Built to Spill dedik, GELDİLER. Sebadoh dedik, GELDİLER. Mogwai dedik, GELDİLER. Yo La Tengo yolda, geliyor. Arkasından Tortoise. Ahmet San bu kadarını getiremezdi vallahi. Dünyada cenneti yaşattı Stokholm.
Toplumsal zaafiyetimiz olarak Eurovision, Eurovision değil de Dünya Kupası, Dünya Kupası değil de Oscar derken görüyorum ki kendine güven zaafiyeti geçiriyoruz toplu vaziyette, üzerimize zaafiyet. Her tür platformda Türk'ü kanıtlamak için canhıraş atılıp yarışmacalara katılmamızın başka bir sebebi olamaz. Strateji ve çok çalışma haricinde ne arka yol varsa deneyip, her "tuzum var" diyenin koştuğumuz hıyarına bir türlü ulaşamadığımızın tescilli resmi geçidi. Times'da yüzyılın lideri Atatürk seçilsin diye sitesini göçertmek misal, NEDEN? Atatürk seçilip de kapağa resmi basıldığında, bir kapaklık, bir kolektör işuluk saltanat yaşatsan ne olacak ulu öndere?
Eurovision derken, birdenbire köpükler saçmayıp konuya dönelim:
Haftasonu Dali sergisine gittik. Önceden İstanbul AKM'de bir Dali sergisi gezmişliğim vardı 99'da, hatırlayan hatırlar, zengin dursun diye aynı şeyden on tane koymuşlardı. Tabii o zaman bizim için çok büyük bir aktivite, Dali gelmiş de kopyanın kopyası da olsa bir tablosuna, bir eskizine bakmak falan, lüks tüketim. Neyseciğime, bu seferki biraz farklıydı, Dali'yi ticari işler yapan bir sanatçı olarak da irdelemişlerdi. Ben Dali'nin bu yönlerini bilmiyordum. Öğretmemişler anacım.
Eskiden Kadıköy Pasajı'nın altında bir posterci vardı, (herhalde şimdi hummerla gezip, Bebek'teki villalarında havuz kenarında burbon içiyorlardır) orada haftasonlarımızı çarşaf çarşaf poster bakmakla geçirirdik. Paracıklarımızı bu kağıt yığınlarına yatırır, elimizde kağıttan borularla Akmar'ın önünde kurulan çekme kaset pazarında metalci abilere "Abi, NOFX var mı abi? Vandals var mı abi?" çekerdik. Onlar da bize "haftaya gel al." çekerlerdi. Bu çekme kaset sanayii böylece, çekmek fiilinin birden fazla ve birbirinden farklı anlamlarında gerçekleşir ve ekseriyet uzun, kıvırcık saçlı bu abilerden aldığımız sözün sevinciyle seke seke 10B'ye binip eve dönerdik. Dali'yi de, bu ortaokullu yıllarda sanata yönelimler esnasında iyi kötü keşfetmiştik, en azından büyük ve önemli işler yaptığını, efendime söyleyeyim, akan saatler, pipilere benzeyen vücut uzuvları, uzun bacaklı filler, çöl ortası rüya gibi sahneler çizdiğini falan pekala bilir ve desteklerdik de. Normal olmayan her şeyin reva, üstün zeka ürünü göründüğü anneye isyan yıllarda, böyle nedensiz niçinsiz kaffasına göre takılan sanatçılar, candı canandı.
Sonradan liseye gelende, müzik grupları, ilgi alanları arasında köşe kapmaca oynayanda, işte o günlerde Tuğçe'ye doğumgününde bir Dali tablosunun posteriyle bir Massive Attack albümü alıp, mini set olarak armağan ettiğimi hatırlarım. Lise sonda da işte, ayarsi arkadaşım Caner'le AKM'nin önünde ilk defa buluşup, yaldır yaldır bu sergiyi gezdik. Çıkışta Bereket Döner isimli tükkanda, (henüz Arap Emirlikleri gibi kocaman avizelerle süslememişlerdi) döner yerken bir güzel elektrikler gitmez mi? Adamlar masalara bildiğin amele beyaz mumlardan dikmez mi? O mum ışığında kikir kikir döner ısırırken Caner benim Therapy konserinde kimsenin sırtına çıkıp çıkmadığımı sormaz mı? Meğersem biz önceden tanışmış çıkmaz mıyız? Therapy konserinde?
AAAAAAA, bunu anlatmadan bırakmam vallahi, ölümü öpersin. 97 yılında Bostancı Gösteri Merkezi'nde Therapy bir konser verdi gariban cemiyetimize, sağolsunlar. Sonradan alter camiayı oluşturacak herkes bu konsere gitti. Ankara'dan, İzmir'den otobüs kaldırılarak gelinen bir konser, öyle diyim. Şimdi Sonic Youth Ankara'ya konser ayarlıyor da, kafası pek çalışmayan karakuru Ankara alterleri ayaklarına kimin geldiğini anlayamayıp bilet almadıklarından iptal ediliyor, sen düşün. Şimdi Jay Jay Eskişehir'e bile konsere gidiyor, Edirne'den Ardahan'a İsveç açılımı. Seneye Mor ve Ötesi'yle Fanta turuna çıkacak neredeyse. Halbuse o zaman bir Therapy gelmiş, yaldırallah koştur koştur, annemlerden güç bela izin alıp gitmişiz. İşte, o konserde sonradan halvet olacak, sonradan kanka olacak, kankalık bitip düşman kesilecek, birbiri arkasından konuşacak herrrkesler, henüz tanışmaksızın, gelecekten bihaber aynı havayı soludu. Minibüs caddesine uzanan, punkie öğelerden oluşan bir kuyruk vardı girişte, sanki Londra'dayız anasını satayım, sıradakileri gören de ülkeyi şaşıracak. Therapy konserine gidiyorsun, minibüse binerek. Bu ülkede rak tabi gelişmez ağbea. Akşam konser çıkışı arkadaşın babası arabayla alıyor, bu ülkede isyankar ruh nasıl gelişsin? Orta sınıfın evladı nasıl rak yaşasın, pankrak yaşasın?
