Peşin anlaşalım: Şurada bana "amaniyeöylediyosun" savunmalarıyla gelecek insanın en iyi ihtimalle kalbini kırar, alnını karışlarım. Unutmayalım: Dünya barışı ve sosyal adalet için hepimiz eşit hareketsizlikte duruyoruz, yani boşa kostaklanma, kostak değilsin karam. Bu işin fişi-faturası yok nihayetinde, hepinizden bir satır da olsa fazlasını yapmış olsam bile kanıtlayamam. Ama eksiğini yapmadım, biliyorum. Facebook'tan veya forward maille yazarların basbayat makalelerini copy paste edip ucuz mesaj satmam, "bu gece de bir lösemi hastası küçük kıza bağış topluyoruz" diye goygoy etmem, bilmediğimi biliyormuş gibi yapmam, yutamayacağım lokmayı çatalıma almam, zortlatma usulü kaşını gözünü yararak bir şeyi benden az bildiğini hissetsem bile karşımdakine öğretmeye çalışmam. O yüzden, yaptığımla değil belki ama yapmadığımla hepinizden büyük iyiliğim dokundu bu bilgi kirliliği açısından.
Keza, yanlış anlaşılma olmasın, fakire-fukaraya, garibana, zor durumdakine, eziyet görene, tutunacak dalı olmayana yapılan yardıma tam destekçiyim. "Balık verme, balık tutmayı öğret" desen, peki canım. "Balık ver", ona da peki canım. Gönlüm geniştir. Ya da biraz daha sonradan görme iyi insan ağzıyla söylersek: Kocaman bir kalbim var benim. İçinde (beni öfkeden deliye döndürmediği sürece) herkese yer var. O yüzden, Kardelen projesine dair söyleyeceklerim kötü kalplilikten, kötü kadın Müzeyyenlikten, Marie Antoinettelikten falan kaynaklanmıyor.
Bu Kardelen projesi bana, zenginin balık tutmayı öğretmedeki ısrarı gibi geliyor. Başka türlü karın doyurma yöntemi yokmuş gibi. Hani çeşitli derneklerde kadınlar toplanıp Kelebek ekini gazeteden ayırana kadar manşetten okuduklarıyla ülkeyi ve dünyayı kurtarma çabasına girişirler ya.. Peki her girişim makbul müdür? Başlamak bir işin yarısıysa, girişen illa ki işi tamamlayacak diye ona saygı mı duymalı? Akıbetine bakmadan peşinen duyulmaz bana kalırsa. Sırf girişti diye, o işin sonu hayırlı olacak diye bir kaide yok. Başladığını bitirecek de, bakalım bitirdiğinde bir takım komplikasyonlar doğacak mı? Komplikasyonlar işin faydasından daha ağır basacak ve faydayı verdiği zararın yanında solda sıfır kalacak bir durumda bırakacak mı (gavurun outweigh dediği)? Bana kalırsa bırakıyor. Kardelen gibi bir projenin azıcık insani hata payıyla birleşince şehre şarkıcı olmaya giden köylü güzelinin geleneksel ve şehirli değer yargıları arasında kalması (ki buna "Türkiye'de Almancı, Almanya'da yabancı sendromu" da diyebiliriz) hikayesine dönüşmemesi imkansız. Genç kızların, kız çocuklarının ayrımcılığa uğramadan okuyabilmesinin değeri çok büyük, evet, de "okumak istemeyeninin durumu" ve "okuyup, köyüne sıkışıp kalan kızın çilesi" gibi istisna alt başlıklar da açmalı bana kalırsa.
