13 Kasım 2013 Çarşamba

Üç jenerasyonda garantili epilasyon: Abdurrahman'ın torunu İlayda

İlaydalar, Su Adalar, Sude Nazlar, bu isimlerin şakası hep yapıldı. Bu dışı küften yeşermiş Kadıköy binalarına aynalı cam giydirerek modernlik, şıklık yakalama sevdasının uzantısı olarak çocuklara isim diye verilen saçmalıklar hep tartışıldı, ben de bu blogda tartıştım geçtim bile belki. O yüzden "yapılmışı var" deyip, ilerleyelim ve bu çocukların isimleri değil, kendileri üzerine biraz konuşalım istiyorum. Sude Naz olmak nasıl bir şeye işaret ediyor, bir ailenin Sude Nazlanması neye dalalettir, ona bakalım.

Sude Naz'ın annesi ucundan Starbucks'ın Türkiye'ye gelişine yetişti, ayrık tuttuğu bacaklarına geçirdiği dizine varan şortu içinde "Ulan, ben ne hata yaptım da buraya düştüm" şaşkın bakışıyla ve kendine müthiş bir yabancılaşmayla etrafı süzen "kociş"ini de o Starbuckslarda bağladı. Diyelim. Cevahir'de, İstinye Park'ta bu evlilik öncesinde alışveriş yaptı (Mango'dan - Çok uzağa gitmeye lüzum yok), şehirli keyiflerini türlü festivallerde yarım yamalak, başkalarından gördüğünce yaşadı. Kolunu bir askı gibi dışa bükük tutarak çantasını dolmuştan inip gittiği Cadde kafelerine doğru taşıdı, belki gelinliğine siyah bir kuşak bağlamayı arkadaşlarından önce akıl edip trendyliğin doruklarına çıktı. Tabii Cahide'de gey şarkıcı izlemeye gidilen bekarlığa veda gecelerini, kafalara takılan o kırmızı tüllü taçları filan söylemiyorum bile. Sonra düğünler, hemen arkasından ver elini Maldivler. Son taksidini 2019'da ödeyeceği bir balayı. Borç harç gidildi ama, fotoğraflar derhal Facebook'a yüklendi. Maldivler'de kocasının kirli çorabını henüz yıkamamışken ve Sude Naz henüz ana rahmine düşmemişken ve fakat düşmeye çok yaklaşmışken, sanki ertesi gün özel jetle California'daki malikanelerine döneceklermiş gibi bir rahatlık, yüzler bronz, ellerde yedi renk kokteyller, ne pozlar kesildi. Değil mi? Şimdi fosforlu pembe bikinisinin içinde dönerek koşan ve bir metre kadar yaklaştığı her şezlong- insanının tiz sesiyle anında beynini oyan Sude Naz'ın doğacağı şartlar, koşullar bunlardı. Ucundan azıcık yaşanmış, ucundan azıcık taksitle gezilmiş, lüks gibi görünse de aslında değil, Amerikan dizilerindeki alışkanlıklar benimsenmiş ve içselleştirilmiş gibi görünse de değil bir hayata, Malatyalı dedenin torunu, İstanbullu Aylin'in tek yavrusu olmaya ve Starbucks Türkiyesi'nin en aynalı camlı ve fakat varoş muhitlere on metre mesafedeki lüks bir sitenin, yuvarlak ve kendinden gideceği katı bilen akıllı asansörlü, jakuzi ve jaluzili apartman dairelerinde yaşamaya doğdu Sude Naz. Ailesinin son lüks aksesuvarı olarak. Çünkü bu çocuk meselesi öyle bir şeye dönüşmüş; vazgeçilmez bir aksesuvara. Ailenin heveslerinin temize geçilmesi ve Maldivlere bir kerelik değil, hep gidilen bir hayat ihtimaline yakılan bir dilek mumu, bir Japon feneri. "Sude Naz Robert'te okusun, Saraylarda büyüsün" niyetleriyle. "Biz İngilizce'yi upper-intermediate seviyesinde biliyoruz (ki öyle bir seviye, Türk insanının sandığı anlamda, yok), kızım upper advanced hatta mother tongue şeklinde bilsin. İki yaşının tatilinde deniz içinde "ayağını bana doğru çırpma" demek için dünyanın en boktan İngilizcesiyle ona laf anlatayım ki, kulağı yatkın olsun (neye?)." Sude Naz, Naimoğlu ailesinin 2019'da taksidi bitecek Maldivler balayısının ardından yeni büyük projesi. Kendilerinden daha iyi hayat yaşayan bir aile ferdi olmasının tek ümidi. Babasının "Niye bana bağırıyorsun kızım? Ben sana bağırıyor muyum?" demesi, Sude Naz'ın çocuksu ve anlamsız kaprislerini ve şımarıklıklarını aklı yettiğince mantık ve felsefe çerçevesinde karşılaması ve yeşertmeye çalışması bundan. güneş kremi sürmek istemeyen, şişeyi fırlatan el kadar bebeklere "Güneş, bizi ısıtır ve enerjisiyle.." diye ilk fen bilgisi dersini veren yeni nesil anne-babalar. Anlayışın, iletişimin, her şeyde olduğu gibi suyunu çıkarmış ve hizmetkârlığa soyunmuş.

