30 Temmuz 2008 Çarşamba

Mütemadiyen Batman


İşte taraftar, işte şampiyon.

Aynı hafta içinde ikinci kere Batman'e gittim. Bu Batman hadisesi bende enteresan duygular uyandırdı. Burada Milliyet'in çakma kültürsanat eki misali, "merhaba arkadaşlar, bu haftaki kapak konumuz falanca film" moduna girmek hiç istemem, boşuna ürkmeyin. Yine de burası benim alanım, "kendimi ifade etmek için çok güzel bir platform bence"(© copyrighted by BBG yarışmacıları).

Her şey bir yana, tıfıl oğlan Heath Ledger'ın dönüşümü, koskoca, dev bir arızaya can-kan vermesi takdire şayan. Ağıraksaklığı, cüssesi, deliveren bakışları tamı tamına olması gerektiği gibi. Hastane sahnesinde, aslında iriliğinin kostüm icabı olduğunu az biraz anladıysam da, yakaları, manşetleri yağlı gibi duran mor takımının içinde, bakımsız, nemli, pis saçları, akmış makyajı ve herkese farklı anlatıp durduğu yüzündeki yaraların hikayesiyle çok şık bir arızaydı, Joker. Daha önce Joker kimdi dediğimde, Batman cahilliğimden dolayı Jack Nicholson'dan öteye gidemiyorum, heyhat, zaten bu Joker'in yanında o da sünnet çocuğu gibi kalıyormuş.

Hemen bir "altokuma/gerçekle bağlantılandırma" çabasıyla bu güzelim filmin içine etmek istemem. O yüzden her etkilendiği filme/kitaba, kurgu esere ağıt yakan Perihan Mağden banalliğine girmeyeceğim. Hiç unutmam bir keresinde Dark Water (Karanlık Sular) isimli Japon korku filminin "hikaye nerden çıktı, bu kız niye herkesi öldürüyor, seyirciye artık açıklamanın vakti geldi" fazına yönelik histerik duygular beslemiş, izlediğinin ertesi günü "ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar. İşte, Hotaru (farz edelim filmdeki annenin ismi bu) kendini nasıl feda etti. Hotaru yalnız, Hotaru çaresiz, annelik kolay mı? Yüreği pare pare olmuş, biliyor ki evladı Mitika(yine farz ediyoruz, isimler aklımda kalmadı da) ölecek. Kendini atıyor, feda ediyor. Hangimiz etmeyiz ki? Evlat nasıl ciğerde yaradır, bilmez miyim? İzlerken Hotaru için bir kere de ben öldüm. Bidibidibidibidi.. " yazarak, bende "hay bin kunduz, kurgunun da tadını kaçırıp, kendinle de bağlantı kurup öldürdün ulan bizi, öldürdün. Film zevki bırakmadın adamda!" demiş idim. O yüzden Joker karakterinin bende yol açtığı çağrışım ve arkaplan üzerine fazla konuşmak istemiyorum. Diyeceğim odur ki; epey arıza, epey şıktı. Özellikle arızanın, öldürmenin, yok etmenin, bir karşılık beklemeden, kendiliğinden oluşu, Joker'in paraya, güce, aileye, dünyanın binbir çeşit maddi manevi değerine prim vermeksizin, suç işlemek için suç işleyen, "her şey her zaman kontrol edilemez" mesajından başka mesaj kaygısı taşımayan, elengan bir suçlu olmaya çabalaması çok şıktı. "Ama o da insaaaağğn, onun da duyguları vaaııırr" yapmacıklığı da olmadığı için, ayrıca tebrik ederim. (Kimi?)
Gelelim başka güzelliklere:

Kim ne derse desin, bazı aktörlere para yakışıyor, kardeşim. Türk dizilerinde görüyorum mesela, senelerce skeçlerde zayıflığı sebebiyle fakir adamı oynayan, rollerinde kasabın manavın önünden borç yüzünden saklanarak geçen adamlara Osmanlı hanedanının tek varisi rolü gibi şeyler oynatıyorlar. Dizinin gerçekliğine bir an olsun inanmak için eşekarısı olmak gerekiyor. Ben derim ki binbeşyüzmilyon özel üniversitenin açtığı özel fakülte ve bölümlere Kasting de eklensin. "- Nerde okuyorsun? Okan Üniversitesi, Kasting." gibi diyaloglar geçsin. Belki Türk halkı, sağduyuyla bulamadığını okuyarak öğrenir.