Kardelen'de okumanın, herkes için okumanın ülküleştirilmesi, bir tür modernlik unsuru gibi görülmesi meselesi, yine bir fetiş konusu haline getirilmesi var. Kimse cahil kalmasın ısrarı. Cahillik değil de, insan tarlada çalışırken de mutlu olabilir, bunu düşünmeye zahmet etsek ya. Dedesi yaşında adamlara satılması, eve kapatlması, para birimi veya taşınabilir bir mal gibi oradan oraya savrulması haricinde, bu ekstrem durumları çıkarıp atarsak geriye hiç insan kalmaz mı, doğuda ve tarlada kaldığından memnun olabilecek? Herkesin hayat amacı çalışıp en sonunda öğretmen olarak kapağı büyük şehre atmak mıdır? Kendi şehirli standartlarını aşırı önemseme var sanki bu durumda, "ben böyle yaşıyorum, kimbilir o ne çok özeniyor bana, en iyisi onu da benim şehrimde gecekonduda varoş olmaktan alıkoyacak şekilde eğiteyim. Falan ilkokulunda Türkçe öğretmeni olsun ve kocasıyla beraber bir ömür araba taksiti ve hiç alamayacağı yazlık hayali biriktirsin". İmkanı tanıyanlar açısından neredeyse tehlikeli bir kendi statüsünü ciddiye alma var. Kimse doğuda, tarlada mutlu olmayacaksa bütün şehirleri büyükşehirleştirip gökdelenleyeceğiz, herkesi taksite borca sokacağız, herkesi yönetici asistanı, herkes ürün sorumlusu, pazarlama şefi ve kimbilir neler yapacağız. Gelişmişlik bu mudur? Tarımı, köy hayatını evrimin aşılması gereken bir halkası olarak görüyor bu düşünce. Sonra gidip Fransa'nın köyünde villa alıyor, kendi şarabının üzümünü orada yetiştiriyor. Ağbiyciğim, Türkiye'de olunca "kızlar tarlada okuyamıyor" diyorsun, orada üzüm toplayan kızlar Sorbon'dan mı mezun oluyorlar çok afedersün? Demek ki ülke ne kadar gelişmiş, Avrupa Birliği tescilli olursa olsun tarımla ilgilenen, köyde yaşayan kısmı var. Ve o kısmı "ölümü gör Paris'te oku ve hak ettiğin şekilde bilimkadını ol" diye kolundan tutup çekiştirmiyorlar.
Okumak isteyeni, tekrar söylüyorum, "NIHAHAHA, SEN ORDA DUR, OKUYAMA E Mİ" diye eli böğründe bırakmaya elbette karşıyım. Okutalım; kızları da, oğlan çocuklarını da, belli yaşa kadar koşulsuz şartsız okutalım. Sonrası için de, yola devam etmek isteyen, hevesi olanı okusun, okuyamayanına yardım etmek isteyeni etsin. Kimse o fırsattan geri kalmasın. Ama okutup, önünde ciğeri sallayıp sallayıp, gözünü açıp ondan sonra aynı az gelişmiş/fakir/gariban ailenin içine bırakacaksın, bir de işin o yönü var. Ailesini de kızla beraber okutup eğitmiyorsun. Kızı büyükşehirle, büyükdünyalarla, büyükhedeflerle senli benli ediyorsun da, sonra o kız kendi ailesinde kendini nasıl tanımlıyor, onun da eğitimini veriyor musun? O kız "ben müşteri temsilcisi olmaya karar verdim" dediğinde ailesi ne anlıyor, o kız şehirli kız standartlarıyla köye mentollü nefes esintisi getirdiğinde, tüm bu tantana geçtikten sonra o kızın çeşme başında kısmet bekleyenlerce nasıl algılandığını biliyor musun? Bilemezsin. Bilemeyiz. Gerçeklikle hayalin arasında sıkışıyor; bir yandan canını dişine takıp öğrendiği İngilizcesiyle, şivesini kırdığı için gurur duyduğu Türkçesiyle kendini nasıl görüyor, öte yandan bunca eğitimin üstüne belki yine sevmediğiyle zorla evlendiriliyor, görümcegillerle bol çekyatlı bir evde yaşanan bir hayata doğru pupa yelken seyrediyor. O zaman o kızın hayalleri köylü kızı ölçeğinde değil, öykündüğü şehirli ölçeğinde paramparça oluyor. Veya okuyor, büyük adam oluyor diyelim. Devletin yetiştirdiği dahilerden oluyor, bu sefer içinden çıktığı kabuğu beğenmiyor civciv, iyi mi? Fazıl Say gibi terörize etmeye başlıyor etrafları, "herkes düzene girsin, çabuk, ben 3'e kadar sayana kadar hemen modern ve çağdaş ve çapçağdaş olun, tırnak kontrolü yapıcam" diyor.
