Toplumsal zaafiyetimiz olarak Eurovision, Eurovision değil de Dünya Kupası, Dünya Kupası değil de Oscar derken görüyorum ki kendine güven zaafiyeti geçiriyoruz toplu vaziyette, üzerimize zaafiyet. Her tür platformda Türk'ü kanıtlamak için canhıraş atılıp yarışmacalara katılmamızın başka bir sebebi olamaz. Strateji ve çok çalışma haricinde ne arka yol varsa deneyip, her "tuzum var" diyenin koştuğumuz hıyarına bir türlü ulaşamadığımızın tescilli resmi geçidi. Times'da yüzyılın lideri Atatürk seçilsin diye sitesini göçertmek misal, NEDEN? Atatürk seçilip de kapağa resmi basıldığında, bir kapaklık, bir kolektör işuluk saltanat yaşatsan ne olacak ulu öndere?
Eurovision derken, birdenbire köpükler saçmayıp konuya dönelim:
Haftasonu Dali sergisine gittik. Önceden İstanbul AKM'de bir Dali sergisi gezmişliğim vardı 99'da, hatırlayan hatırlar, zengin dursun diye aynı şeyden on tane koymuşlardı. Tabii o zaman bizim için çok büyük bir aktivite, Dali gelmiş de kopyanın kopyası da olsa bir tablosuna, bir eskizine bakmak falan, lüks tüketim. Neyseciğime, bu seferki biraz farklıydı, Dali'yi ticari işler yapan bir sanatçı olarak da irdelemişlerdi. Ben Dali'nin bu yönlerini bilmiyordum. Öğretmemişler anacım.
Eskiden Kadıköy Pasajı'nın altında bir posterci vardı, (herhalde şimdi hummerla gezip, Bebek'teki villalarında havuz kenarında burbon içiyorlardır) orada haftasonlarımızı çarşaf çarşaf poster bakmakla geçirirdik. Paracıklarımızı bu kağıt yığınlarına yatırır, elimizde kağıttan borularla Akmar'ın önünde kurulan çekme kaset pazarında metalci abilere "Abi, NOFX var mı abi? Vandals var mı abi?" çekerdik. Onlar da bize "haftaya gel al." çekerlerdi. Bu çekme kaset sanayii böylece, çekmek fiilinin birden fazla ve birbirinden farklı anlamlarında gerçekleşir ve ekseriyet uzun, kıvırcık saçlı bu abilerden aldığımız sözün sevinciyle seke seke 10B'ye binip eve dönerdik. Dali'yi de, bu ortaokullu yıllarda sanata yönelimler esnasında iyi kötü keşfetmiştik, en azından büyük ve önemli işler yaptığını, efendime söyleyeyim, akan saatler, pipilere benzeyen vücut uzuvları, uzun bacaklı filler, çöl ortası rüya gibi sahneler çizdiğini falan pekala bilir ve desteklerdik de. Normal olmayan her şeyin reva, üstün zeka ürünü göründüğü anneye isyan yıllarda, böyle nedensiz niçinsiz kaffasına göre takılan sanatçılar, candı canandı.
Sonradan liseye gelende, müzik grupları, ilgi alanları arasında köşe kapmaca oynayanda, işte o günlerde Tuğçe'ye doğumgününde bir Dali tablosunun posteriyle bir Massive Attack albümü alıp, mini set olarak armağan ettiğimi hatırlarım. Lise sonda da işte, ayarsi arkadaşım Caner'le AKM'nin önünde ilk defa buluşup, yaldır yaldır bu sergiyi gezdik. Çıkışta Bereket Döner isimli tükkanda, (henüz Arap Emirlikleri gibi kocaman avizelerle süslememişlerdi) döner yerken bir güzel elektrikler gitmez mi? Adamlar masalara bildiğin amele beyaz mumlardan dikmez mi? O mum ışığında kikir kikir döner ısırırken Caner benim Therapy konserinde kimsenin sırtına çıkıp çıkmadığımı sormaz mı? Meğersem biz önceden tanışmış çıkmaz mıyız? Therapy konserinde?
AAAAAAA, bunu anlatmadan bırakmam vallahi, ölümü öpersin. 97 yılında Bostancı Gösteri Merkezi'nde Therapy bir konser verdi gariban cemiyetimize, sağolsunlar. Sonradan alter camiayı oluşturacak herkes bu konsere gitti. Ankara'dan, İzmir'den otobüs kaldırılarak gelinen bir konser, öyle diyim. Şimdi Sonic Youth Ankara'ya konser ayarlıyor da, kafası pek çalışmayan karakuru Ankara alterleri ayaklarına kimin geldiğini anlayamayıp bilet almadıklarından iptal ediliyor, sen düşün. Şimdi Jay Jay Eskişehir'e bile konsere gidiyor, Edirne'den Ardahan'a İsveç açılımı. Seneye Mor ve Ötesi'yle Fanta turuna çıkacak neredeyse. Halbuse o zaman bir Therapy gelmiş, yaldırallah koştur koştur, annemlerden güç bela izin alıp gitmişiz. İşte, o konserde sonradan halvet olacak, sonradan kanka olacak, kankalık bitip düşman kesilecek, birbiri arkasından konuşacak herrrkesler, henüz tanışmaksızın, gelecekten bihaber aynı havayı soludu. Minibüs caddesine uzanan, punkie öğelerden oluşan bir kuyruk vardı girişte, sanki Londra'dayız anasını satayım, sıradakileri gören de ülkeyi şaşıracak. Therapy konserine gidiyorsun, minibüse binerek. Bu ülkede rak tabi gelişmez ağbea. Akşam konser çıkışı arkadaşın babası arabayla alıyor, bu ülkede isyankar ruh nasıl gelişsin? Orta sınıfın evladı nasıl rak yaşasın, pankrak yaşasın?