Neyseciğime, ben bu konserde önümdeki kafalardan ve yarım yamalak pogolardan bir süre sahneyi göremedim. Görmeye azmettiğim bir anda da, yanımda duran uzun boylu çocuk dikkatimi çekti. Cüsse olarak beni taşıyabilecek kapasitede görünen bu arkadaşa bir şarkı arasında mı, şarkı esnasında mı, uzanıp "beni sırtına alabilir misin, sahneyi göremiyorum" deyiverdim. O da, belki patavatsızlığımın karşılığında söyleyecek söz bulamadığından bir süre beni omuzuna aldı ve "sahneyi göremiyorum" hezeyanlarımı yatıştırdı. Sağolsun. İşte, o Bereket Döner gününe dek, biz bunu bilmeksizin nette Hacivat Karagöz gibi bıdır bıdır konuşmuştuk. Sen tut o mum ışığında beni bir güzel tanı. Ben onu tanımadım, çünkü saçında sarı röfleler vardı. Benim sarı röflelenmeme ise, daha yıllar yıllar vardı.
Evet, şimdi konuyu biraz toparlayalım mı?
Bu haftasonki Dali sergisinde, bir delinin kafa atarak tabloya zarar vermek istediği o AKM sergisinden farklı olarak ortamslar upperadvanced ve Camcı Hüseyin'de kestirilmiş küp camların içinde ufak Dali heykelcikleri konseptinden uzaktı. Dali'yi izledik; resimlerini değil, kendisini. Röportajlarda, Amerikan yarışmalarında, reklamlarında (evet reklam, heyecanlanmaca yok şimdiden), favorimiz Chupa Chups lolipopun logo tasarımlarında, başka havalarda görünce Dali'yi canımıza daha bir bastık. Zülfü Livaneli şarkısını Turkcell'e satmış diye tırpanı yedi, herkeş dalga geçti ya... Dali, vaktinde kendini ticarileştirmekten o derece çekinmemiş ki, manevi ve ekonomik değer yargılarımızı karıştırmakla ne kadar üçüncü dünya ülkesi olduğumuzu anladım da içime kapandım. Dali dediğimiz insan, ötelemiyor. Zamanın içinden tünel gibi, suya sabuna dokunmadan geçmiyor, Dali yaşıyor, zamanın gereklerini görüyor ARKADAŞ! Vogue'a kapak yapıyor (ki bunu sonradan moda tutkum üzerine yazmayı planladığım bir masterpiece'de dile getireceğim ayrıca), Alka Seltzer'e reklam yapıyor, Eurovision 69'a afiş yapıyor. Yazık olsun ki biz onu sadece hanımevladı atölye sanatçısı olarak tanımışız. Ayıp olsun.
Ayrıca müzenin gift shopundan aldığımız ikişer çilekli Chupa Chups'la lezzetin de dibine vurduk. Şappi şappi diye gezdik, salyayla sümükle gezdik vallah.
Vogue demişken, September Issue İstanbul'da gösterime girdi mi, SORARIM. Biz izledik de biraz. İmza: Görgüsüz
Eurovision'un senelerdir delisi biziz çok şükür, vaktinde Dali'si de var ımış. Gülseren'le katıldığımız sene hayatta olmadığı için inan çok mutluyum.
Alkolle yıkanmış Taksim gecelerimize güneş gibi doğan Alka Seltzer'e bu yakışırdı. Yatmadan önce iki tane attım mıydı çirkeften eser kalmaz.
Bu haberi yorumsuz aktarıyoruz.Ne desem"aouy conum, Dali de iyiymi$ cnm. Herf çk mtrak." kaçacak. Kaçmasın. Biz sevdiğimizi saygı duruşunda sevmeyi severiz.
Yine bir gazeteye, yine Habertürk'e ilham olduk. Sacitaslan'da aynen gördüm. Evet. Kaynak gösterilmediğimiz için fevkalade bozuldum. ORTAYA ÇIKTI DA, KİM ÇIKARDI? Taa Stokholm'den sizlere dedikodu takviyesi yapıyorum, bari Dedikodu Seksiyonu'nuza alsaydınız aloy. Şamdan, Kürdan, ne dergi ayarlasanız yazarım bak. Dertsiz örtü gibiyimdir.
Ayrıca Fikri Mülkiyet Hukuku dalında Stanble Barosu'na kayıtlı bir avukat olduğumu hatılatırım. Just in case.
Bu kirpikleri önemli günler ve haftalarda takmak için almıştım. Sen tut, unut bunları bir köşede. Yapıştırıcısı ağda kıvamına gelsin. Kuzenin nişan yemeğine hazırlanırken kutusundan bir çıkardım ki, eyvah eyvah. Şükür kirpikşinasızdır, ailecek. Sorun olmadı. Boş vaktimde bir kupaya taktım, bari onda yaşasın hatırası. Boş vakit derken, sanki dolu vaktimiz varmış gibi. Sanki tüm ömür mühim işlerle haşır neşir geçiyor gibi. İnsanlar kendini ne çok önemsiyor. Boş vakitlerimde şey yaparım. En büyük hobim. Nasıl boş o zaman o vakit? Dolu işte. Her an dolu. Ben de boş vakitlerimde, boş vaktim var diye üzülüyorum işte. En büyük bobim o.
