18 Ocak 2011 Salı

Anlat anlat, heyecanlı oluyor.

Günü tersinden yaşamak çok canımı sıkıyor sevgili conconlar. Amerikan saatine göre uyandığımda Türkiye'de öğle vakti geçmiş, gün yarılanmış oluyor. Bilhassa kahvaltıdan sonraki zamanlar, laklakla iştigal ettiğim zamanlardır halbuki. Şimdi o vakitler arkadaşlarım nette "haydi, akşam oldu neredeyse, son düzlüğü de koşup eve kaçayım" telaşında oluyorlar. Ben taptazeyken onlar tükenmiş, bitmiş. Sonra asıl verimli, düşünceler alemine dalıp bir şeyler yazmaya veya okumaya başladığım sıralarda da onların eve gitme vakti geliyor. Nette yalnız kalıyorum. Tek çocuk olarak, konuşmasam da etrafımda/nette birileri durunca o bana arka plandaki kütüphane gürültüsü gibi huzur veriyordu halbuki. Varlığı huzur veriyordu insanların. Neden? Çünkü tek çocuklu evde eğlence bitince, tümden biter. Başka şansı kalmaz eğlencenin, ışık söndü mü söner. Halbuki ananemin evinde ışık hiç sönmez, sohbet hiç bitmezdi. Veya teyzelerimin. O evlerde huzurla uyurdum, ağız dolusu gülerdim veya korkmazdım evdeki gibi, ışık en ummadığım anda kapanacak diye. Herkesin netten gitmesi de ışığı sönen eve benzer bir huzursuzluk veriyor. Bu sefer çalışmaya gönlü olmadığı için parkede yürüyen karıncanın sesini bile duyan çocuk oluyorum. Hop kalkıyorum, bir çiş yapıyorum, geri geliyorum, "dur su içeyim" diyorum, bir daha kalkıyorum, su içerken bir avuç cips yiyorum, geri geliyorum, "biraz televizyona mı bakayım" diyorum, televizyona bakıyorum, yüzlerce kanalın içinde izleyecek bir şey bulamayıp iyice daralıyorum. Yapmam gereken bir sürü iş var, mail box'ımda düzenlemem gereken 16 tane mail vardı örneğin bugün, ama hiçbir şeye odaklanamıyorum. Biyolojik ve psikolojik saatim gün bitmiş gibi davranıyor; halbuki dışarıda hava güzel güzel, güneş falan parıldıyor. İnsanlar işlerine güçlerine gidiyorlar, veyahut kellebazlığa. Üniversiteli çok genç var da burada. Geçen gün farkettim; bir tek küçük çocuk bile görmedim etrafta. "Amerika'nın Eskişehir'i" diye bir isim takmıştım, yine haklı çıktım diye üzülüyorum. Her neyse, ters yöne yürüyen, kah işe, kah kellebazlığa giden insanlardan bahsediyorduk, onlara bakıyorum. Her şeye baktığım yetmiyormuş gibi. Yapılacak işlerin yığılmasından bağımsız şekilde, boş zamanın yeri bir türlü dolmuyor. Gün bitmeden gündem yenilenmeyecek ve yenilendiğinde ben zaten orada olmayacağım. Boşa yaşıyormuş, sanki bir kafesin arkasından bir şeyleri seyrediyormuşcasına, kendi hayatımın kontrolü bile bende değilmişcesine bir his. Veyahut bundan daha az dramatiği ve farkında değilim.

Evet,

Şimdi başka bir konuyla, pek becerikli olmadığım bir konuyla devam edelim.

