25 Temmuz 2009 Cumartesi

Mini etekli süperkahraman: AyşarMan (Başı açık hayat, oh ne rahat!)

Kıroyum ama para bende”yi şiar edinmişlere olmadık lüksler vaadettiği için adeta görgüsüzlük krallığına dönüşen Dubai'de, varlık içinde bir hayat sürdüğünden, Türkiye'ye turist gözüyle bakan, Türk işi hassas dengelere “aaa, ne var bunda ayol!” bilgeliğiyle, sosyal kodlardan bihaber yaklaşan AyşarMan'a öfkelenmemek için hususi çaba gösteriyorum. Yazılarını da eve Hürriyet girmediğinden, fevkalade sığlıkta gündemler yaratıp da başka gazetelerce alıntılandığında okuyabiliyordum. ANCAAAAK, bomba etkisi yaratacak röportajlarından birinin manşeti haftaiçinden duyurulmayagörsün... İşte o haftasonu sabahları daha ben uyurken, annem görev bilinciyle üşenmeden bakkala gidip Hürriyet alırdı da, kahvaltıda okumak için adeta birbirimizi yerdik. Misal Kayabey dönemin modası karpuz kollu, saten Zara gömlek giymiş, karakuru bir kadına “Ferrari” misali binerken yakalanıp, sonra onu “helali” etti ya, işte o hakedişle ilgili röportajı son İstanbul'a gidişimde böyle bir Cumartesi sabahı uykuyla karışık bir dehşet içinde ve çilek reçeli eşliğinde okuma şerefine nail olmuştum.

Allah inancıyla, babasının ölümünden sonra Nihal Bengisu Karaca'nın attığı “Babanın öbür dünyadaki akıbeti hakkında sormak istediğin bir şey olursa ara.” mesajı ardından tanışan AyşarMan, ( Karaca'nın telefonla verdiği öbür dünya hizmeti de ayrıca tartışılır.) dalgalandı da duruldu. O zamana dek, modern-dindar kesim ayrılığını cingözce “BİZİM MAHALLE-ÖTEKİ MAHALLE” şeklinde kolaylayıp, halkı ürkütmeden, ona anladığı dilden konuşurken, bu ölümle beraber maneviyat yoklamasında devamsızlıktan kalmak üzere olduğunu farkedip, “ayyyy, ya hayat ÖSS'sine gireceksem ve yeterince çalışmadıysam? Ya netlerim anca cehenneme yeter de, yanmak zorunda kalırsam? Hemen direksiyonu toplamam lazım.” düzeyinde varo(lu)ş sorgulamarına girmez mi? Haldun Dormen-Betül Mardin kırması, lisede en arka sırada oturan, ağırabi nakil öğrenci tipli kocası Ömer, bir güzel “kapanırsan boşarım” buyurmaz mı? Böylece süper kahraman AyşarMan, kenar mahalle dilberlerinden Thalia yaratma uzmanı Nihat Odabaşı sponsorluğunda açıldı da açıldı, açıldı da rahatladı. E, kocası bile ne diyor? Kapanırsan seni boşarım diyor, değil mi? Açıldığı takdirde bir yaptırım yok yani. O da bildiği sulara dönüyor.

Tesettürlü kadınlara sempatiyi, “Ayyy nasıl giyiyorlar bu mereti? Bu sıcakta pişer adam altında valla!!!” tadında, acımayla karışık anlamaya çalışan AyşarMan, bu iddiasını kanıtlamak için Temmuz sıcağında şakacıktan türbanı, şakacıktan pardesüsüyle sokağa çıkıyor. Bu deneyimi bizlere karşılaştırmalı edebiyat tadında sunabilmek uğruna, Borat'daki Sacha Baron Cohen misali bir cahil cesaretiyle, Fatih'te mini etekle gezmeyi ihmal etmiyor. Üstelik yanında muhtemelen Mümü, Düdü gibi bir takma adı olan, onun gibi “ay kızım koptum haa, gülmekten öldüm bittim vallaa” bir ablayla. İşte Sacitaslan'dan aynen okuduğum yazısının bu kısmında, hop oturdum hop kalktım. 2009 model “Vurun Kahpeye” olur mu, olur. Gel gelelim, turuncu bir t-shirt giydiği için yanlarındaki erkek fotoğrafçıları bile laf yemekteyken, kendi standartlarına göre hiç de kısa olmayan, diz kapaklarındaki etekleriyle bu iki kart “kız”, tesettürlü kadınların eskortluğunda bir süre yürümüş, ilk aldıkları tepkiyle onları bekleyen arabaya atlayarak, her işin en doğrusunu bildikleri diyarlara dönmüşlerdi.

Özenle hazırlanmış bu sosyal deneyin Nişantaşı ayağını, AyşarMan gururla karışık, ballandıra ballandıra anlatıyordu. Ki, tatile geldiğinde mini etek giyebilmesi için Malezya'ya dönüşmesini hiç istemediği anavatanındaki okuyucuları, mahalle baskısının nasıl da tek yönlü gerçekleştiğini anlasın canım artık!!!: Sosyetik bir kafede limonata içer, garsonla “Mrb, ben 26/türban/istanbul”laşırken, nasıl da sıfır yerçekimli ortamdalardı. Mini etek diyarlarında, mini etek giymeyenlere saygı o biçimdi. Mini etek diyarında, türbanlanmak bir moda seçimiydi. “Aaaaaaa ben sevmesem bile, takana saygı duyarım” idi. Mini etek diyarlarının eşsiz formülü, türbanlılara BİLE saygı duyulmasıydı. En güzel yönü buydu olayın, türbanlılar her ne kadar bira içmiyorlardıysa bile, bizim gibi seksi iç çamaşırı giyebiliyorlardı. Adeta prezentabl olmayan bir çalışan gibiydiler: Kasada durmadıkları sürece pekala onlar da bu dükkanda çalışabilirlerdi. (Deneyin bir de, korkunç İngilizcesiyle performans gösterdiği “Çılgın kapalıkafadarlar Laila'da” kısmı var ki, sırf Türkiye'de yabancı bir insan olmak özentisini tatmin etmek için gerçekleştirdiğine emin olduğumdan ve konuyla alakalı görmediğimden hiç girmiyorum.)