İsveç'e gelmeden önce bir gün vapurla karşıya geçiyordum. Pencerenin yanı koltuklardan birinde üniversitede alttan aldığım ders esnasında dikkatimi çeken, benden yaşça ufak bir kızın oturduğunu farkettim. Çalışkan, hocanın kürsüsünün tam önünde oturup cılız sesiyle sorulara cevap veren, utangaç bir kızdı. Yanına gidip oturdum, kendimi (biraz saçmasapan bir şekilde - "merhaba, ben seni tanıyorum. Sizin sınıfta ticaret hukuku dersi alıyordum. Sen hep en önde oturuyordun değil mi, şimdi görünce tanıdım" diyerek) tanıtıp, halini hatrını sordum. Ortak tanıdıklar ekseninde bir süre sohbetleştikten sonra kız okuldan dereceyle mezun olduğunu Marmara'da yüksek lisansın ardından doktoraya başladığını anlattı. Böyle haftanın birkaç günü gidip derslere giriyordu, hevesle okuyordu. Benim durumumu sordu. Avukatlıktan haz etmediğimi, İsveç'e master'a gitme ihtimalim olduğunu, biraz buna morallendiğimi, çünkü avukatlık yapan tüm arkadaşlarımın mesleğin angaryalarından nefret ettiğinden ve staj esnasında gözlemlediklerim yüzünden ben de bu işten soğuduğum için bu master hayalime tutunduğumu söyledim. Kız da bir dönem yurtdışına heveslenmişti; başarılarından dolayı okul onu resmi olarak aday göstermişti hatta devletten burslu şekilde Almanya'da master yapma fırsatı tanınmıştı. Gözlerim açıldı, "gidecek misin, neden gitmiyorsun" diyecek oldum. Yine kürsü önünde otururken, hocanın sınıfın en arkasında duvara dayalı şekilde duran hayali bir öğrenciye yönelttiği sorulara cevap verdiği cılız sesiyle "nasıl gideyim" deyiverdi. O an, işte öyle anlarda, çok iyi bilirim yediğim haltı ve bir saniye içinde her bölgem eşit biçimde kızarır. "Yedi kardeşim var, zaten tek ben okuyabildim. Babam kapıcı benim. Ailem hukuk okuyup bitirince neden avukat olmadığımı bile anlayamadı. Yüksek lisansı, doktorayı bile onlara "bitirince hoca olacağım" diye açıkladım. Şimdi yurtdışına gideceğimi nasıl açıklarım?" diye sordu. Zaten Almancası veya İngilizcesi yoktu, hoca olup ailesine bakması için işleyen bir saate karşı yarışıyordu, ne için, ne cesaretle kalkıp Almanya'ya gidecekti ki? Heves ayrı, ama hevesin dışında yurtdışına gönderebilecek güç ne olabilirdi? Bombok oldum, bir cevap vermek istedim. Elimdeymiş, sanki bir şeyler yapabilirmişim gibi çantamı karıştırarak kağıt kalem aranmaya başladım. British Council'in, Goethe'nin başındakilerle, hocalarıyla bağlantıya geçse, burslarını gösterse belki bedava dil eğitimi alabilirdi, yurtdışına giderse belki hayatı bambaşka bir şekle girebilirdi, belki dönüşte daha iyi bir yerde hoca olabilirdi. Böyle konuşurken vapurdan inmiş, tünele binmiş, Asmalımescit'ten İstiklal'e dökülmüştük bile. Ben gitmem gereken Baro'nun önünden çoktan geçmiş, konuştuklarımızın temposuna uyarak hızlı hızlı onla beraber meydana varmıştım. Yine de duruma bir çözüm bulamamıştım. Telefonumu, e-mailimi ve bazı web sitelerini yazdığım kağıdı uzattım, bir süre birbirimize sarılı vaziyette kaldık. Sonra hiç aramadı, ne de mail yazdı. Doktorası bitti, belki şimdi asistan oldu bile. Babasının büyük gururu oldu, şüphesiz, ama yapabilecekleri ve ona sunulan hayaller gerçekler kapısından geçmedi, tam eşikte sıkışıp kaldı mı, kaldı. O kız bir ömür o kaçan imkanlar için üzülecek mi, üzülecek. O zaman soruyorum: Gözünü açmak mı kolaydır, bir kere açıp da gördükten sonra, tüm gördüklerine kapamak mı?