Bu etkinliği gerçekleştirirken, aklıma Bayan Armut düştü. Bayan Armut, BurakBora tarihimde şahane yer tutan bir resim dersi ödevidir. Lise son sınıfta.
Önce arka planını anlatalım: Lise hayatım dönem ödevlerimi anneme yaptırmakla geçti. Genellikle dönem ödevi kavramını, verildiği Cuma günü henüz servise bile binmeden unutup, okul açılmadan önceki haftasonu hatırladığımdan, tutuşarak anneme voleybolun kurallarıyla ilgili röportaj olsun, ne bileyim, coğrafyadan bir şey olsun, Türk şiir antolojileri veyahut tarihle ilgili olsun ödevimi bildirirdim. Yaptığı kadarıyla artık, o kadar da mühim değil. Sonunda ölüm yok ya. Elinden geldiği kadarını. Sonra bu ödevleri alıp HEHE diye okula giderdim elimi ayağımı sallaya sallaya. Yazılarımız da o kadar benzemiyor değildi. Okuldakiler forenzik eğitimi almadıklarına göre, çok da kafayı şey yapmıyordum. Sonra da not alıyordum, üç beş, neyse artık. O da mühim değil.
Lise sonda şımarıp seçmeli ders olarak hem müzik hem resim aldım. Senelerdir koroda olduğumdan, gitaro falan da çaldığımdan müzik dersleri benim için bambaşkaydı. Ortaokulda beni koroya almak için çaba göstermiş müzik hocam, hocalıktan istifa ederek Hawaii gömleğiyle kliplendirdiği bir albüm çıkardığından sonra bile hevesim kırılmadı. Özellikle blokflüt dramı ortaokulda kaldığından (hatırlatın, sonradan bilahare blokflütteki o ufak notalara basabildik/basamadık diye streçe girdiğimiz, gençliğimizi solduran, kavuran günlerimi de anlatayım), müzik dersi okuldaki en büyük eğlenceydi. Resim desen, çocukken özel ders alacak derecede huşu içinde resim yaptığımdan, lisede yarı deli, korkunç yeteneksiz resim hocalarıyla hareketlenen eksantrik bir deneyim yaşıyordum. Müzikte iyiysen iyisin de, resimde kötüysen kötü demiyor galiba kimse. Daha sübjektif. Müzik eğitimi alıyorsa adam, mutlaka ki gitar çalıyor, piyano çalıyor, nota okumayı biliyor. Resimde o adamlara nasıl eğitim veriyorlar, anlayamıyorum ama adam oraya buraya müdahale edeyim derken adeta baştan çizdiği bir resme "ne biçim perspektif, aa burası böyle mi olur" diye puan vermiyor falan. Sanat damarı da kopuk, beyin damarı da tıkanmış, Atam. Enivey, bir hafta canım istiyor müzik dersine giriyorum, öbür hafta canım çekiyor resime giriyorum falan, böyle böyle geçiyor son senem. İşte o ara, resim dersinde hoca camın üstüne mozaik mi, boyalarla kontur çizip cam boyalarıyla doldurmalı bir ödev vermiş ve ben o ödevi tamamen unutmuşum. Önceki gün serviste birileriyle konuşurken hatırlıyor ve eve gelir gelmez anneme telefon açıyorum. Şimdi siz bilmiyorsunuz tabii, benim annem ilkokulda müdür yardımcılığı yaptı yaklaşık yirmi sene. Okul sonuçta orası da, böyle camlı atraksiyonlar olabilir diye bir şansımı deniyorum. Çünkü evin karşısındaki camcıdan cam kestiricem de, boya alıcam da, ölme eşeğim ölme. Annem "bir bakarım"diyor.
Akşam annem elinde gazete kağıdına sarılmış ufacık kare bir camla geldi. Seviçten deliye döndüm. İçini bir açtık ki, camın ortasına çizilmiş titrek bir armut, armutun üstünde iki nokta (göz oluyor) bir de yan yatmış parantez (ağız). Fakat çizen çocuk ilkokul ikinci sınıfta olduğundan galiba, biraz kırçıllı kırçıllı, yamuk yumuk çizmiş. Aza tamah eden yapımla, hemen sahiplendim. Sağ altta yamuk elyazısıyla taçlandırdığı bu eseri içselleştirdim hemen. İmzayı 0.5 kalem ucuyla kazıdım bir güzel. Sonra da ertesi gün yine HEHE diyerek, elimi ayağımı sallayarak okula gittim FAKAT O DA NE! Okulun tüm altınbaşak-ayran çılgını, kocapopo kızları olsun, siyah boğazlı kazakla okula gelen deliyürek delikanlıları olsun, kollarının altına boyum kadar camları alıp gelmişler. Hepsinin ev kadını anneleri folyodan tabak, tahtadan cam heykel yapma kurslarına gitmiş olsalar gerek amanallah bir tablolar döktürmüşler. Mozaikle monalisalama üstadı hepsi. Ben karış kadar cama yapılmış mozaiğimle, anca kültür mozaiği olacak bir durumdayım. Sonracığıma, hoca defterden beşer beşer isim okuyor. Mini sıralar oluşuyor masasının yanında. Ben bir yandan boncuk boncuk terliyor, bir yandan boncuk boncuk gülüyorum çünkü geçer not almasam bile hoca fevkalade yarım akıllı ve nasılsa sonraki hafta telafi ederim diye çok da kafama şeyyapmıyorum. Derken sıra bana geldi. Gittim. Merhaba, merhaba. Sesimi çıkarmadan masanın üzerine koydum camı. Hoca, bana saygısından, sevgisinden bir süre baktı. "Hepsi bu mu?" dedi sonra. Bu hocam. Hepsi bu. Yavrum bu ne? Bayan Armut bu hocam. "Allah aşkına söyle Elmira, sen olsan buna kaç verirsin?" dedi. Dedim, "bilmem, 80 falan verirdim galiba.". Farkındaysanız 100 demiyorum, o esneme payını bırakıyorum. 80 desem belki 60 da olsa verecek, ama 100 desem belki iyice sinirlenecek. Tüm lise hocalarının yaptığı gibi, bir süre "beni yediğini mi sanıyorsun ULAN, ben senin gibisini meze bile yapmam soframa/seviyorum, öğretmenliği, çocukları, her şeyiyle, tüm komplikasyonlarıyla seviyorum işte" gelgitlerinde boğuldu. Ben de gittim yerime oturdum. 80'li birşey vermiş, sonradan söyledi. Sağ olsun. Vermese ne olacak, okulun girişine resim çizmiş adam. Martı çizmiş. O da kariyerinin acı bir anını yaşıyor belli, how could hell be any worse? Biz 7 sene sonra mezun oluyoruz da, adam çürüyor o çocukların pati izlerinden lekelenmesin diye yarısı plastik boyayla boyanmış, turuncu sarı koridorlarda. Ömür boyu milyonlarca on kasım, yirmidokuz ekim, ellibeş nisan temalı resim çizdiriyor.