Eskiden çocuğunu itip kakan, kolundan sertçe çeken, yüzüne bir tane patlatacakmış gibi elini çocuğunun yanağına paralel tutup dişlerini sıkarak konuşan ebeveynler görürdüm ve o çocuklara acırdım. Bir insan çocuğuna vurmamalı, nasıl kıyabilir, derdim. Bu tatilde ben, bu sefer yüzüne huysuzluk, hadsizlik, şımarıklık şamarı vurulan annelere, babalara acıdım. Fakat o babalar kendi durumlarından nasıl bihaberlerdi ki, onuncu sınıf pavyon ağızlarıyla çocuklarına "AŞKIMMMM, AŞKIMMM" diye sesleniyorlardı. Cüce platonik aşklarının peşinde heba olmuş, modern evliliğe, minimal dayama-döşemeye, Starbucks'taki hardal rengi koltuklarda pazar keyfi yapmaya vurgun babalar. Vay ki vay.

(Tüm bu dediklerimin üstüne şak diye manzarayı koyacaktım... da bulamıyorum... Neydi peki, şuydu: Türkiye'de gördüğüm bir özel ilkokulun reklam afişi/panosu. Gülümseyerek dedeciğine sarılan kız fotoğrafı ve köşesinde "İlayda'nın dedesi Abdurrahman" yazısı. Görenlerin, fotoğraflayanların yardımlarını bekliyorum.)

12 Kasım 2013 Salı

Şaşı bak şaşır



Solaryum turuncusu Selinlerin kolunda görmeye alıştığımız oranj Céline. 
"Four plainclothes cops accused a black woman of credit card fraud after the Brooklyn mom bought a $2,500 designer bag from Barneys. (...) Kayla Phillips, 21, a nursing student from Canarsie, told the Daily News she had long coveted the orange suede Céline bag. Armed with a cash infusion from a tax return, she took her Bank of America debit card and headed to the Madison Ave. flagship store on Feb. 28. Phillips made the purchase without incident but says she was surrounded by cops just three blocks away, at the Lexington Ave. and 59th St. subway station. The cops started peppering her with questions and demanding to see her ID.
The 5 p.m. confrontation was eerily similar to a clash between cops and 19-year-old Trayon Christian, who filed a discrimination suit this week accusing Barneys and the NYPD of racially profiling him. Christian, who is black, alleged he was followed into the street by undercover cops and accused of fraud after he used his debit card to buy a $349 Ferragamo belt at Barneys on April 29."