Fatih ve Nişantaşı, iki ayrı sosyal kural demetine sahip iki ayrı uç, sorun zaten genellikle bu radikalliklerin seyrelip, ortak mecraya aktığı yerlerde çıkmıyor mu? AyşarMan, sosyal deneyinin “Türkiye türbana hiç de dil çıkartmıyor işteee!” bölümünü, Bağdat Caddesi'ndeki bir cumhuriyet yürüyüşünde gayet güzel gerçekleştirilebileceğini, bir anlığına da olsa göze geleceği, türbana anca “gündelikçilerin vazgeçemediği bir saç aksesuvarı” şıklığında tahammül edebilen kadınların, ağız büzerek, onu sessizce “vatan haini” ilan edeceğini, veyahut derin entelektüel birikim ve muzip bir zekanın harmanladığı “ninja” ve “kara fatma” benzetmesiyle karşılaşacağını tahayyül edemiyor mu? Deneyin “Fatih'te eteği kısa, aklı uzun” isimli romantik komedi bölümünü ise, hiç öyle Fatih'e falan geçmeden hemen İstiklal Caddesi'nde, üstelik mini etek dahi değil, pantolonla canlandırabileceğini, filmin sonunda hakaret, işkence, tecavüz menüsünden büyük seçim ısmarlayabileceğini ve köşe yazısına ek olarak 3. sayfadan gerçek bir haber süjesi olarak gazeteye gireceğini, Dubai'de yaşamayan bahtsız arkadaşlarından biri ona söylemiyor mu? Fatih'e geçmeden Eminönü İskelesi'nin önünde beş dakika dursan yeterdi be ablacım.

Merak ediyorum, AyşarMan sadece şu yaptıklarıyla bile türbanlı/türbansız kadınlara ne büyük bir mahalle baskısı oluşturduğunun farkında mı? “Ne kadar da akıllı, seksi, sarışın ve kafa ütülemeyen-kısaca her eve lazım kadın” modeli olduğuyla övünürken, başı açık kadınları ötekileştirip, maço erkek gözünden değerlendirmelerine alışmıştık da, şimdi bir de başı kapalı olanları mı hedef alacaksın? Sorunlarını "başı açık hayat, oh ne rahat" sloganınla mı sona erdireceksin? Hakemlik camiasından cinsel tercihi yüzünden dışlanan gey hakemi anlamak için nasıl gidip bir kadınla yatman gerekmediyse, sıfır empatiyle, Temmuz'da boncuk boncuk ter havuzlarına dalıp çıkmalarla falan, “türban konsepti”nin arkasındaki, o insanları kapanmaya iten saikleri keşfetmenin (öteki/bizim) mahallesinden bile geçmemişsin be canım. Bir kadın olarak, diğer kadınların kadınlık hallerine gösterdiğin düşük hassasiyete rağmen, Fatih'e mini etekle giren kadın gazeteci kimliğine saygıyla, takdirle yaklaşmamızı mı bekliyorsun?


Ah be AyşarMan,
90'larda “Sex and the City” etkilenmelerinden dolayı yatak odası detaylarını, evlenmenle hem “sahipli” olmanın, hem de kocanla yaşadığınız Avrupai ilişkinin verdiği sevindirikliği ve sonradan görme elit hayatını, son zamanlarda da ileri zekalı veya çokbilmiş olmasını umut ettiğin kızınla yaşadığın pespembiş olaylar sosuna batırılmış, betonarme sorunlara getirdiğin karton çözümleri dinlemekten ibaret çilemiz dolmadı mı? Ne mutlu ki, gecekondu gibi bir gecede dikilmiş çarpık fikirlerin, sonradan dışı cam kaplı gökdelen önyargılara dönüşmesine en güzel örneksin, tek başına. Kadının kadınla derdini anlamak için seni incelemek yeterli olacak baştan başa.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Silvestiyle Twitter