80'li bir şey demişken, geçen günlerden birinde yine bir forumdan, Kayahan'ın seksenlerdeki İskender Paydaş'la paslaşmalı şahane birkaç albümünü indirdim. Siyah Işıklar adını taşıyan albümde ardarda "Canım sıkılıyor canım", "Gurbette akşam", "Hep karanlık" ve "Ve melankoli" şarkılarını duyunca Serhan, "üstad bu albümü İsveç'te yapmış galiba" dedi ve kişneye kişneye güldük.
Bir de ufak kültür turizmi:
Dün Kings of Convenience konçertosuna bilet kalmadığı için cinnetlerdeyken Patrick Wolf mailinglistten bir haber geldi. Adamım her yeri geziyor, Helsinki'den U dönüşü yapıyor da, bir Ştokolm'e uğramıyor. Sonrasında Helsinki için bir minik organizasyon yapabilir miyiz diye tartarken vidyolara iliştim. Bir de baktım yeni vidyo koymuş. Yeni vidyo derken, bu yaz çıkmış.
Bu şarkı Türk pop piyasasında çok tutar, benden söylemesi. Bilhassa Funda Arar'dan bir atak bekliyorum. Tam onun model, biraz çirkef sosuna batırsa, yaygaracı yaylılar falan. Önde cayır cayır, uçuşan tuvaleti, saçı başıyla, yaldır yaldır, kunduz kunduz söyler şarkısını.
Efem, bir çizgifilm vardı, oradaki ayılardan biri diğer ayıcığa mı, diğer hayvan çeşitlerine mi, sesleniyordu böyle. Efem, nezleli, sümüklü burun ses tonuyla.
Al sana Damar FM. Al sana retro yürek fotoğrafında double exposure. Al sana Bonnie Prince Billy. Elektroleş alemlere inat, gitarla yapılan müzik dinliyoruz efem. Elektroleşte de gitar var bazı, onları gitardan, kimseyi adamdan saymıyoruz efem.
Bu sabah Sacitaslan'da gördüm, Tarkan yeni imaş yapmış ve fanları (buna dedikodu siteleri ve programları ısrarla FUN diyorlar, demek ki bir bildikleri var ve şair burada tüm sektöre veryansın ediyor) hiç mi hiç beğenmemişler. Tarkancoll.com.tr (kol gibi Tarkan) isimli sitede dile gelmiş, ağlaşmışlar. Üzülmeyin, gençler, TARKAN DÜNYA STARLIĞINA OYNUYOR. Nazan abulası ona "Şemşiyemin altında" diye bir şarkı yazıverir ve hemen İngilişçe hali kliplenir. Klipboardlara gelesin,Tarkan.
Şimdi o şarkının tahayyül edilmesi kolay sözleri geliyor:
Damdamdağınık bir günde gönül bangır bangır,
Serçe parmak kadar hüzünde, sevenler mahmur, dargın,
Boğuluyordum sanki dünde, anılar cazgır,
Yaşadığımız senle, yürekte yare, yürekte hır gür.
Bıktım artık gönül grevinden, beter oldum,
Daral geldi bu şehirden, sen neden oldun,
Gel damla damla ak bu yağmur giderinden,
Gönül kaldırımları temizlensin kederden.
AAAAAAAAH!
Sevcen mi kapına gelsem bu sonbaharda,
Montları çeksek, dünyaya dur desek bir anda,
Yağmur altında yürüsek, ıslanmadan da,
Kor dudaklar dansetsin şemsiyemin altında (altında-altında-he-he-he)
Şemsiyemin altında, evet, altında (he-he-he)
Bu arada bir önerme olarak:
Yılları durduracak,
Güneşi doğduracak, Dünyamı dolduracak, Bir düet istiyorum.
Dur bunun şöyle biraz tadını çıkarayım. Madem hatırlamışım yazmayı. Madem üşenmemeyi göze alıyorum.
