Birkaç gündür hep aynı rüya. Yok, birkaç gün değil, İstanbul'a geldim geleli aynı rüya. Ayakkabılarımı çıkarıp uygun bir yerde tertiplice bırakıyorum. Yürümeye devam ediyorum. Stokholm'deymişim, ama nedense hiç benzetemiyorum. Soğuktan ayaklarımı büze büze, kah bir trenle bilmediğim istasyonlarda inip eve ulaşmaya çalışıyorum, kah dün geceki gibi Fransa üzerinden yürüyerek karlarla kaplı Stokholm'e varmak için çabalıyorum. Hiçbir yer tanıdık değil, hiçbir tren gerçek hayatta bindiklerime benzemiyor. Sürekli bir evini arama hissi, kör gözüm parmağına mesajlar. Azıcık gizemli bir şey göreydim de, "ne demek istiyor bilinçaltım acabaa" diye bilipdebilmezdengelip nazlansaydım. Belki ayakkabıyı çıkarma mevzuunu allayıp pullayabilirim, ama ona da mecalim yok.
Bir haneyi terk edince, tıpkı iyileşmeye çalışan yaranın giderek görünmez hale gelen kabuğu gibi, ev de küçülüyor sanki. İçinde sana yer kalmıyor artık. İşte, buyur, odam olduğu gibi duruyor. Ama içine sığamıyorum. Salonda da hep misafirim. Koltukların ucuna oturmuş, bir tur daha çay konmasını bekleyen. Ne biçim iş? Evim Stokholm'de kaldı, anahtarını çevirince bana açılan bir yer yok artık. Hiçbir yerde bulunmak içime sinmiyor, gece uyku uyunmuyor. Gece uyku uyumak, buzdolabını açıp neredeyse erimiş marulların arasında kendi aldığın peyniri, kendi pişirdiğin reçeli bulmak gibisi yok. Şimdi her şey var da, o iç huzuru yok. Dolapta sütlü tatlılar, elli çeşit peynirler, sonraki gece mutlu olmam için önceden hazırlanmış, çalışan anne zeytinyağlıları falan... Güzel yani, güzel bir manzara. Her güzel manzara gibi insanda düğün makyajı hissi uyandırıyor. Er geç rimel akacak, ıslak pamukla hatırasını temizlemek icap edecek.
Acaba böyle bir ruh hali de evsizliğin, homelesslığın tanımına giriyor mu? "Homesick hissediyorum" diye ağıt yakacak bir ev bile yok. Armut gibi kaldım ortada.