Twitter diye bir dalga geçiyor üzerimizden, daha Facebook faciasını atlatamadan. Herkeş twit ediyor, baharda kuşlar gibi. Ama samimi ol, canımı ye. Adam diyor ki, uğraşamam hislerimi, duygularımı paragraflamaya, ardarda tren gibi cümcümlemeye. Ekşisözlük'te dolandırarak farklı nesneler üzerinden gittiğim konserleri, kimi yiyip, kimi içtiğimi anlatmalardan yoruldum. Blog da baydı ağbeaa. Doğamı yaşamak istiyorum, herkeşin beni bilmesini istiyorum. Okumaya üşenen de okuyabilsin istiyorum. (Amaç okuNma-yazILma oranını arttırmak yani.) Onun yerine tümmmmm insanlığa bir toplu mesaj, bir nevi SMS atayım Twitterımla. ULAN, buluşma yerine yarım saat-kırbeş dakika geç kalırsın da bir mesaj atmazsın arkadaşına, çaldırır kapatırsın dolmuşla İnönü Stadı'nın ordayken. ŞEREFSİZ. Zavallım, o cinnet kalabalığın giriş paragrafında, Burger King'in önünde, bekler durur seni. Yaklaşan her yeni insan öbeğinin içinde yüzünü arayarak, çevresini sarmış diğer sabırsız bekleyenlerin nöbeti yenilere devredişini seyreder hüzünle. Pencerelere yapıştırılmış menü fırsatlarının çerçevelediği bir resim olur. Solar gider.
Kırmızı kalemle, Twitlemelere örn, iki nokta üstüste, satırbaşı.
  • Of çok sıkıldım. Taksim'e yakın kimse var mıııııııııııııııııııı?
  • Batu nrdesn?
  • Ay pazartsilrden daralıormmmmmmmmmmmmmmmmmmmm ha.
  • Akşama zeytinyağlı fasulye olsa da yesek. ;) (illa böyle bir gizli mesaj, illa bir birilerine "alttan alta neler neler söylüyorum" hissiyatı vermece. Lise yıllıklarındaki "canım arkadaşım, senle çılgınlıklarımız saymakla bitmez! Kadıköy'e kaçışlarımız, son gece sabahlamalarımız, ders aralarındaki etipuflar, yağmurlu bir güneş, uğursuz Perşembe, salıncaktaki maviler." gibimtrak, zaten yıllığını okumayacak hayali ihracat sevgililere nafile seslenişler, "siz merak ettiğinizle kalın, biz o gizli anlamları biliyoruz ya" klanlaşmaları. Reddedilmenin, farkedilmemenin acısını, ağırlığını hafifletmeceler. )
  • Şu anda ayaklarını uzatarak film izlemektedir. (benzer mesajı MSN'de kişisel ileti diye yazan adamlardan da korkuyorum. Böyle film izleyenin izlediği filmi çeken yönetmene de ayrıca acıyorum. Yahu, sen kendini nerede sanıyorsun? Kim sanıyorsun? Oh, film izliyormuş. Tamam, şimdi rahatladık işte. Halbuki mesaj attık, cevap gelmedi diye var ya, ne korktuk ne korktuk. Gazze şeridinde yaşadığın için, belki ölmüşsündür sandık. Mayına basıp. )
Bir buçuk ay önce, inbaksıma Caner'den gelmişcesine duran bir mail düşüverdi. Diyor ki, Caner beni Twitter'da takip etmek istiyormuş. Kayahan-Emrin olur canım, başüstüne.mp3. Hemen bilinçli bir tüketici olarak girdim, dur adam madem izlemeye alacakmış bari accountum olsun. Ama önce öğrenmek gerek, Twitter ne. Bir fonksiyonu olmasını beklediğimden tuşlara basıp duruyorum. Baktım bir yere varmıyor, üye olduğumla kaldım garibanca. Arada spam gibi mesajlar geliyor bir takım ruh hastalarından, mesela 416775 kişiyi izlemeye almış, tek izleyeni yok. Şansını zorluyor, ki onu da okuyan çıksın. Okunsun, ki varlığı tescillensin. Diğerleri beni okuyor bak, demek ki varım. Eğer olmasaydım, okuyanım olmazdı ki. Kaç tane izleyen varsa, o kadar gerçeğim. İki kere, üç kere daha gerçeğim dünden. Her gün böyle biri eklese, oooh işim iş. Herkese yetemem. İyice kendimi geliştireyim. İyi ki varım ben, var ya. Ben olmasam bu izleyicilerim mesela, şu an ekleyemeyeceklerdi beni.
Benzer bir deneyimi Myspace denen olguyu anlamaya çalışırken de yaşamıştım. Birkaç sene önce Aliş demişti ki, "şarkılarımı yükledim, gelip bir bakıversene". Hevesine karşılık yorum yazmak için üye olmaya niyetlendim, sonra düşündüm; herkeş üye oluyor da, herkeş müzik mi yapıyordu? Yo-yapmıyor. E peki ne diye üye olunuyor bu kuruma? Herhalde Yonja ve SEKSenbinyediyüzşey sonrası, Pre-Facebook dönemde, sosyalleşme platformu olarak kullanıldı. Kızlar fotoğraf yükleyecek, hem sevdikleri şarkıcılarla sanki tanışıklarmışcasına bir ortam yaratılacak. Sevdiğim gruba bir adım daha yakınım, Facebook'ta da grubuna girdim, Myspace'de arkadaşlarıma ekledim, şimdi bilgisayarın başına takım elbiseyle oturuyorum ki beğensinler. Ne yorum yazsam, ne fotoğraf koysam hep önceden kontrol ediyorum. Sevdiğim sanatçı bakacak madem, belli bir formatta olması lazım. Yoksa adam çıkaracak beni gözden ya. İngilizce yazarken önce spellcheck yapıyorum ki, sonra adam demesin ki "ay ingilişçe bilmiyor mu bu?!". Kendimi en güzel şekilde ifade etmek istiyorum ona. Kendimi en güzel şekilde, her şekilde, her yönde ifade etmek, 1'ler, 0'lardan ibaret sanal bir ortamda, bir gigabaytlık da olsa saltanat sürmek istiyorum. MSN'e şey adresimi de yazayım, takip etsinler. Facebook'a şeyimin linkini koyayım da, görsünler. Link link, dantel gibi öreyim anayurdu bir baştan. Görmek isteyen, bulmak isteyen, şakk diye eliyle koymuşcasına dünyama girsin. Girip de çıkamasın.
Toplumdaki önlenemez gözetleme merakının, internet üzerinde nakde çevrilmiş halleri. Naturel seleksiyon sonucu kaybettiğin ilkokul arkadaşına yeniden kavuşurken, kaç milyorlara satıldı Facebook bak. O samimi günleri, koridorda oynanan dansa davetleri, önlük kemerinden tutup yakalamaçları anarken siz, Google veritabanlarına adın soyadın, tanıdıklarınla beraber hayat ağacın döküldü ilmek ilmek.
Ay başıma ağrılar girdi, ben evden çıkıyorum. Güzel bir video buldum çok eskilerden, onu bırakıyorum geride. 90'lar deyince "aaaa Harun Kolçak gir kanıma di mi? Ay ne güzel yıllardı doksanlar." sığlığında yaklaşanlara inat. Vokallerde İzel ve Ercan'la beraber Seden Güren söylüyor, Olmaz dostum. http://www.youtube.com/watch?v=UsNB7OjjC6Y

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Teşekkürler Türkiye!