Keza, yanlış anlaşılma olmasın, fakire-fukaraya, garibana, zor durumdakine, eziyet görene, tutunacak dalı olmayana yapılan yardıma tam destekçiyim. "Balık verme, balık tutmayı öğret" desen, peki canım. "Balık ver", ona da peki canım. Gönlüm geniştir. Ya da biraz daha sonradan görme iyi insan ağzıyla söylersek: Kocaman bir kalbim var benim. İçinde (beni öfkeden deliye döndürmediği sürece) herkese yer var. O yüzden, Kardelen projesine dair söyleyeceklerim kötü kalplilikten, kötü kadın Müzeyyenlikten, Marie Antoinettelikten falan kaynaklanmıyor.
Bu Kardelen projesi bana, zenginin balık tutmayı öğretmedeki ısrarı gibi geliyor. Başka türlü karın doyurma yöntemi yokmuş gibi. Hani çeşitli derneklerde kadınlar toplanıp Kelebek ekini gazeteden ayırana kadar manşetten okuduklarıyla ülkeyi ve dünyayı kurtarma çabasına girişirler ya.. Peki her girişim makbul müdür? Başlamak bir işin yarısıysa, girişen illa ki işi tamamlayacak diye ona saygı mı duymalı? Akıbetine bakmadan peşinen duyulmaz bana kalırsa. Sırf girişti diye, o işin sonu hayırlı olacak diye bir kaide yok. Başladığını bitirecek de, bakalım bitirdiğinde bir takım komplikasyonlar doğacak mı? Komplikasyonlar işin faydasından daha ağır basacak ve faydayı verdiği zararın yanında solda sıfır kalacak bir durumda bırakacak mı (gavurun outweigh dediği)? Bana kalırsa bırakıyor. Kardelen gibi bir projenin azıcık insani hata payıyla birleşince şehre şarkıcı olmaya giden köylü güzelinin geleneksel ve şehirli değer yargıları arasında kalması (ki buna "Türkiye'de Almancı, Almanya'da yabancı sendromu" da diyebiliriz) hikayesine dönüşmemesi imkansız. Genç kızların, kız çocuklarının ayrımcılığa uğramadan okuyabilmesinin değeri çok büyük, evet, de "okumak istemeyeninin durumu" ve "okuyup, köyüne sıkışıp kalan kızın çilesi" gibi istisna alt başlıklar da açmalı bana kalırsa.