Evet, yazdıkça başka yerlere sapıyorum. Farkındayım. Toplayalım.

Christian Bale'e zengin rolü yakışıyor. Adam para için doğmuş adeta. Aynı sendrom Hugh Grant'te de var, bak. "Çalışmam ama aileden kalma param var, ben de boş zamanlarımda romantikkomedi aşklar yaşıyorum" durumu ona çok yakışıyor. Bale, bu kıyaslamada daha ziyade "ders zamanı ders, aşk zamanı aşk. her şeyin zamanında ve dozunda olanını severim" disiplininde tiplere benziyor. Dershanede olurdu böyle tipler. En çok çocukla onlar kesişir, en çok onlar mesajlaşıp, ayarlaşıp, çocuklarla çıkarlardı ama denemelerde ver elini tam puan, rekora koşarlardı. Çoğu işletme iktisat kazanıp, çoktaan evlendiler, biliyorum da hala anlayamadım o kızlar zamanlamayı nasıl böyle becerirlerdi?

Bale'in zenginliği de o tür, İktisat'a Giriş'i de, İktisattan Çıkış'ı da A ile vermiş, masterı çakmış, hem doğmadan hem doğduktan sonra aileden zengin ama bir de kafa çalışıyor. O ailenin daha on, onbeş jenerasyon sırtını yerine getirmeyecek paralara imza atacak. İşte bu, farklı bir duruş gerektirir. Annesini, kız kardeşini dövdüğü için göz altına alınmıştı, geçtiğimiz hafta. O bile çirkef durmadı, "yapar, eli de ağırdır, yakışır" diyor insan. Gömleğinin yakaları "Amerikan Sapığı"ndaki kadar jilet değildi, ama bir bildikleri vardır muhakkak. Herkes o Lamborghini'yi öyle dolduramaz. Alişan'ı yeni sevgilisiyle Lamborghini'sinin içinde görüntülüyorlar diyelim, Alişan değil sürücü koltuğuna bir kilo salatalık, bir büyük yoğurt koysan daha güzel doldurur diyorsun. Fevkalade haklı da oluyorsun.

Maggie Gylenhaal (esaskız) üzerinde böyle bir nasıl diyeyim, sebepsiz bir saygı haresi oluşturan bir insan kanımca. Kardeşini çok sevdiğimden, ablasını kıskanıyor değilim bak, yeminle. Sadece o köpek bakışlı gözleri (i also have the puppy eyes, i know), minik ağzıyla günümüzBetty Boopu gibi. "Güzel değil, ama karizmatik" kontenjanından filme dahil olmuştur zannımca.

Morgan Freeman'ın her filme überwiseman oluşu beni sinir etmiyor değil. Bilmem Seven'dan önce bu durum var mıydı, sonra mı yapıştı. Ama oynadığı her filmde yanındaki gençtoyyakışıklıparanıncanınaokuyan aktörlere sakinliğiyle kontrast çizmesi de bir yerden sonra samimiyetsiz geliyor. Bu filmde de Michael Cane'le beraber, biri evde biri iş yerinde iki wiseman oluşları, Morgan Freeman'ın o çok zengin ve inisyatif sahibi duruşu yukarıdaki Alişan örneğindeki gibi tam dolduramaması içime sinmedi. Kadrodaki tek zenci oluşu da dikkatlerden kaçmadı. Oh, sorry, African American.

Oyuncu üzerinden Batman filmi asıpkesmeyeyim, çok güzeldi diyorum. Biliyorum, sormadan söylüyorum.