Bir insanın güneşlenmelerden eve gelip mailinde "ilk basılmış işin için seni tebrik ederim" içerikli bir mail bulmasının ihtimali nedir, bugün bunu irdeleyeceğiz candostlar. Tanıdınız mı, ben sol triplerdeki, türkü bar tadındaki Roll dergisi. Dostumdostumdostum.
Eve gelince ve hatta tüm zaman dönümlerinde, uyandığımda, evden çıkmadan, banyo yaparken, banyo çıkışı, tırnaklarımı keserken, saçlarımı kuruturken veyahut ruj sürerken, televizyon seyrederken, yatmadan önce, yatıp da uyku tutmadığında, herhangi bir anda adeta gerçeklik yoklaması alırcasına laptop kapağımı açar, çalışmadığım, bir şeyler okumadığım zamanda bile bazen sadece wallpaperin üzerinde okla kareler açıp açıp, genleştirip daraltıp dururum. Bilgisayar başında oturmanın müptelası olmuşum adeta.
Yine, bugün eve gelince daha üstümü bile çıkarmadan (ve bir süre daha çıkarmadım ha, kendini unutup yatmadan önce hala elbiselerimin altında bikiniyle durduğumu farkettim, yalan değil) bilgisayarımı açtım ve bu maille beraber iki mail daha aldım. Ama bu mail içeriği en enteresan olanıydı. Bir süre ekte bir şey olduğunu görmediğim için bambaşka alemlere daldım. Başka bir şey kastettiğini sandım. Sonra daha başka bir şey. En son kafamı arkaya çevirip laf yetiştirmeksizin maile baktığımda ekte bu resmi gördüm. Cancun'u aradım. Bu ne? Anlamadım ki. Şaka mı, ne bileyim, internette bir site var gidip form dolduruyorsun ve sana sanki böyle gazete küpürü gibi bişey mi çıkarıyorlar? Yok, öyle değilmiş.
HaberTürk diye bir gazete varmış. Bilmiyorum, belki parasız veya çok ucuza veriliyordur. Vapurlara falan bedava koyuyorlardır. Gazetenin niteliği hakkında bir fikir sahibi değilim. Fakat şansa, bugün bu gazeteyi okuyor Cancun, sayfaları geçiştirirken bir anda bunu görüyor. Yazımı okuduğu için fotoğraf ilgisini çekiyor galiba. Sonra gidip scan ediyor üşenmeden ve bana yolluyor. Ben de güneşin altında iki kitabı birden okumuş olmaktan mıncık mıncık, nuhun ankara kıvamındaki beynimle mailde alt anlamlar arıyorum. Falanfilan.
Herneyse,
Asıl başka şey yazacaktım, o da sonraya kalsın. Ben de bağlamı meçhul bu reklamım için teşekkür edeyim.
P.S. İlk basılan işim bu değil.
P.S. İkinci basılan işim de bu değil.
P.S. Büyük terbiyesizlik yapıyorsun ama affettim madem scanle uğraşmışsın. Barışalım.
Ben orta birde falanken galiba, bir gün okula bir afiş asıldı dandikten. Bak dur, anlatmazsam ölürüm. Scan deyince hatırladım. Böyle ergen anılar damla damla dökülüyor ilk çağrışımda. Evet. BurakBora'nın seçkin ailesine katılışımın ikinci, bilemedin üçüncü yılıydı. Henüz okul yemekhanesinde yemek yiyordum diyeyim, o derece. Okuldaki durağan hava, adamı boğuyor, sonra daha beter boğmak için arada sakinleştirip ferahlatıyordu. Bir gün panoda asılı bir kağıt gördük. Afiş dediysem hemen heyecanlama, bir kuru a4. Üzerinde BrainScan yazıyordu fevkalade korkunç biçimde. Grup, konser, bir şey diyor. Öğle tatilinde. Şipor salonunda. Kalk sen git. Herkes bir yaban. Alışmamışız böyle aktivitelere. Korktuk, gidince zıpkınla falan avlarlar mı diye. ŞAKA. OKULUMUZU ÇOK SEVİYORUZ VE DAİMA DA SEVMEYE DEVAM EDECEĞİZ. Hayır. Hiç sevmiyoruz. Devam edelim.
Şimdi nasıl tasvir edeceğimi inan bilemedim, o derece, öbek öbek, iki orada, üç burada öğrenciler, toplu izleme kültüründen uzak bir vaziyette, geçiyordum uğradım imalı gözucuyla sahnedeki gençleri süzüyor. Genç diyorsam, bizim lisenin son sınıfından bıçkın, yağız, yiğit metalci tayfası. Allem kallem müdürden izin mi almışlar, bilemedim, çalıyorlar, konser ediyorlar. Sağolsunlar. Onlardan sonra bir daha da tekrar edilmedi zaten bu organizasyon.
Güzele odaklanalım, yola devam:
Brainscan, beynimizin yeterince skenlendiğine ikna olduktan sonra, brutal vokallerin tozu dumanıyla dağıttığı perdesiz, bölmesiz okul sahnemizi terketti. Biz, sadece bu etkinliğin benzeri olmadığı için bile, hevesle, sevinçle, daha uygar bir dünyanın hayaliyle sınıflarımıza dağıldık.
Sonraki senelerde gurbetçi punkrocker bir arkadaşımız bahçedeki mermer Atatürk büstünün üstünde oturup ağlayarak metalika söyleyene kadar da, böyle enteresan bir duruma tanık olmadık.
Yine de, ne güzel gruptun sen Brainscan.
Madem Roll'la başladık, durmak yok, Roll'a devam. Aşık Veysel'den gelsin mi o halde? Hemen akabinde hareketli halaylarımız sayesinde oturmak hayal olacak! Haydi dostlar, haydi can!