Ben bir buçuk sene önce bir öykü yazdım, ananem vefat ettiğinde de bu bloga koydum. Şimdi yerini bulmak, görüp üzülmek istemem. Ondan, takdiri siz Türk halkına bırakırım. Bu öyküyü ananem eline alıp okusun ve hasta yatağında bile olsa sevinsin diye yazmıştım. Farklı öykülerin toplandığı bir kitapta yer alacaktı, kitabın konusu da 80'lerde çocuk olmak idi. Hala da öyle. Hatta ve hatta ismi de "80'lerde çocuk olmak" şeklinde, bence biraz inceliksiz. (Bu noktada kitabın editörü ve aynı zamanda yazarı olan Kadir'den bir itiraz var: Kitabım isminin konusuyla aynı olduğuna dair dediğim "inceliksiz"i, kitabın tümüne, editöryal veya içeriksel bir eleştiri gibi okuduğunu söyledi. Hemmen düzelteyim; kitabın isminin hiçbir gönderme veya referansı kullanmadan, eğilip bükülmeden, yansıtmadan, doğrudan kendini açıklamasına, bu direktliğeydi sözüm. Kitabın kendisiyle ilgili hiçbir problemim yok, olamaz da. İlk kez bir öykümü basılı gördüm, o bakımdan benim de evladım sayılır.) İçinde çocukluğunu 80'lerde yaşamış olanların hatırladığı enstantaneler var; herkes kendinde iz bırakmış bir nesneyi, durumu anlatıyor. Tabii tahmin edileceği üzre bol bol "biz Turbo sakız çiğnerdik, leblebi tozu yalardık" edebiyatı da var. Her neyse, benim seçtiğim şey de ananemin evi idi. Diğerleriyle beraber benimkini de basılı formatta okumak isterseniz hepinizi almaya teşvik ederim. Kitap bu ay 3. baskısını yapıyor. Sadece bir buçuk ay içerisinde bu kadar baskı yapmış olması çok güzel bir şey elbette, umuyorum daha bile başarılı olur. Yazarlarına (bana da) uğur getirir. İşte, bu durumu reklam olarak yazamadım ben bir türlü bloguma, nedense yudum yudum içip sindirmiştim kitabı çıkasıya. O yüzden anca şimdi yazıp, haber verebiliyorum. (Twitter hariç, oradakiler yine az reklamlı bir tweet ile önceden öğrenmiş oldular, hatta belki gizli reklam politikamdan dolayı adamakıllı öğrenemediler bile.)

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=186396 Buradan kitabın Cumhuriyet Portal'daki tanıtımını okuyabilirsiniz. Televizyon ve gazete röportajıydı, review'du bol bol yer aldı son bir ay içerisinde basında, azıcık araştırırsanız neler neler bulursunuz. D&R'da bestsellerlığa bile yükselmiş. Ama, işte, diyorum ya, ben biraz şey olduğumdan "koş vatandaş, bak vatandaş, bende ne numaralar var vatandaş" yapamadım. Benim için daha ziyade bir gönül borcuydu. Hatta şu an bir tür cinnete pes etmiş, ellerimi yukarı kaldırmış halde olmasaydım daha da reklamını yapamazdım. (Bir de 3. baskı işi hafiften gurur verdi, ondan söylemek istedim belki de.)

Bu vesileyle anayım, yarın ananemin de birinci ölüm yıldönümü. Bu ara blog Karacaahmet'e döndü, kusura bakmazsınız artık. Kusura bamya.

2 yorum:

bu-blog dedi ki...

Aha da iste böyle yorumu biraz yaz biraz sil, bidaha basla.. Bak gene beni heyecanlandirdin, ne yazacagimi unuttum. Diyecegim suydu sanirim, ya bu senin yazilarin icimi oksuyor, sirtimi kasiyor, bazen sacimi yoluyor, gözyasi bezlerimin üstünde karinca gezdiriyor.. Simdi senin bu yazida dediklerin yar ya, "Baska ülkeye göc sendromu". Tedavisi yok. Bir bulasti mi artik ülkene geri de dönsen ne bok yesen gitmez. Yasadigin yirmi küsur seneyi kenara koyup ölmeden ikinci bir hayati yasamaya baslayip, iki hayat arasinda sikisip kalmak.. Artik ne zaman, ne yer, ne sevdikler: ne var ne yok, ne orda ne burda. Belki de fenafillah gibi bisey... Yani agir böyle kelli felli birsey. Tek cocuk tek cocuk sen nasi bulastirdin bu isi basina? Seni anlamaya calismayi seviyorum. Lütfen daha cok yaz.

Elmoş dedi ki...

Bir diyeceğim olacak bu yorumun üstüne:

Okuyucuya paye veren tatlıdilli ağızları, "yüreğine/gözüne sağlık minnoşum"ları falan ben pek kendime yakıştıramıyorum. Hak etmediğinizden değil. Şurada müdanasız, yaltaklanmasız, politik doğrucu değil bolca eğrici bloguma vakit ayırıp dikkatle okuyanlara belki kendimden çok saygım var yoksa. Ondan biraz mesafeli de görünüyorsa bile, anca teşekkür ederken "çok" sayısını artırıyorum. Soğuk nevaleliğimden değil yani.

Yazdıkların için çok, çok teşekkür ederim. Sevgiler ve selamlar gönderirim.