27 Temmuz 2008 Pazar

Bir-baş-kaa-ge-ceee







Haftaiçi kutlanamayan Tolga'nın doğumgünü vesilesiyle dün gece eğlencoş-iştekiboş yapmaya Taksim'e gittik. Tolga ilk başlarda çok gergindi. Eskiden eli cebinden çıkmayan bir adam olarak Tolga, evlilik, mortgage ve çeşitli taksitlerden sonra cebinde akreple gezen bir insanoğluna dönüşmüş. Halbuse önceki blogda değindiğim üzere.. Ve hatta o yazıyı Tolga'ya maillediğim için aynen buraya kopipeyst edeceğim. Böylece "gündem, benim falanca tarihte öngördüğüm şeyleri bir bir haklı çıkarıyor, ben demiştim. O yüzden bu hafta o yazımı tekrar yayınlamayı uygun görüyorum" diye eski yazısını koyan köşe yazarı tripleri yapmış olacağım.

Neyse ne diyordum, Tolga başta keyifsiz ve tekinsiz haller sergileyerek gecenin kıl-tüyden bir tartışma ile sona erebileceğini hissettiriyordu. Ama eşi Ayşe, ben ve Utku, cansiperane duruşumuzla her türlü tersliği atlattık. İstememesine rağmen bol bol fotoğraf çektik. Adama Asmalımescit'te bir barda pasta bile kestik. Hem o fotoğraflar, hem eski yazımla bu yeni blogda bir samimiyet rüzgarı esecek galiba. Yerime tam alışamamıştım. Koltuğumu ısıtamamıştım. Hele havanın bin derecenin üstünde seyrettiği İstanbul'da, koltuğuma yapışamamıştım desem daha uygun olacak.

"Benim için bu sene uzaktan baktığım film listesinin soundtracki Breakestra-Hiding idi. Bu şarkının beni nasıl buradan kaldırıp Asmalımescide, Nevizadeye, Taksim'in herhangi bir arka sokağına, ucuz veya pahalı Efes biraya, ince kıyafetler giydiğim, kendimi kaybedercesine dansettiğim o günlere götürdüğünü bilemezsin. Yaşama sevincim içime doluyor, öyle ki yaşamak için fazla hevesli hale geliyorum. Bir şansım daha olsaydı, bir daha aynı yollardan geçebilseydim, o yıllara geri dönebilseydim, henüz her şeyin başında olduğum, her hevesin en güzel dönemindeki o günlere dönebilseydim. Hayatımın komplike hale gelmediği, yolların çatallanmadığı, ertesi gün yapacaklarını düşünmediğin o kaygısız Nisan'lara dönebilseydim...Güzel bir film sonrası efil efil İstiklal'de caka satsaydım tekrar, Gizli Bahçe'ye girip buz gibi bir bira içseydim, etrafa kaçamak bakışlar atarak ağzımızı yırtarcasına gülebilseydik tekrar, kendimizden geçene kadar içebilseydik, orada dans ederken "işte şu an ölsem gam yemem" diyebilseydik, çıktığımızda kılığımızdan utanacak kadar terleyebilseydik, "ben kimim" dediğimiz yıllara bir dönebilseydik yahu... Ne olduğumuzu, kapasitemizi bilmediğimiz kadar özgürdük işte. Ne oldu cevapları verdik de, her şeyi öğrendin de ne oldu? Akşamüstü yeni alınan bir çift ayakkabının sevinciyle, Taksim girişinde yeni kararan havayı görünce hüzünlenirdim, eve dönmeme 8 saatcik kaldı diye. Sabırsızlanırdım; o kalabalığın bir üyesi olayım, kuşatsın beni her şey. Genç kızlar, genç erkekler, algıda seçiciliğin dorukta yaşandığı, çevrende sadece yaşıtlarını gördüğün o yıllar... Rengarenkti herkes, hepimiz çok güzeldik, hiç birbirimize benzemiyorduk. Kimse işe güce eğilmemişti daha, gözler arıyordu. Neyi arıyordu? Daha onu da bilmiyorduk. Açlıkla bakıyorduk işte, gördüğümüzü emiyorduk sanki. Mutluluğu arıyorduk, mutluluğun ötesini arıyorduk. Genç insanlar olarak gecenin ileri saatlerini arıyorduk, sosyal kimliklerimizden sıyrılacağımız, daha basit ve kolay şekilde iletişim kuracağımız, varoluş problemlerimizi alkolle buharlaştıracağımız, kültablası gibi kokacağımız, daha loş, daha groovy, daha tok renklerde, mesela hardal sarısı duvarlarıyla Gizli Bahçe'de, ışıltılı manzarasıyla Nu Teras'ta ama içten içe nerede olduğumuzu bilmediğimiz o yerde buluşmak istiyorduk. Hepimiz aşıktık, hem başkasına, hem müziğe, hem sinemaya, hem daha bilmediğimiz bir çok sırra, hayata. Yokuştan aşağı bisikletle inermiş gibi içimizi bir hoş eden o hislere kapılıp gitmiştik. Daha üniversite bitmemişti, hayata da yeni başlamıştık."