Galiba kuzenim Ece marifetiyle veya kendi kendime, bir gün bir anda farkına vardım bu şarkının ne dediğinin. Erkin Koray, "Çukulatam Benim" albümüyle bizim eve sık sık konuk olurdu. Bizim evde eski model teypçaların içine konuk olmadığı gün yoktu zaten de, bu albümü ayrıca net hatırlıyorum. "Tik tak" şarkısını da, diğerleri gibi, ezbere söylerdim. Sözlerinden bir kısmını üşenmeden yazayım: Tik tak tik tak, tik tak tik tak/İşlemiyor gibi bu saat, işlemiyor sanki/Dişlilerin yağı tükenmiş, gıcırdıyor sanki/Toz mu kaçmış içine nedir, duracak gibi bu saat/Titriyor, sallanıyor, çoktan bıkmış yelkovan/Akrebin üzerinden istemeye istemeye istemeye istemeye geçiyor/Duracak gibi bu saat/İstemiyor gibi bu saat, istemiyor sanki/Çok sıkılmış belki dünyadan, çatlayacak sanki/Darlanmış mı yüreği nedir, duracak gibi bu saat.
Akrebin üzerinden istemeye istemeye istemeye istemeye geçen yelkovanın işaret ettiği gibi, bazen bazı evliliklere "kal geliyor". Durması icap ediyor. Bu kadarında en azından, anlaşalım. Evlenmek için sebat etmiş sevgililerin rağbet ettiği, Kadıköy'de Altıyol'a gelene kadar kuyumcularla gelinlikçilerin tak kurduğu bir yol vardır, bildin mi? (Bu yolla ilgili Tolga'nın muazzam bir gözlemi var ki; gelinlikçiler, kuyumcular, üst katlarda seks shoplar ve avukat tabelalarıyla bir evliliğin profili, izohips haritası olduğunu söylemişti bir seferinde.) Eski Paşabahçe'nin oralar. Daha eski günlerde Wendy's'in oralar diyebilirdik hatta. Bir kuru hamburger yiyeceğiz diye haftasonunu iple çektiğimiz günler, HEYHAT! İşte, orada o geçidin büyüsüne kapılmış yürüyen çiftler görürüm bazen. Muhafazakar, dizaltı etekleriyle kızlar. Gözleri pırıl pırıl, sevgilisine bakar. Evlenecekler, beraber yatacaklar daha. Apaydınlık bir gelecek önlerinde. Hem bir yatakta yatacaklar, hem aileleri bunu biliyor olacak. Eskiden haftasonu geldi mi o babaevinden kaçmak da çocukla buluşmak için fırsat kolluyordu ama şimdi haftasonu geldi mi, "annemlere gidelim aşkım." olacak. Kayınbabayla maç izlenecek, pilaki yenecek sofrada. Hanım zeytinyağlı yapmaz haftaiçi, çalışıyor. Kadının ekonomik özgürlüğü var artık, o da it gibi çalışıyor. ÇOK ŞÜKÜR. Hanımı da bir yere soktuk, artık ikimiz senkronize beziyoruz hayattan. Bezirganbaşı gibiyiz üzerinize afiyet.
Suç onlarda değil, onların bir yatakta yatacakları hayallerde değil. Kimsede değil. İhale havada kalacak, kimseye suç yüklemece yok. Aslında var, evet. Bu toplumun değer yargıları izin vermiyor ki ne istediğini bilsin insan, beklentisini ona göre koysun. Defosuyla, kusuruyla sevgilinin her halini görsün. Ona göre kararını alsın. İzin vermiyor ki, evlenesiye çoktan tanısın erkek nasıldır/kadın ne biçim bir şeydir. Tanımaya vakit yok ki çoğu için, evlenmeden önce.
O ona bakıyor, çocuk da elinden tutuyor sıkı sıkı. Nurcan, seni doyasıya muhitinde de öpebileceğim günler gelecek. Ama o günlerde de muhitinde öpmek, acaba bakalım içimden gelecek mi? Yelkovan olarak, akrebin üzerinden doyasıya geçebilecek miyim? Evlilikte keramet var, olan kaynakları kurutamaz ya. İçimde yılların hasreti, doya doya seks etmek için. Sen desen öyle. Yastıkaltı öpüşme hikayeleri. Babangil, abingil duymasın diye. Halbuki şimdi, parmağına halat gibi sarı yüzüğü taktım mıydı, kim tutacak seni? Nikahlı karımsın/kocamsın. Hepsinin tapusu bende, senetli sepetli sahibin oldum. Karşılıklı senet yaptık, Nurcan. Senetle, ipotekle birbirimizin olduk. Beraber daha nice senetlere imza atacağız. Kısmetse. Beyaz eşya da alacağız, yemek takımı da. Sonra o yemek takımını sadece misafir gelince kullanacağız ama. Biz mutfakta küçük masada yeriz. İki ev alsaydık aslında, biri sadece misafir için. Bunca masrafı o misafir evine yapsaydık. Biz yer sofrasında yeriz de, yeter ki misafir maun masada yesin yemeğini Nurcan.
O aşıklar beraber bir adi şirket kuracaklar evlenince. Adı batsın, adi şirket derken, hukuki anlamda diyorum. Bak şimdi, beni açıklamak zorunda bıraktırdınız. "İki veya daha fazla kimsenin emeklerini (saylerini) ve mallarını ortak bir amaca ulaşmak doğrultusunda sarf etmeyi taahhüt ettikleri şirket türüdür." Gizli ajandalar koyacaklar. Kız "seni değiştirmeye çalışmıyorum" deyip değiştirmeye çalıştıracak. Erkek olanı "değişmeye hazırım" deyip değişmeye karşı koyacak. Bu anonim evlilikte, hayal kırıklıkları ön cama birikip de, silecekle atılmayacak hale gelince, yolu göremez hale gelince araba sağa çekilecek. Bu işe bir son verilecek. O zaman Hasanpaşa'daki Evlendirme Dairesi'nin tam karşısındaki sokağın sonundaki Kadıköy Adliyesi'nin Aile Mahkemesi'ne uğranacak. Beşdakikadabeşiktaş bir boşanma gerçekleşecek. Bu boşanma sadece bu tür adamların arasında değil, daha yüksek sosyal seviyeden, daha aşağıya doğru uzanan skalada herhangi bir noktada gerçekleşebilir. Yine de o boşanma kararının basıldığı A4 bir değil mi, kelimesi kelimesine çoğu karar aynı hele. Peki, bu kadarına da peki.
