre haklı" kartı, Elmira ülkesinde her durumda geçer mi, sanmam.) Eh, evlat annesini seçemiyor, anne de evladını bir noktaya kadar seçebiliyor, değer yargılarıyla şekillendirip yetiştirebiliyor. Bir noktadan sonra o evladın kendi kendini, vicdanını, kişiliğini yetiştirmesi lazım.

Bu "Bebeğim ve ben" dergisi makalesine de nereden geldik? Şuradan gelmiştik; bana kalırsa çocukluğun güzelliği saflığından değil, kuşatılmışlığından, kısıtlanmışlığından gelir. O zaman vurun abalıya! Evlada yapılan her baskı makbul! Şaka be şaka. Hepsi değil, bir kısmı. İleride nostalji yapma yeteneğini koruyabimesi için en azından. İnsanoğlu nankör işte, dünyaları versen galaksiyi istiyor. Ondan, o sınırı iyi çizmek lazım.

Aklıma birden üşüştü anılar, konudan konuya atlıyorum. Dün bir arkadaşla çocuk dergisi okuduğumuz, ansiklopedilere baktığımız dönemlerden bahsediyorduk da, annemle ilgili bir detayı hatırladım: Annem okumam için sadece Doğan Kardeş alıyordu, yanında oyuncak hediyesi olan Milliyet Kardeş/Çocuk türü dergileri almama izin yoktu. Kalemim kırılınca mesela, evin karşısıdaki kırtasiyeye giderdik beraber. Hiç oyalanmadan Faber Castell'in en sade (kırmızı-mavi ve yeşil düz renklerinde, arkası siyah) kurşun kalemlerinden alıp, eve geri dönerdik. Halbuki ben içten içe kokulu kalem isterdim, kokulu silgi isterdim, isterdim oğlu isterdim. Çeşitsiz mahalle kırtasiyesindense, okulun caddeye dökülen köşesindeki havalı Can Kırtasiye'den ithal, simli kalemler almak isterdim mesela. Etiket defterleri, uçlu kalemler, boya kalemleri, mataralar, kalem kutuları... Ama senenin başında bana ne alınmışsa (süslü olsun, süssüz olsun), onunla idare etmek zorundaydım. Annem kötü biri olduğundan değil, paramız olmadığından da değil, herhangi bir kötü niyetle değil. Nereden akıl ettiyse, başka şeyler konusunda kesenin ağzını cömertçe açtığı halde, bu konuda mümkün olduğunca sade şeylerle yetinmemi istiyordu. Küçükken nefret ettiğim bu duruma şu an bakınca zevkleniyorum; çünkü çocuk hevesimi kırarak, kolumu burarak, dudak ısırarak yapmadı bunları. Bir şekilde ikna ederek yaptı. Ondan, hoşnutum. "Çocuğun insiyatifine bırakmak" adı altında eşeğin şeyine su kaçıranlara inat, annemin bu zihniyetini ayakta alkışlıyorum.

İşte, bu tip kanaatkar bir çocukluktan çıkınca insan biraz özlüyor o paran olsa bile her şeyin az olduğu, sevinci seyrelterek çoğalttığın günleri. Kendini de seyrelterek çoğaltıyorsun hem büyürken. Katı yumurtadan kayısıya, ordan rafadana. "Yapmam"ların "belki yaparım", "yaparım" ve hatta "sürekli yaparım"a dönüşüyor. Hiç okumam, hiç sevmem, önünden geçmem dediğin şeyleri teker teker tecrübe ediyorsun, törpüleniyorsun. Daha fazla insan oluyorsun, ama daha az düşünüyorsun bu işleri. Ya da düşünsen de, düşündüğün kadar konuşmuyorsun mesela. Öyle bir fark oluyor.

3 yorum:

hyacinth dedi ki...

harika yazı olmuş.

alaska "cenneti"ni ben de hayal etmiştim ama buna bir de istediğin gibi yetiştireceğin bir çocuğu eklemek genç kadınlara özgü bir mutluluk formulü sanırım :)

empresyonist bir tabloya bakmak gibi geçmişe bak, renkler,nesneler hepsi orada içiiçe duruyor, geçmişte cennetten bir bahçe işte iyi kalpli anneler tatlı çocuklarını istedikleri gibi yetiştiriyorlar :)

Elmoş dedi ki...

Yorum için çok teşekkür ederim. :)

hyacinth dedi ki...

ben teşekkür ederim :)