10 Temmuz 2009 Cuma

Distopyanın replikant pin-up kızı : Rachael

Blade Runner'ı ilk defa Parliament Sinema Kulübü furyasında, annem içerde ütü yapar veyahut bulaşıkları yıkarken, ikili koltuğa kurulup babamla beraber seyretmiştim. Farklıydı. Bol koşmalı, bol teknolojili olmasına rağmen canımı sıkmamıştı, ilgimi dağıtmamıştı. Müzikleriyle, kostümleriyle, mekanlarıyla bir "öte-şey"di. İleri zekalı dördüncü sınıf çocuğu aklımla ne olduğunu çok kurcalamasam da, duygusal zekamın marifetiyle, tutup içine çeken karanlık atmosferini, Barbie logosu pembeliğinde hayallerle dolup taşan aklımın bir köşesine huzursuzca not ettim, sonra da senelerce bir kere bile denk gelemedim. Taa ki ÖSS'den önceki geceye kadar.
Dur bak, annemin son gece bombası. Kolejler ve Anadolu Lisesi sınavlarından beri hiç Türkçe çalışmıyorum, hep her şeyi biliyormuş gibi davranıyorum diye Aydın Bey isimli öğretmen bir arkadaşını, eksik konum varsa çalıştırıp hatırlatması için çağırmış eve. Çeşitli sebeplerden gelmek bilmemiş bir türlü adamcağız. Biz de akşam yemeğimizi yemişiz, atv'de birden Blade Runner başlamış. Sevinçten gözüm dönmüş, nasılsa bu saatten sonra adam gelmez. Fakaaat (gerçekten fuck!at), daha o ilk sahnede dindon diye Aydın Bey kapıda belirmesin mi? "Yarım saate başımdan savarım, NOLCAK" diye düşündüm önce. Adam geç kalışının mahçubiyetiyle konu bombardımanına başlayınca, anladım ki ÖSS çilem dolmamış. Aslında evet. Son 4 ay kala kitabı defteri kapatıp, dershaneye uğramayıp, "artık çalışmıyorum yeter ULAN" buyurmamla beraber, ÖSS'de üzerime düşen çileyi çekmemiştim yeterince. O çift dershaneli, o özel dersli, durmadan test dağıtmalı, tahtada renkli kalemlerle olmadık açı paralellikleri bulmalı, seviye tespit etmeli, yine yine tespit etmeli, eklemeli, ortalamalı, bölüp katsayıyla çarpmalı ve sonra AOBP dahil kaç olduğunu bulup gelecek planlamalı dönem hayatımda kapanmıştı bir süredir. Bu sebepten, ÖSS son gece öcünü Aydın Bey marifetiyle alıyor, hesabı denkleştiriyordu işte.
Bir kaç saat sonra Aydın Bey antrede fırça bıyıklarında (annemin ÖSS korkusu ve "kızıma bir harf öğretenin kölesi olurum" zihniyetinin kombinasyonuyla pişirdiği) fırında sütlaç, çeşitli kurabiye ve Türk kahvesi telve kalıntılarıyla ayakkabılarını bağlarken ben salon koltuklarına ilişmiş, ağzım yalandan Aydın Bey'e "teşekkür ederim... bakalım.. tabi, tabi aynen dediğiniz gibi.. dinlenirim bu gece güzelce.. hehe, inşallah hocam.. haber veririz elbette... hoşçakalın" derken, bir elim kumandanın ses düğmesinde, Aydın Bey'in kapıdan çıkması anına odaklı, filmin anca son sahnesini ve kredilerin akışını izleyebilmiştim. Hay bin kunduz.
Ufak bir ayrıntı olarak şunu da alt yazı geçeyim: 2000 ÖSS'sine ufacık da olsa damga vuran bir olay da şudur, basına sızdı mı hatırlamıyorum: Gece canım ciğerim bir arkadaşım arıyor, "hemen fake bir mail alıp falanca adrese mail at, ÖSS sorularını gönderiyorlarmış" diyor. E ama birkaç saat kalmış sınava? Daha uyuması var? Ne zaman çözücem ki soruları, kim uğraşacak? Ya sen al, deli misin! Ben fuckoss@hotmail.com diye adres aldım, adamlara mail attım. Soruları kesin gönderecekler. AMAAAAAN, boşver be. Yalandır. Öyle olsa iptal edilir hem. Herkes yapıyor bak, sonra bir anda herkes ful çekerse kalırsın dımdızlak. Çalmışlar mı yani soruları? Tabi ya, çalmışlar, ne sanıyorsun. Bize en son ulaşmış, çoktan yüzlerce, binlerce insan atmış mailini hep. Bir sen eksik kalacaksın. Kalırsam kalayım, kaç tane grubu var bu işin. O saatten sonra elli grup soru mu çözücem. Yarın sınavda bir kere çözerim daha iyi. SANA DA İYİLİK YARAMIYOR HAA, iyi, sen bilirsin. Ben seni ararım eğer sorular gelirse. Saat çok geçse arama ha. Dııııııııııııııı.
Telefon bir daha çalmadı. Ben uyudum. Ertesi gün dövüş sanatları marifetiyle mi bilmiyorum, ortadan ikiye ayrılmış, dizlerimin sabitlediği bir sözde sıranın üstünde Türkçe'den ful çıkardım ama, korkmayın. Bir de yatmadan önce baktığım periyodik cetvel sayesinde iki soru yapmıştım. En üzüleceğiniz nokta, geometriden çok sıkıldığım için matamatık netlerim biraz düşük geldi. Ama fuckoss adresini alan arkadaşa, gece sorular bir türlü gelmedi. Maalesef.
Her neyse,
Tolgalarla takılmaya başladığım ilk dönemlerde, Blade Runner mevzusu baya sardı bizi. Beraber yeniden keşfetmenin gazıyla bu filmi sayısız kere izledim. Birkaç tanesini 2001: A Space Odyssey izlemek için gittiğimiz Beksav isimli, solcu tripli kültür ve sanat evine getirilmiş, film arasında verilmiş orjinal VCD'sinden. Hey gidi. 2001 yılında teknolojinin bu kadarı. Yine, yine izliyorum. Sonra televizyonda falan tekrar karşılaşmalar, derken o büyük zevk: İSTANBUL FİLM FESTİVALİ'NE THX 1138 ve Brazil'le beraber BLADE RUNNER GELİYORMUŞ! Yaldır yaldır doldurulan festival rezervasyon formu. Zarfların içinde, aşk mektubu gibi İKSV'ye form teslim ederdik bir zamanlar. Arkasından "ya bilet kalmazsa, ya talep çoksa" panikleri gelirdi dalga dalga. Haberiniz yok, Biletix sponsorluğunda yaşamıyorduk eskiden GENÇLER! Sıraya giriyorsun, yer kalırsa biletini alıyorsun. Yaa.
İsveç'te Serhan'a ilk izlettiğim film belki de Blade Runner oldu. Hususi abandırıp indirtmiştim de gece trenine yetişmek ve evime dönebilmek telaşıyla son 20 dakikasını göremeden otobüse koşuşturmuştum. Şimdi de dün akşam TV'de Blade Runner gördüm de yine.. Aklıma Rachael'ın ne büyük bir moda ikonu olduğu geldi. Aşılmaz gibi görünen replikant ciddiyeti, o muhteşem kürkünün içinde ufacık duran biçimli kafası, dolgun, şelale gibi saçları, içli kaşlarının altında kocaman gözleri, kıpkırmızı dudakları, damlayıp düşecek gibi zarif burnu, keskin çizgili döpiyesleri. Herkesin ciuv ciuv olduğu bir ortamda, sanki 1940'lardan ışınlanmış bir kadın. Hem seksi, hem gizemlisin, hem küskün, hem tutkulusun be Rachael. Aklı olan bir erkek daha ne ister, merak ediyorum. Aklı olmayanın ne istediğini biliyoruz canım, iki meme bi kuku. Veyahut daha beteri, Natalie Portman. Yani (iki meme bi kuku) eksi (iki buçuk meme).