Bir de çocuk faktörü var, gelgelelim. Bir yatakta yatmanın coşkusuyla veyahut o çift olmanın sevindirikliğiyle, o bitmemiş hevesle, sevgiyle, veya aşkla, hiç bitmeyecek aşkla, bir ölüm ayıracak aşkla olabilir, çocuk/lar yapılıyor. O kırmızı kurdele başa takılıyor. Sonra arabayı sağa çekende, çocuk da annesiyle beraber o arabadan iniyor veyahut babasının kullandığı bu arabada arka koltukta oturakalıyor. Öyle bir ürün haline geliyor ki, fabrikası kapanmış artık. O ürünün kıymetini tanımlayacak ortak bir piyasa yok. İki ayrı piyasa var. Çocuk iki ayrı piyasada, iki ayrı fiyat ediyor. O çocuk, artık iki hayat yaşayacak.
Şimdi biraz daha genelden özele gelelim, obzektifimizi az daha yakına doğru çevirelim:
Hazırlık sınıfına başladığım sene, sınıfta benimle beraber 3-4 boşanmış aile çocuğu vardı (mezun olduğumuz seneye kadar sayı en az 3'e katlanmıştı). Epey düşük bir sayı. Sözkonusu boşanma benim için çok yeniydi ve bu durumdan hayli hoşnuttum. Burada "boşanmış aile çocukları havuzu" oluşturup, bir sözcülük yapmaya hakkım yok; keyfim epeyce yerindeydi. Aile üçgenimizde babamı gereksizkenar gördüğümden midir, annemle kızkıza dizdize anlar yaşamayı fazlaca sevdiğimden midir bilmiyorum, babamsız bir hayata yelken açtığım için sanki gemiden fazla yükü atmışız gibi bir ferahlama içindeydim. Bir aile dostu, bir arkadaş, kanka olarak sevmesi kolay, vazgeçilmesi imkansız biriydi babam. O düzeyde kalsındı.
İngilizce dersinde bir gün, sınıfın favorita kızlarından, hatta en ve tek favori kızı Merve, İngilişçecinin sorduğu gramer sorusunu bilemedi. Hülya Avşar şımarıklığıyla "ayol bilmeyen ölsün mü napalım, HAKKATEN bilmiyorum!" hafiflikleriyle savuşturmaya çalıştı. Bir süre sonra başı öne düştüğünde, ağzımıza kakacıklar yapmakta tereddütsüz Ms. Nerkis kendisini kucaklayarak derdini sordu. Bir süre "mırımırımırı" şeklinde konuştular. Sonra Merve, yüz yıkamak üzre tuvalete gönderildi. Ms. Nerkis, tüm sınıfa hayatta unutmayacağım bir nutuk vermeye başlayarak Merve'nin annesiyle babasının boşandığını, o yüzden ona fazladan hassas yaklaşmamız gerektiğini, ona yazık günah olduğunu ve daha neler neler olduğunu söyledi. Ağzından çıkanlar öyle fantastik geliyordu ki, arada dönüp sınıfta "annesi babası ayrılmış gizli özneler"den Büşra'ya bakıyordum. O da benim kadar şaşırıyor muydu? Şaşırmıyordu. Büşra da bilincindeydi ki, bir boşanma çocuk psikolojisini altüst ediyordu.
Ben, bu boşanmış aile çocuklarının acılı hayatları dizisine bu bakımdan, figüran bile olmadım. Ama "boşanmamış mutsuz aile" çocukları ve "boşanmamış ama boşanmıyorlarsa altında ne sebepler var" aile çocuklarının, "boşansa daha iyi, alenen aldatıyorlar" aile çocuklarının, "her şey mükemmel görünüyordu, oysa..." aile çocuklarının, babasız büyüdüğünden kadınları şahane anlayan erkek çocuklarının, annesinden çok babasını sevdiğinden erkek gibi büyüyen kız çocuklarının, anneli babalı büyüyüp de saçmasapan hayatlar yaşayan kız/erkek çocuklarının, dosdoğru bir ailede, olması gereken sevgiyle büyüyüp kendine zarar veren kız/erkek çocuklarının varlığını görüp de algılayacak kadar gözlerimi açık tuttum. İnsan karakterinin "şu kadar sevgi, bu kadar anne, o kadar baba, al sana ideal çocuk" şeklinde tanımlanamayacağını anlayacak kadar gözlemledim. Ama aynı sene, o hazırlık senesi, ananemin evindeki konken günlerinde olsun, dışarıda başka akrabalarla olsun tanıştırıldığımda, annemin ismi ve medeni hali zikredildiğinde "ah yavrum" diye çenemi sevişleri dün gibi aklımdadır. İnsanlarda E5 üzerinde kamyon çarpıp da süt emdiği annesini kaybetmiş köpek yavrusu sempatisi uyandırmak, o yaşta çok koymuyordu. Sonradan neye acıdıklarını ayrıntılı düşünmeye başladım. Evde bir baba yoktu, evet. Ama evde bir baba olmaması o evi tamamen başımıza çökertmiyordu. Direk görevini kah annem, kah ilerleyen yaşlarda ben devralmıştım. Annem kendini kopyalayarak hem baba, hem anne olmaya, iki organı birden yaşatmaya çalışırken bazen error veriyor, mavi ekran çıkartıyordu, evet. Önce bir baba gibi "hayır, bu saatte dışarı çıkamazsın", sonra bir anne gibi "aman bey, ne olacak, şunun şurası iki metre yol gidecek" demeye yelteniyor, iki birbirinin tersi komut çakışınca da bu tek kişilik oyunda içinde ağır basan tarafı oyunda oynamaya karar veriyor ve bu esnada ben kapıda ayakkabılarımı bağlamış vaziyette beklerken, saatler saatler geçiyordu.