Kardelen'de okumanın, herkes için okumanın ülküleştirilmesi, bir tür modernlik unsuru gibi görülmesi meselesi, yine bir fetiş konusu haline getirilmesi var. Kimse cahil kalmasın ısrarı. Cahillik değil de, insan tarlada çalışırken de mutlu olabilir, bunu düşünmeye zahmet etsek ya. Dedesi yaşında adamlara satılması, eve kapatlması, para birimi veya taşınabilir bir mal gibi oradan oraya savrulması haricinde, bu ekstrem durumları çıkarıp atarsak geriye hiç insan kalmaz mı, doğuda ve tarlada kaldığından memnun olabilecek? Herkesin hayat amacı çalışıp en sonunda öğretmen olarak kapağı büyük şehre atmak mıdır? Kendi şehirli standartlarını aşırı önemseme var sanki bu durumda, "ben böyle yaşıyorum, kimbilir o ne çok özeniyor bana, en iyisi onu da benim şehrimde gecekonduda varoş olmaktan alıkoyacak şekilde eğiteyim. Falan ilkokulunda Türkçe öğretmeni olsun ve kocasıyla beraber bir ömür araba taksiti ve hiç alamayacağı yazlık hayali biriktirsin". İmkanı tanıyanlar açısından neredeyse tehlikeli bir kendi statüsünü ciddiye alma var. Kimse doğuda, tarlada mutlu olmayacaksa bütün şehirleri büyükşehirleştirip gökdelenleyeceğiz, herkesi taksite borca sokacağız, herkesi yönetici asistanı, herkes ürün sorumlusu, pazarlama şefi ve kimbilir neler yapacağız. Gelişmişlik bu mudur? Tarımı, köy hayatını evrimin aşılması gereken bir halkası olarak görüyor bu düşünce. Sonra gidip Fransa'nın köyünde villa alıyor, kendi şarabının üzümünü orada yetiştiriyor. Ağbiyciğim, Türkiye'de olunca "kızlar tarlada okuyamıyor" diyorsun, orada üzüm toplayan kızlar Sorbon'dan mı mezun oluyorlar çok afedersün? Demek ki ülke ne kadar gelişmiş, Avrupa Birliği tescilli olursa olsun tarımla ilgilenen, köyde yaşayan kısmı var. Ve o kısmı "ölümü gör Paris'te oku ve hak ettiğin şekilde bilimkadını ol" diye kolundan tutup çekiştirmiyorlar.
Okumak isteyeni, tekrar söylüyorum, "NIHAHAHA, SEN ORDA DUR, OKUYAMA E Mİ" diye eli böğründe bırakmaya elbette karşıyım. Okutalım; kızları da, oğlan çocuklarını da, belli yaşa kadar koşulsuz şartsız okutalım. Sonrası için de, yola devam etmek isteyen, hevesi olanı okusun, okuyamayanına yardım etmek isteyeni etsin. Kimse o fırsattan geri kalmasın. Ama okutup, önünde ciğeri sallayıp sallayıp, gözünü açıp ondan sonra aynı az gelişmiş/fakir/gariban ailenin içine bırakacaksın, bir de işin o yönü var. Ailesini de kızla beraber okutup eğitmiyorsun. Kızı büyükşehirle, büyükdünyalarla, büyükhedeflerle senli benli ediyorsun da, sonra o kız kendi ailesinde kendini nasıl tanımlıyor, onun da eğitimini veriyor musun? O kız "ben müşteri temsilcisi olmaya karar verdim" dediğinde ailesi ne anlıyor, o kız şehirli kız standartlarıyla köye mentollü nefes esintisi getirdiğinde, tüm bu tantana geçtikten sonra o kızın çeşme başında kısmet bekleyenlerce nasıl algılandığını biliyor musun? Bilemezsin. Bilemeyiz. Gerçeklikle hayalin arasında sıkışıyor; bir yandan canını dişine takıp öğrendiği İngilizcesiyle, şivesini kırdığı için gurur duyduğu Türkçesiyle kendini nasıl görüyor, öte yandan bunca eğitimin üstüne belki yine sevmediğiyle zorla evlendiriliyor, görümcegillerle bol çekyatlı bir evde yaşanan bir hayata doğru pupa yelken seyrediyor. O zaman o kızın hayalleri köylü kızı ölçeğinde değil, öykündüğü şehirli ölçeğinde paramparça oluyor. Veya okuyor, büyük adam oluyor diyelim. Devletin yetiştirdiği dahilerden oluyor, bu sefer içinden çıktığı kabuğu beğenmiyor civciv, iyi mi? Fazıl Say gibi terörize etmeye başlıyor etrafları, "herkes düzene girsin, çabuk, ben 3'e kadar sayana kadar hemen modern ve çağdaş ve çapçağdaş olun, tırnak kontrolü yapıcam" diyor.
