5 Haziran 2010 Cumartesi

Sveç & Tears

İsveç'te ortalık az yeşillenmeye başladı mı bir neşe peydah oluyor insanlara. (Sonraki satırlar en az bunun kadar tespit içerse de, başka ülkenin hülyasına dalıp biz&onlar kamplaşmalı ve karşılaştırmalı edebiyat amacı gütmüyor. Daha ziyade, ben ve insanlığın geri kalanı arasında bir karşılaştırmayla, kendime sonsuz hak vereceğim bir yazı olacak. Yine. Galiba.) Olur olmaz sohbetler, kaynaşmalar, gülümseşmeler, ufak aksiliklere "heh" deyip geçmecilik, yaz gerçeği. Yaz geldi diye gaza gelmek. İşte, insanın yeşilin her tonunu bir arada görebilmeye hayranlığı, güneşle yıkanmış sütlü sarı, kavun sarısı bir gökyüzüne ve güneşin az önce battığı şeftali turuncusu o yere hayranlığı, nesnelerin batmaya ve yatmaya giden güneş sebebiyle eğik düşen ışıklara yenik düşerek romantizm sosuna banılması ve insanın "kimbilir önümüzde kaç kiraz mevsimi var" diyecek kadar Cenk Erenleşmesi. Kaç kiraz mevsimini varsa, kaç tane de "yağmır demem, çamır demem, yollarına-ı-a-ı-a-ı-a düşşüyorum" diye Ferdi Tayfurlaşması var asıl. Yani yingyang HOCAM bu işler, her toplu iğne başı kadar güzelliğin kafam kadar bedeli var çok afedersün.

Bir süredir Stockholm'den bildirmiyorum, çünkü bu kış çok zor geçti. Çünkü ananem öldü. Çünkü ananem öldü diye her şey bok geliyor. Bok gelmesi mesele değil de, her zamanki arsızlık uçup gidiyor insandan. Her sevginin bir sonu var diye insanın içi sıkışıyor, yüreciği adeta sanayi tipi tost makinası içine sıkışıyor. Sanayi tipi tost makinası var mı, bilmiyorum. Şaka olsun diye demedim, olduğunu varsayıyorum.

Neyse, hayat durmuyor elbette. Kiraz mevsimi, muz mevsimi derken al işte, Stockholm maratonu geldi. Ne kadar outdoor spor aktivitesi karşıtı bir insan olduğumu cümle alem biliyor, böyle dışarıda koşmalı şeyleri pek anlamıyorum. Bir insanın maraton koşmaktan zevk alacağı fikrini anlayamıyorum. Anlamam da gerekmiyor, biliyorum. ("Bana benzemeyen milyorlarca insan var ve hepsine teker teker kızamam. Anlayışlı olmam lazım." düşüncesini, tek çocuk olarak anca 28 yaşında kavrayabildim.) Başkaları da sabahları gazeteyle beraber Sacit Aslan okumamı anlamayabilir mesela. Saatlerimi ünlülerin bir gün sonra bile geçerliliğini ve önemini yitiren, kullan-at demeçleri ve bembeyaz flaşla yıkanmış fotoğrafları, fazla rimelden pürtükleşmiş kirpik ve kalemle belirginleştirilmiş kezban kaşları arasında geçirmek, bacaklarım ve kalçam için koşmak kadar faydalı bile değil. Gerçi biri birine laf soktu mu arada "yağlarım eriyor" diyorum, ama direktoman eriyor mu, şu ana kadar kesin bir sonuca varamadım. Eminim erimiyordur; çünkü Semiramis Pekkan kaşlarını alıp maymunluktan uzaklaştı uzaklaşalı, hiç o kadar şiddetli "yağlarım eriyor" çekmedim. Bu deyime dair kredimi çabuk tüketmedim.