İntihar, uyuşturucu, cinayet, cinnet haberlerinde alttan alta sızdırılan "zaten annesi ve babası ayrılmıştı, zaten boşanmış aile gülüydü, zaten sorunlu olması kaçınılmazdı" gizli önyargılarını okudukça basın tarafından da onaylanışları ve bu yargıların açık açık toplumsal vokabülerde tedavüle konulmasına inanamıyorum. Bu güne kadar bana söylenen "Annenle baban ayrılmış halbuki, nasıl da iyi bir insan olmuşsun hayret" altyazılı akraba sevgileri/arkadaş annesi repliklerini anlamakta güçlük çekiyorum. İnsanların kendilerini neyle tanımlayacaklarını şaşırdıklarını düşünüyorum. "Ben eskiden çok sarışınmışım", "biz eskiden çok zenginmişiz", "annemler eskiden hep mini etekle gezerlermiş", "dedemler eskiden Atatürk'ün silah arkadaşıymış" gibi kendine yer edinmeleri, kendini bir basamak, üç beş basamak yükseğe oturtacak şekilde rütbelenmeleri hayretle karşılıyorum. ("Bir statü sembolü olarak"ı da o yüzden açmıştım.)
Her zaman 1+1=2 etmiyor, bazen birden bile küçük oluyor toplam. Bazen iki insan bir bütün bile etmiyor. Ayrı ayrı kendi başına bir rakam bile etmiyor bazen. Ama bu denkleme yeni gelen sayı, bir sayıdır. En az birdir. Bunu böyle bilmek gerek. Boşanmış aile çocuklarını doğuştan engelli, kolsuz, bacaksız algılamak da aileyi biraz fazla önemsemek olmuyor mu?
Ne zaman teze oturayazsam aklıma rakçı alemlerden Teoman'ın Boğaziçi Yüniversiti sponsorluğunda yazdığı "Çizgiromanda kadının yeri" isimli sosyolojik inceleme gelir. Daha doğrusu yazamadığı. Serkeşlikten fırsat bulup da sayfalara dökemediği. Boğaziçi Yüni Alümnileri aralarında para toplaşırsa, ben oturup "Bitmeyen şarkı : Teoman'ın ortamlardan başını kaldıramamasının akademik hayatına etkileri" diye şahane bir tez yazabilirim. Veyahut "Türkçe rakta limited isyankarlık ve kafiyelik kelimeler bulurken öze dönüş : Gurbet, hasret, yar" isminde bir çalışmaya imza atabilirim. Yine "Türkçe rakta Nick Hornby'li arabesk açılımı : Yüksek Sadakat" veya "Devranın dönüşü : Yabancı grupların ne zaman havası sönse, festivale Türkiye'ye geliyorlar" modelleri de bulunmaktadır. Nasıl fikir? "Seattle bizim mahalleyle karşılaşırsa : Ortalık tozDUMAN", "Türkçe rak okyanusunda omurgasız canlılar : Aylin Aslım ve aynı saç renginde diğer şarkıcı kızlar", "Yerli Björk anca bu kadar : Orkidden bugüne bir proje olarak Nil Karaimbrahimgil", "Arak Obama : Nil'in "Bu mudur" isimli şarkısı Zoot Woman'ın Taken It All'undan" isimli tezler yazılmayı bekliyor.
Türkçe pop arşivimin yetersizliği yüzünden amelasyon forumlar olsun, websiteleri olsun, linklere basınca açıksaçık, fitnefücür, kimin eli (olsa iyi) kimin neresinde fotoğraflarla bezenmiş içerikler monitörden kucağıma akıyor. Sağ tarafta güncel bir reklam penceresi, bağlandığım Stokholm komününe uygun, bizim buralara yakın sevişgenleri haberliyor. Her seferinde mavi ekran çıkartmaya şu ( ) kadar kalıyor. Yine de üye oluyorum. Mailler dağıtıyorum. Bir Hotmail, bir Yahoo. Kullanmadığımdan olsun. Şeyi vereyim. Üye ismi seçeyim. Şifre kimbilir ne. Olsun. O şarkı dinlensin. İçim bir serinlesin. Kurumuşuz burada, Türkçe müzik dinlemekle telafi ediyoruz. O Sigur Rostrak ağlama duvarı müzikler dinleyenleri falan, komple piste davet ediyorum. Arkadaş ortamlarıyla çevrili, ana baba evinde, yemeği önünde, odasına çekilip hayat pauselamalı günlerde Sigur Ros dinlersin yavru kuş. Drama ihtiyacın var. Anadolu yakasındaki apartmanınızda pencereler dışarı sarı ışık saçarken, yumuşak, sevgi dolu, odana temizlenmiş/dilimlenmiş meyve tabağı gelen gecelerde dramını kendin yaratacaksın tabii. Sigur Ros da dinlersin, daha neler dinlersin sen. Gelip bir de burada dinlesen ya. O içine doğduğun sevgi yumağının dışında, kendi kendine baktığın, kendin diyip kendin dinlediğin yerde, üzülünecek zamanda üzülmemek için kendini sıktığın, ayaklarını C şeklinde büzüştürdüğün yerde dinlesen kolaysa ya. Burada bir başlasan üzülmeye, avuç dolusu misket gibi salon parkesinin dört yanına dağılacaksın. Kim toplayacak