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Elive Shafuck - Nakdin kanununu yazsam yeniden.mp3

Yağmurlu bir insan by rebelwithoutacause
Artist's comments: çaresizlikle bağladım elimi kolumu, sen gittin ya benden..... Her yerim günah, arınamam. Bu eller kimlere baktı, bu gözler kimlere dokundu, bir bilsen. Gelme, sakın gelip bulma bu saklandığım yokluk zindanının kuyularla kapanmış penceresinde. Ben senin gittiğin yerde, o ana zincirli. Topuklarımdan süzülen kan, ağzındaki yaraya değmez. Martılar uçsun, konsun yüreklerime. Hepsi birden, hepsi bir ağızdan çağırsınlar ismini. Bedenime kazıdım seni, çıkmaz leken.
BANA BENİ GEREK BENİ!
Elive Shafuck'tan hareketsiz bir parça geliyor: Nakdin Kanununu Yazsam Yeniden

Merhaba, ben Elive Shafuck. Elif Şafak değil, doğru konuş. elifsafak.us/en adresinde İngilizce opsiyonu var, bilmiyor musun? İyi ki. Ki çok sayın yabancı misafirlerimiz sayın Şafak'ın adını doğru söyleyebilsinler. Sayın Shafak.

Shafuck'ın marifetleri sitesinde ismini İngilizceleştirip, DÜNYAÇAPINDABİRYAZAR olma hevesinde de bitmiyor; Altınbaşak gibi tatsız tuzsuz edebiyatını kremalı pasta lezzetinde pazarlıyor, anneliğini cümlealeme edebi şekilde duyurduğu, ismi Massive Attack'in masif hiti Black Milk referanslı, (böyle olur geçkin bir ergenin hamileliği) Siyah Süt diye bir kitap, suya sabuna dokunmasa bile zamanlaması sayesinde kendine gündem yaratacağı "Ermeni sorununun insan hikayeleri üzerinden duygusal anlatımı" içerikli "Baba ve Piç" de döktürmüştü, hatırlarsınız. Şimdi de artık entellektüel kapasitesini son mertebeye vardırıp, Mevlana'ya, Şems'e sardırıyor. Kanada'da gurbetçiliği yener yenmez kendini alterliğe veren, r özürlü Mercan Dede bir yana, o da tasavvufta kendini buluyor. Bu ne tasavvufmuş arkadaş, bu ne ayrıcalıkmış! Herkese benden birer büyük seçim tasavvuf menü! Alter dünyada Türk olmanın tek makul özrü tasavvufa sarınmak.

Sayın Shafuck'ın Mimar Sinan Fındıklı kampüsünde iki gün süren Oğuz Atay sempozyumunda Atay'ın edebi kişiliğini ve yazdıklarını tasavvuf penceresinden yorumlayışı dün gibi aklımda. Yeni güneş gözlüğüyle çevresini baştan algılamaya heves eden bir çocuk gibiydi. Yine bitkin, altı şiş gözler, yine ellerinde Barış Manço yüzükler, bakımlı kadının hafif ve basit olduğunu vurgulayan yine o yoluk yoluk, "işimdeyim gücümdeyim" saçlar, yine 90'lar Akmar pasajı kızı modasının vazgeçilmezi uzun batik etekler, o naif hava. Titrek sesinde, köpek gözlerinde bir sözde mahçubiyet, kendini geride tutma, mütevazilik. "Bu kadarını göstersem bile siz anlayın ve takdir edin ki ben ne büyük bir yazarım" duruşlar. Az sonra "ya anneaa ya" diye bağıra bağıra odasına gidip kapıyı çarpacakmışcasına "dünyanın yükü omuzlarımda, en büyük derdi ben çekiyorum, haberiniz yok, ÜHÜHÜHÜH" bakışlar. Her erkeğin kolunun altına montelenebileceği bir kırılganlık. Böyle yapmacıklık, böyle bir çaktırmadan yetkin ağızlık. Gençlerin ilgisi çekilsin diye kasten çağırılmış belli. Çünkü bu kadını okuyup beğenenler, Türk edebiyatını bu geçkin alterin yazdıklarını okuyarak hatmettiklerini sananlar var. Tıpkı Türk sinemasını Türkan Şoray/Tarık Akan romantik komedilerinden ve modern zamanlarda Çağan Irmak'ın gözyaşı seli goygoylarından ibaret sananlar gibi, Türk edebiyatını da lise kitabından tanıyıp, "köyün muhtarı oturduğu kırık sandalyeden sendeleyerek kalktı, alnının terini, dirseği parlamış ceketinin koluyla silip Satı Kadın'ı çağırdı."dan ibaret sananlar, bu chok chılgın ablayı okuyup, "hah işte, şimdi Türk edebiyatını kendime layık görebilirim" diye yücegönüllülük gösterip Türkçe yazmayı keşfedenler, sahiplenenler var.