Evet, Pazar günü iş olmadığından mecburen evde duran ve şaka bombardlayan baba espirilerimi bir yana bırakalım (ki o kadar Pazar günü babasıyım ki, espiri yaptığımı bile düşünmediğim halde espiri kakacıklıyorum). Bugün Stockholm maratonunda insanlar önümden yarın yokmuşcasına (HA!) depar atarken badem ezmesinden fıstık yeşili bir hamurla kaplanmış, kurbağa şeklinde bir pasta yiyordum. Milyorlarca İsveçli tüysüz baldırlara(çünkü sarışınlar, akıllım) yapışmış polyester şortlarıyla uzuuunca bir yol boyu kilometrelerce koşuyor; efor, enerji, ter, çaba konseptleri soluduğumuz havayı ağırlaştırıyor; alkışlar sel olup koşucuların bardaklarına doluyor; çağrıştırdığı duygularla beraber unutulmuş parçalar terden ıslanmış favorilerinin ardında kızarmış kulaklarına dolanıyorken ben arkadaşımla pasta lüplüpletiyor, sütlü bir takım içecekleri hüphüpletiyordum. Ağzımı silmekten fırsat kalırsa, alkışlıyordum da. Bir yandan da kafamın içindeki bir Internet Explorer penceresinde bloga şunları yazıyordum: Stockholm sevgisinin yaz sıcağında köpürmesi/şeftali rengi gün batımı/tarçın rengi köpek/uçuk pembe çilekli dondurma ve seyrek bulut beyazı ve masmavi gökyüzü ve en güzel pastel ve canım renkler./Kimse çıkarı olmadan, diğerleri güneş gözlükleri ve ince gömlekleriyle, köpekleri ve bebekleriyle ve ellerinde dondurma külahlarıyla efil efil onlara bakarken hoh-höeh diye sesler çıkararak koşan olmayı istemez./İşin içinde bir çıkar olacak ki bu adamlar sonunda birinci olamayacaklarını ve yorulacaklarını bilseler de bir bacağı öbürünün önüne atacaklar, tereddütsüz./Tereddütsüz, otomatik davranmak, ne yapacağından sorgulamadan emin olmak bu işin motivasyonu o halde./Bu gizem de çözüldü, artık koşuculara bile tolerans göstermem gerekecek./Sponsor logolu atletlerle polyester şortlar ise tolerans yelpazesinden yellenemeyecekler.

5 yorum:

gulaye dedi ki...

Çok güzel yazıyorsun.

Elmoş dedi ki...

Çok teşekkür ederim. :)

Metin dedi ki...

Spor bagimliligi ilginc bir olay. Fransa'ya ilk geldigimde ben de kaldirimlar 5cm kar tutmasina ragmen disarda kosanlari gorunce 'deli bunlar' diyordum -hos hala diyorum ama- simdi 2 gun spor yapmayinca fena oluyorum.

Spor yapmayan bir insana nasil spor yaptirilir, bir yorumla nereye gelinir inan hicbir fikrim yok. Sadece "Bi sabret 1 ay boyunca haftada 3 gun spor yap. Dene gor." diyebiliyorum.

Spor yapmak derken. Illa maraton degil. Dans kursu, yoga, bisiklet... hangisi uygunsa.

Elmoş dedi ki...

Yanlış anlamışsın Metin, fevkalade sporsever bir insanım. Haftada 3 kısmında bile sana fikren katılıyorum.(Şu an lastik pabuçlarım civardaki bir karakolda tatil yaptığından, doğrudan ayağa kalkıp katılamıyorum. Hiç sorma, çok uzun bir hikaye) Katılmadığım outdoor olanlarıydı. Dışarıda, diğer insanların gözünün önünde, nispet yapar gibi.

Fransa'ya sevgiler.

Metin dedi ki...

Hmm, merak ettim. "Hic sorma uzun hikaye"ler anlatilmaz mi asil? :)

Disarida spor yapmak konusunda ormanda felan takilanlara birsey demiyorum da, sehrin gobegindeki kaldirim atletlerinin yaptigi resmen aptallik. Avrupa'da standartlar ne kadar daha yuksek olsa bile arabalarin/otobuslerin hemen yaninda hava kirliligine cigerlerini cok guzel aciyorlar.