Barneys'in ırkçılığıyla ilgili ayrıca oturup yazmak gerek de, onu bir yana koyayım, anladığım kadarıyla kimse "Vergi iadesinden gelen paraya güvenip ve ATM kartını kuşanıp hemşirelik öğrencisi bir kız ne diye 2,500 dolarlık çanta alıyor? Bu nasıl düzen! Kredi ve Yurtlar Kurumu'nun aydan aya yatırdığı 100 lirayı çektiğin Ziraat Card'ın ön gözünde durduğu yırtık cüzdan için mı alıyorsun ulan Céline çantayı? " veya "Öğrenci halinle gariban anandan harçlık olarak tırtıkladığın kuruşlardan biriken 350 doları ne diye kemere gömüyorsun güzel evladım?" diye sormuyor ya işte, ben asıl o kafaların hastasıyım. Öyle başa böyle kemer. Jiletçi Müslüm bandanası gibi, o yavrunun başına bu kemeri sıkı sıkı takacaksın. 


10 Kasım 2013 Pazar

Toplumsal iletişimi geri dönülmez şekilde değiştiren bir vaka olarak sosyal medyanın doğuşuna (veya kimi çokbilmişe-çokgörmüşe göre gelişimine ve yaygınlaşmasına) denk geldiğimiz için, insan blog yazarken artık kendi sesini duyamıyor, tarzı bulanıklaşıyor. Herkesin orta yerde konuştuğu, yazdığı, yorumladığı ve en fenası bu saydıklarımın tümünün insanın kaçamayacağı şekilde bilgisayarını açar açmaz tüm detayıyla önüne saçıldığı bir dönemde, elin kolun bağlanıyor. Benim yazma alışkanlıklarım bakımından kabaca sıralamam gerekirse iki etkisi var bu durumun:

1) Çer-çöple enteresan düşünce alt alta, üst üste. Her ikisini de okuyacaksın ve ayıklayacaksın. Bir milyon tweet okuyacaksın ki yirmi tanesinden faydalı bilgi damıtasın. Yüzlerce linke tıklayacaksın da, belki birinde bakmaya değer şey göreceksin. (İnternette çok zaman harcamak, çok fazla şey okumak ve buna rağmen tatminsizlik)

2) Önceden, başka herkesin yazdığını - nefret ettiklerimizin çalakalem ve bize çok benzeyenlerin de bizim gibi yazdığını bilmeden önce - iyiydi. Yazıyorduk, kafamızın içinde duyduğumuz sese uyup yazıyorduk. Şimdi sesler karıştı. Ayrıca çalakalemciliğe dahil olmamak için yazılarında daha da özenmek isterken yorgun düşüyor insan. (Kendini yeterince hızlı güncelleyemediğin hissi, yetersizlik hissi)

Bunları buraya not etmek istedim. Sonra başka şeylere değiniriz. Class dismissed.


3 Kasım 2013 Pazar

Hoşgeldimiz!

Yazmadım, uğramadım, panjurlar kapalı vaziyette tüm yaz burası beni bekledi. Twitter ve Instagram'dan kendimi parça parça halka sundum halbuki (herkes kadar), öyle olunca da düşüncelerin olgunlaşıp uzun cümlelere ve paragraflara dönüşmesine fırsat kalmadı. Şimdi geri geldim. Bakalım kalıcı mıyım?

Gelmemin şerefine, Photoshop'la hiç uğraşmadan en ilkel şekilde fotoğrafları yan yana koyarak buyrun size yepyeni bir "benzeyen benzeyene": Sayın Turgut Özal ve Sayın CeeLo Green.


Baş eğiş açılarında bile ahenk var, umarım yakalamışsınızdır. İşte sizin için o açıyı bulana kadar inanın göbeğim çatladı.

En kısa sürede tekrar görüşmek üzere, haydi, kalın sağlıcakla,


Elmoş