İnternette gazetelerden okudum da öğrendim; pembe kapaklı, AŞK diye bir kitap tutturmuş Sayın Shafuck. İçinde tasavvufa sarınmış. Kendini yüceltip uzaktan bakmalara doyamıyor ki, üstüne Radikal Cumartesi'ye bir röportaj vermiş. "Kendim diye demiyorum ama çok büyük yazar Elif Shafuck" ana fikirli, yazarlık serüvenini adeta peygamberleştirdiği, ulvileştirdiği "Yazar dediğin kaleminin köpeğidir/Yazarken kendimden geçer, transa girerim/Bu kitap bana İngilizce geldi, Türkçe gelseydi Türkçe yazacaktım" gibi söylemleriyle, midemi ağzıma getirdi durdu. İngilizce "gelen" ayet/kitabını İngilizce yazmak durumunda kalan Shafuck, kitabı tasavvuf edebiyatında usta bir adamcağıza (Kadir Yiğit Us) verip Türkçe'ye çevirttikten sonra, zahmetli kısım atlatıldığından olsa gerek, bu sefer adamcağızın çevirisini "düzelmeye" niyetlenmiş ve BÖYLECE AYNI KİTABI İKİ KERE YAZMIŞ MEĞERSEM!!! (Filmin sonunda krediler ekranda akıp giderken "Çeviren: Eşekbaşı" elbette.)
Nitekim narsizminden görsel olarak da kaçılmıyormuş; billboardlarda, dört bir yanda kitap için çektirdiği deviantart ergeni misali fotoğraflarıyla da yer alıyormuş. Böyle sol üst köşeden çekilmişcesine Facebook, kaşları hüzünlü çatık pozları ayna karşısında mı çalışıyormuş, merak ediyorum. Sivilcelerini kapıda bırakıp yetişkinliğe geçemeyen, canhıraş "BEN DE SİZDENİM!!! BENİ DE İÇİNİZE ALIN!!! BEN DE SONIC YOUTH/POST ROCK DİNLİYORUM!!! BEN DE ALTERİM!!!" çırpınışlarıyla başkalarından önce kendine hayran, kendinden tahrik olan bu insanı yüzükleri ve batikleriyle beraber ayna, fotoğraf makinası, kalem, kağıt ve narsizmini dünyayla paylaşabileceği herhangi bir aletten çok uzağa hapsetmek gerekiyor.

Şimdi de ne olmuş, vah yazık, Türk erkekleri pespembiş kapaklı AŞŞŞŞŞK kitabını okuyamamışlar, çünkü taş fırınlıklarına halel geliyormuş. Efendime söyleyeyim, gazete kağıdıyla kaplatıyorlarmış. Örn: Tamer "Kuzenle Transformers'ı oluşturup, Rus fahişelerle foursomeda yakalanmaca" Karadağlı, kitabın kapak renginden hoşnut değilmiş. Bunu dile getirmiş. Yayınevi hemmen durumun vehametini farketmiş ve kül rengine dönerek kitabı unisexleştirmiş. Vah canım! Elif Shafuck bu noktada alterliğini, Akmar Pasajı kanını, ucuz anarşistliğini, postrockerlığını evde unutmuş da, "yemişim ulan, Tamer Karadağlı gibisi de benim kitabımı okumasın zaten" diyememiş mi? Diyememiş. Tasavvuf dünyasının bestseller yazar olma hevesiyle kesiştiği o boş kümede durduğundandır.

Sonracığıma, kapağı tasarlayan Alametifarika Ajans Başkanı ve Yaratıcı Direktörü Sayın Uğurcan Ataoğlu Buyurmuşlar Ki; Rengi Değiştirmiş ve Kül Rengi Yapmışlarsa Sebebi Varmış. (" Aşk, kapak tasarımında da bir süreç olarak göz kamaştırdı ve küllendi. Kitap okurken yazarla, yazdıklarıyla, kapakla doğal olarak farklı farklı ilişkiler kurarız, yolculuğa çıkarız. Bu da bizim kitap kapağı için yaptığımız tasarım ve mana yolculuğu.”) Bu son derece saygın ve bir o kadar da klasik orospuçocuğu reklamcı ayaklarına da inanıp hemen "Aaaaa, aşk yanmış, sönmüş de kül olmuş. O yüzden kül rengiymiş. AAOOOOOY CONIIIIIIIM. Ne kdr ho$!" deyip rahat rahat Aşk'ın kapak renginin nakde endeksli oluşunu gözardı edebilirmişiz. Erkeklerimiz okuyabilirmiş; bizim hassasiyet eşiği düşük, hassasiyet eşiği sadece pembe kapaklı kitap okudu diye gey sanılmak konusunda düşük erkeklerimiz de nihayet Mevlana ve Şems'in eşcinsel aşkının ilham verdiği bu kitabı, eşcinsel sanılmamak adına kül renginde okuyabilirmiş.

Yatırımcı, iş adamı, paranın köpeği, daha ortaokulda broker olma hayalinde arkadaşlar da bir ayaklansın da 20'lik, 50'lik banknot renginde de basılsın şu kitap. Herkesin aşkı başka nasılsa. Bıcıbıcı ergen kızlar için dönemin moda müzisyenleri kapağı süslesin, yanında soundtrack albümü hediye edilsin. Elif Shafuck bu nadide kitabı yazarken neler dinledi? Öğrenelim. Yine hava ve deniz kuvvetlerinde çalışan arkadaşlar için mavi, vejeteryanlar için yeşil, kitabı yengesigille beraber okuyan ortasınıf ev hanımlarının güzel hatrı için dantelli, televizyonun yanındaki uyduruk kütüphanede Şu Çılgın Türkler'in yanına konmak için ay yıldız motifli çeşitlerimiz de mevcuttur.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Miko in da house

Her sabah Larry King izliyoruz CNN'de. Her sabah Michael Jackson'la ilgili gelişmeler, kah eşine, dostuna anısını anlattırmalar. Bir de programda yancısı var: Miko Brando. Soyad ele veriyor, ÜNLÜ EVLADI. Marlon Brando'nun binelli çocuğundan sadece birisi ve IMDB'den baktığım üzre Michael Jackson'in lifetime bodyguard'ı, canı ciğeriymiş.