İsveç'e gelmeden önce bir gün vapurla karşıya geçiyordum. Pencerenin yanı koltuklardan birinde üniversitede alttan aldığım ders esnasında dikkatimi çeken, benden yaşça ufak bir kızın oturduğunu farkettim. Çalışkan, hocanın kürsüsünün tam önünde oturup cılız sesiyle sorulara cevap veren, utangaç bir kızdı. Yanına gidip oturdum, kendimi (biraz saçmasapan bir şekilde - "merhaba, ben seni tanıyorum. Sizin sınıfta ticaret hukuku dersi alıyordum. Sen hep en önde oturuyordun değil mi, şimdi görünce tanıdım" diyerek) tanıtıp, halini hatrını sordum. Ortak tanıdıklar ekseninde bir süre sohbetleştikten sonra kız okuldan dereceyle mezun olduğunu Marmara'da yüksek lisansın ardından doktoraya başladığını anlattı. Böyle haftanın birkaç günü gidip derslere giriyordu, hevesle okuyordu. Benim durumumu sordu. Avukatlıktan haz etmediğimi, İsveç'e master'a gitme ihtimalim olduğunu, biraz buna morallendiğimi, çünkü avukatlık yapan tüm arkadaşlarımın mesleğin angaryalarından nefret ettiğinden ve staj esnasında gözlemlediklerim yüzünden ben de bu işten soğuduğum için bu master hayalime tutunduğumu söyledim. Kız da bir dönem yurtdışına heveslenmişti; başarılarından dolayı okul onu resmi olarak aday göstermişti hatta devletten burslu şekilde Almanya'da master yapma fırsatı tanınmıştı. Gözlerim açıldı, "gidecek misin, neden gitmiyorsun" diyecek oldum. Yine kürsü önünde otururken, hocanın sınıfın en arkasında duvara dayalı şekilde duran hayali bir öğrenciye yönelttiği sorulara cevap verdiği cılız sesiyle "nasıl gideyim" deyiverdi. O an, işte öyle anlarda, çok iyi bilirim yediğim haltı ve bir saniye içinde her bölgem eşit biçimde kızarır. "Yedi kardeşim var, zaten tek ben okuyabildim. Babam kapıcı benim. Ailem hukuk okuyup bitirince neden avukat olmadığımı bile anlayamadı. Yüksek lisansı, doktorayı bile onlara "bitirince hoca olacağım" diye açıkladım. Şimdi yurtdışına gideceğimi nasıl açıklarım?" diye sordu. Zaten Almancası veya İngilizcesi yoktu, hoca olup ailesine bakması için işleyen bir saate karşı yarışıyordu, ne için, ne cesaretle kalkıp Almanya'ya gidecekti ki? Heves ayrı, ama hevesin dışında yurtdışına gönderebilecek güç ne olabilirdi? Bombok oldum, bir cevap vermek istedim. Elimdeymiş, sanki bir şeyler yapabilirmişim gibi çantamı karıştırarak kağıt kalem aranmaya başladım. British Council'in, Goethe'nin başındakilerle, hocalarıyla bağlantıya geçse, burslarını gösterse belki bedava dil eğitimi alabilirdi, yurtdışına giderse belki hayatı bambaşka bir şekle girebilirdi, belki dönüşte daha iyi bir yerde hoca olabilirdi. Böyle konuşurken vapurdan inmiş, tünele binmiş, Asmalımescit'ten İstiklal'e dökülmüştük bile. Ben gitmem gereken Baro'nun önünden çoktan geçmiş, konuştuklarımızın temposuna uyarak hızlı hızlı onla beraber meydana varmıştım. Yine de duruma bir çözüm bulamamıştım. Telefonumu, e-mailimi ve bazı web sitelerini yazdığım kağıdı uzattım, bir süre birbirimize sarılı vaziyette kaldık. Sonra hiç aramadı, ne de mail yazdı. Doktorası bitti, belki şimdi asistan oldu bile. Babasının büyük gururu oldu, şüphesiz, ama yapabilecekleri ve ona sunulan hayaller gerçekler kapısından geçmedi, tam eşikte sıkışıp kaldı mı, kaldı. O kız bir ömür o kaçan imkanlar için üzülecek mi, üzülecek. O zaman soruyorum: Gözünü açmak mı kolaydır, bir kere açıp da gördükten sonra, tüm gördüklerine kapamak mı?