Neyseciğime, ben bu konserde önümdeki kafalardan ve yarım yamalak pogolardan bir süre sahneyi göremedim. Görmeye azmettiğim bir anda da, yanımda duran uzun boylu çocuk dikkatimi çekti. Cüsse olarak beni taşıyabilecek kapasitede görünen bu arkadaşa bir şarkı arasında mı, şarkı esnasında mı, uzanıp "beni sırtına alabilir misin, sahneyi göremiyorum" deyiverdim. O da, belki patavatsızlığımın karşılığında söyleyecek söz bulamadığından bir süre beni omuzuna aldı ve "sahneyi göremiyorum" hezeyanlarımı yatıştırdı. Sağolsun. İşte, o Bereket Döner gününe dek, biz bunu bilmeksizin nette Hacivat Karagöz gibi bıdır bıdır konuşmuştuk. Sen tut o mum ışığında beni bir güzel tanı. Ben onu tanımadım, çünkü saçında sarı röfleler vardı. Benim sarı röflelenmeme ise, daha yıllar yıllar vardı.
Evet, şimdi konuyu biraz toparlayalım mı?
Bu haftasonki Dali sergisinde, bir delinin kafa atarak tabloya zarar vermek istediği o AKM sergisinden farklı olarak ortamslar upperadvanced ve Camcı Hüseyin'de kestirilmiş küp camların içinde ufak Dali heykelcikleri konseptinden uzaktı. Dali'yi izledik; resimlerini değil, kendisini. Röportajlarda, Amerikan yarışmalarında, reklamlarında (evet reklam, heyecanlanmaca yok şimdiden), favorimiz Chupa Chups lolipopun logo tasarımlarında, başka havalarda görünce Dali'yi canımıza daha bir bastık. Zülfü Livaneli şarkısını Turkcell'e satmış diye tırpanı yedi, herkeş dalga geçti ya... Dali, vaktinde kendini ticarileştirmekten o derece çekinmemiş ki, manevi ve ekonomik değer yargılarımızı karıştırmakla ne kadar üçüncü dünya ülkesi olduğumuzu anladım da içime kapandım. Dali dediğimiz insan, ötelemiyor. Zamanın içinden tünel gibi, suya sabuna dokunmadan geçmiyor, Dali yaşıyor, zamanın gereklerini görüyor ARKADAŞ! Vogue'a kapak yapıyor (ki bunu sonradan moda tutkum üzerine yazmayı planladığım bir masterpiece'de dile getireceğim ayrıca), Alka Seltzer'e reklam yapıyor, Eurovision 69'a afiş yapıyor. Yazık olsun ki biz onu sadece hanımevladı atölye sanatçısı olarak tanımışız. Ayıp olsun.
Ayrıca müzenin gift shopundan aldığımız ikişer çilekli Chupa Chups'la lezzetin de dibine vurduk. Şappi şappi diye gezdik, salyayla sümükle gezdik vallah.
Vogue demişken, September Issue İstanbul'da gösterime girdi mi, SORARIM. Biz izledik de biraz. İmza: Görgüsüz
Eurovision'un senelerdir delisi biziz çok şükür, vaktinde Dali'si de var ımış. Gülseren'le katıldığımız sene hayatta olmadığı için inan çok mutluyum.
Alkolle yıkanmış Taksim gecelerimize güneş gibi doğan Alka Seltzer'e bu yakışırdı. Yatmadan önce iki tane attım mıydı çirkeften eser kalmaz.
Bu haberi yorumsuz aktarıyoruz. Ne desem "aouy conum, Dali de iyiymi$ cnm. Herf çk mtrak." kaçacak. Kaçmasın. Biz sevdiğimizi saygı duruşunda sevmeyi severiz.
4 yorum:
Tepkilerin tamamını göremiyorum, sadece "sevdim" görünüyor. Sevdim beni yollar uçurumlar bağlamaz sevdim...
Çok üzüldüm. Aslında "sevdim", "çok sevdim" ve "tanıdım aşkın en saf halini" şeklinde üç kategori sıkıştıracaktım da bir türlü oturmadı. En sonunda "sevdim" ve "çok sevdim, tanıdım aşkın en saf halini" diye iki kategori yaptım.
Safari'de daha iyi açılıyor olabilir, harfler cücük çıkıyor çünkü.
O da güzelmiş. Yenik düştüm kendime göre.
Tekzip: Caner'in saçı röfle değildi. Sarıydı kızım sarı!!! ama güzeldi, yani o zamanlar :D
Yorum Gönder