Gecenin içki bilançosu:
Miller
Vodka şeftali (içindeki alkol önce buz doldurtularak, sonra üstüne habire meyve suyu koydurularak seyreltilmiş)
Vodka fındık (shot, sonu getirilemeyeceği anlaşılıp önce kibarca yudum yudum içilmiş, sonunda Nevzat'a devredilmiş)
Soda
Buzlu su
Vodka limon (Ayşe'den özenilerek istenip, sonra ilk yudumda içilemeyeceği anlaşılınca Ayşe'nin ısmarladığı bir vodka portakal ile değiş tokuş edilmiş ve o da içilemeyip bırakılmış)
Efes Dark (Yarısı içilerek gerisi kaderine terk edilmiş)
Mojito (Leb-i Derya tarzı, enfes, tamamen içilmiş, utanmasa nane yaprakları bile kemirilecek)
Ayran (- Kapalı mı açık mı olsun abla? - Kapalı) Yer yüzünde başka hiçbir içki yoktur ki garson getirmeden önce kapalı mı açık mı diye sorsun. Bize de bu yakışır.

25 Temmuz 2008 Cuma

Girl Power (Rakı şişesinde balık olmaca)


Türkiye günlerimin şerefine hayatımdaki üç süperkadından ikisi, annem ve teyzem, beni Moda'da balık yemeye götürdüler. İçkinin benim için pek de su gibi akmadığı gecede, şarabımla, adabımla balığımı yedim. Annemle teyzem ise rakıladılar.

Gecenin sonunda Psyduck misali "başım ağrıııyorrooaaaaaar" buyurduğumdan dayımlara gitmedim, aile halkasına katışamadım. Bu günlük de bu kadar. Kısmetse yarına makyaj akıtacak kadar danslı bir gece diliyorum.

Back To The Future

İstanbul'da son günlerim geldi çattı. Bir hafta sonra bugün gurbetçi dolu bir uçak vasıtasıyla Stockholm'e geri uçacağım.
İlk gidişimdeki kadar özler miyim buraları, bilmiyorum. Bir yerden sonra kafa kaldırmıyor be atam, İstanbul'u bile tadında bırakmak lazımmış, bilemedik. Çift matine arkadaş turlarından sonra kendimi uzaktan seyretmeye başladım. "Nasılmış oralar?", "Dönmeyi düşünüyor musun?/Vallahi kal, ne yapacaksın buralarda!", "Erkekleri yakışıklı mıymış?/Kızları güzel miymiş?", "İçki orada pahalı mı?/Takılacak güzel yerler var mı?", "Okul ne zaman bitiyordu şimdi senin?" fiks sorularına fiks menü cevaplar uydurdum. Bir ben oldum benden içeru.
Gidince yine kış kıyametle uğraşacağız. Belli ki bu şortlar, elbiseler giyilemeyecek. Belli ki şappi şappi babetler yerini dağ gibi botlarıma bırakacak. Üstelik ayağımı suya sokamadan... Hof.

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Hello Yakkari!

Niye kapattım? Kendi salaklığımdan. Gidip blogda adınla soyadınla şeyler yazarsan olacağı budur.
Şimdi yeniden başlıyorum. Yazacaklarım Pisveç-Mistanbul konseptli değil, vallahi alıştım. İsveç bazlı blogum, yayın hayatına artık buradan devam edecek.