Larry King, telefondaki Quincy Jones'u, yeni gerdirme estetiğini göstermeye gelmiş stüdyodaki Liza Minnelli'yi, Jackson'dan kankasıymışcasına bahseden Usher'ı ve nice ünlüyü sorgularken, ikiye bölünen ekranın onikide birinden ufak şekilde Miko'yu da izliyoruz. Ortama saygı düzeyini Hawaii gömleğinden anlayabildiğimiz Miko, Brezilyalı pezevenk/uyuşturucu satıcısı saç, sakal ve ağız kombinasyonundan, cücük gözlerinden, sıkkın bakışlarından, kaşından gözünden ne hortumcu, ne goygoycu, ne "ver yiyim ört yatıyim"ci olduğunu ele veriyor. Kah "Bu son konserin var ya Michael, olay olacak, olay. Bak söylüyorum. Sonra demişti dersin. Olay. Konseri DVDletir de satarsan hele var ya, olay bitmiştir. Oturduğun yerden trink para. Seni artık tutabilene aşkolsun. Bizi de yolda görsen tanımazsın artık he? EHEHEHEHEHE. Yolda diyorum yolda, görsen diyorum, tanımazsın diyorum. HEHEHEHEHE. Yolda dedim de bak, ne diycem. Gelirken bir araba gördüm, yemin ediyorum, tay olmuş gidiyor. Kaçıyor. Seninkiler de güzel, antika falan ama hantal biliyor musun, böylesini inan bulmanın var ya, MÜM-KÜ-NATI YOK! Bizim galerici bir tanıdık var, hemen onu aradım. Hatırla ricayla sana 200.000 dolar yapacak. Ne zor ikna ettim, bilsen. Adını da vermek istemiyorum ha, kendime alacakmış gibi konuşuyorum. Allem kallem kapattım şimdilik arabayı. Büyük yemin verdirdim, satmayacak öğlene kadar. Delikanlı çocuktur, "servis-bakım bizimdir, cebinden para çıkmaz" dedi. E, sürüp kullanmadıkça zaten servisi bakımı ne olacak? Bir gidip bakalım, olur canın çeker, beğenirsen sonra içinde kalmasın. Bu arada dolapta bir muz kalmış, yiyorum ha. EEEE, Ne yapıyoruz bu akşam? Ne diyorum biliyor musun, bir viski patlatırız Ha? Ne diyorsun? Dünden kalan kokoyu da yanına meze ettik miydi, var ya, eyvah olsun bizi tutana. HEHEHEHEHE. Hoşuna gitti di mi? Sen de insansın be ağbi, konser monser tamam da buna da kafa derler biliyo musun? Arada kafayı düzleyeceksin valla AHAHAHAHA. Bana ne bakıyorsun, ben BALATALARI KOMPLE YAKMIŞIM yakmış. AHAHAHAHA.", kah "Michael Jackson denen insanoğlu var ya, tövbe şimdi arkasından konuşur gibi ama, saf yahu, öyle böyle değil. Bizim gibi görmüşlüğü geçirmişliği yok ki! Koç gibi gençtik, harcandık, şimdi böyle maskaraya yancı olduk, bakma. Dedim o gün, çektim resti. "Alıyorsan al ulan, benim arkadaşım başımın tacıdır, paşamdır. Gül gibi arabayı ayırmış, sen almasan bir başkası alacak. Keyfinin kahyası değil ya!" dedim, çektim resti. AMA NASIL BAĞIRIYORUM, BİR GÖRSEN! Üzülüyorum da sonra, biliyor musun? O da bir gariban. Boynu bükük, böyle duruyor, yan yan mahçup bakıyor. İçim eziliyor, içim. Biz bu ciğeri böylelerine dağıttık, heba ettik işte. Hele bu. İnsan desen insan değil, hayvan desen hayvan değil. Böyle ben çekip çevirmesem bir yaralı parmağa işediği yok. Bunca para, mal, mülk.. Yok.. Eve bir gün bir kadın, bir şey girmiyor. Elimiz şeyimizde kalacaktık az daha. Çiftliğin arkasına ufaktan bir villa diktirmiştim geçen yaz. Bahçe işi dedim, ruhu duymadı. KALKIP İŞEMEYE GİDEMİYOR, KOCA ARAZİDE BİZİ Mİ BULACAK? İşimizi görüyoruz, ayıpsın. HEHEHEHEHEHEH. Sen bu abini ne sanıyorsun O'LUM, biz de dün doğmadık. Gereğini gördüğümüzde her işin en kralını yaparız. YARDIRIRIZ! Gülme, doğru diyorum. Vaktinde adım geçtiğinde şu caddeyi görüyor musun bak, şu galericiler var ya önde hazır olda bekliyordu ki Miko gelip bizden araba alsın da, parasını vermesin yeter ki diye. Ara babanı, sor anlatsın. Onla da az yiyip içmedik, keraneci, o napıo şimdi? Sen anlat, ben dinliyorum bi yanda az turliyim buraları. Lan, lan o'lum şu açık mavi yeni mi geldi? VAYVAYVAY Kİ VAYLAR OLSUN! ADAMLAR ARABA YAPMIYOR, UZAY MEKİĞİ ANASINI SATAYIM! ADAMLAR NE YAPACAĞINI ŞAŞIRMIŞ ARTIK! Alıp kaçayım mi bir iki gün? OĞLUM, ÇİZDİK Mİ DE KONUŞUYORSUN? HAYRETSİN HA! Biz sana 180.000 dolarlık işi getirmişiz altın tepside, sen şu iki kuruşluk arabayı bizden.. O 20.000 kardeşinin canım, KARDEŞİNİN. Arabanın vergisi. Allah vergisi. AHAHAHAHAH. Hadi anahtarı alırım ben çocuktan. Kaçtım ben. Sen de kal sağlıcakla.".