seni? Ne zaman üzülmeye hakkın olacak da, üzüleceksin. Ne zaman üşenmeye hakkın olacak da, üşeneceksin. Öyle lüksler yok. Yaya geçidine adım atınca arabalar hizaya geliyor falan da, bu tip lüksler yok malesef. Bir telefon hattının ucunda "of aman" diye dertleneceğin, bir dolmuş yolculuğunun ucunda kucaklaşacağın kimse yok. Haa, şimdi bunları da hesaba kat. Ufacık bir şehir, bir an gelir kocaman kesilir. Bir otobüsün içinde bir yere gidiyorsun diyelim, otobüs uçsuz bucaksız kesilir. Toplam 10 küsür milyonluk ülkede, aynı şehirde yaşadığın her insan on milyon tane yabancıdan sayılır. Ha, diyeceksin "sen nasıl dayanıyorsun?". İyi biriktirmişim, sermayeden yiyorum canım. İnsan biriktirmişim, an biriktirmişim, sokakta yanlarından geçerken tartıştıklarından iki yürüyüp bir duran çift biriktirmişim içimde. Sokağa çıktığımda fon Stokholm olsa ne farkeder, tüm o absürd karakterler, tüm o güldüğüm şeyler, tüm o hüzünlendiklerim yanımda biter. Karaköy iskelesinden alt geçide yürürkenki kedili amca, alkolden kangren olmuş, şişmiş ayaklarıyla kedilerin başını sever. Bir anne elini bırakıp başka yöne koştu diye çocuğunun esmer başına vuruverir. Ne kadar göresim varsa, o kadar İstanbul görürüm etrafımda. Hiç göresim yoksa, Övropaya gitmiş de, ülkesini beğenmez olurum. Nasıl fikir? Bir seferinde Oytun'un blogunda bir yorum okumuştum da, kıs kıs gülmüştüm içimden. Bir arkadaşı söylüyordu Oytun'un İsveçlilerin iş disipliniyle ilgili yazdıklarının üstüne, "Sen de yurtdışına gittim, aydınlandım diyen rspçcuklarından olma" diye ricada bulunuyordu. "Değiştim" diye tutturma. Yabancı ülkeyle ilgili özentiliklere düşme. Hep böyle kal. Bu arkadaşa cevabımı şarkılarla, türkülerle vermek isterdim. Tarkan - Oldu canım, ara beni. Metin Şentürk - Maymun gözünü açtı.
Aydınlandık be yakışıklı abim, Tarık Akan abim. Yalan değil. Beklentiler, ümitler tortulandı üzerimizde. Üzerimize nice bahisler kondu. 40 sayfalık rehberden karınca kadar yazılmış üniversite bölümleri seçip puanlarına göre dizerken, bir de hayat biçimi seçmişiz. Omuzlar çöktü erkenden. Alışmamışız, az düşünüp çok yaşamaya. Çok düşündük, az yaşadık. Ne düşünsek, yerimiz dar geldi. Bir anda yer çekimsiz ortamlara girince, fazla oksijenden baygın, hafif şoka girmiş de sevindirik olmuşuz, çok mu? Yüksek binalardan görüşümüz daraldı, bir parça gökyüzü göremedik bunca senedir. Yapılmış-hazır-fiksmenü hedefler koyduk, bu sene geçsin, şu okul bitsin, sonra bu okul da bitsin. Hele bir işe gireyim, koyduk. Hele bir işe girdik, o işin var ya, iş olmadığını gördük. Üç kuruşa beş değil, onbeş takla attık, bildin mi? Bunu dünyanın her yerinde değişmeyen hayat kaidesi sandık. Çoğunluk haklı sandık. Bankalara girelim, büyük bürolara, şirketlere girelim. Fark atalım. Bir dil daha olsun. Bir kurs daha olsun. CV zengin dursun. Annemin babamın sınıfından bir üste çıkabileyim. 0.5 kalem ucu kadar bile olsa, biraz yükselteyim çıtayı. Okuduk o kadar, kelime tasarrufsuz sınav kağıtları doldurduk madem. Sınıftaki albenisiz, Mango outlet formalarıyla kupkuru kızlar, mankenden daha zeki olmayan, işletme-iktisat çocuklar, hepsi haklıymış dedik. Üniversiteye girer girmez, daha kayıt günü gençişadamlarıderneği ilüstrasyonu gibilerdi. Bak şimdi en güzel onlar yaşıyor. Şirketinin bir ofisi varmış, komple boğazı görüyormuş. Görmüyor, eğilsen elin suya bile değiyor. Şirketcek mayoyla geliyorlar işe. Kanyon'da, bulyonda öğle yemekleri yiyorlar. Konserlere, santrallere en önden bilet alabiliyorlar. ULAN, alterdik de ne oldu ya? Onu dedin mi sen, önce onu söyle. O aşamaya geldin mi? Sezonluk solcular gibi, "sen değişme, hep böyle kal" romantizmini bir yana bırakalım şimdi. O aşamaya geldiysen, işte ondan sonra seni İsveç'i geçtim, Bulgaristan'a salsalar Avrupa başkaymış diye toprağı öpersin. Mutlu olmanın ayıp, günah olmadığı, kendini kenara atmadan da geçinebileceğin yerler olduğunu görünce adı Misveç, Pisveç olsun farketmez, sarılırsın ondört elle.