Üniversitedeki ilk senemde, kışın kasvetinden boğulduğumdan olacak, eski dergi ve kitap bakmak için sık sık gittiğim Kadıköy pasajlarının birinden eski bir Hawaii takvimi alıp duvarıma asmıştım. Cennet hayallerine fon teşkil edecek fotoğraflarla dolu, geçmiş tarihleri gösteren sayfalarıyla çoğu bakımdan anlamsız, hatta fonksiyonsuz bir takvim. Kimisi öyle sahilli, denizli, vıcık vıcık sıcaklı deniz kenarlar1n1, akşamları kaçak elektrikle aydınlatan çıplak ampul altındaki bir tablada yüzde yüz kârla satılan gümüş yüzüklere bakmayı, samandan, bambudan örülmüş kıça batan bar sandalyelerini, loş ışıkta servis edilen ve bardağının kenarına meyvelerle beraber küçük şemsiyeler veya karıştıraçlar iliştirilen renkli içkileri ve o içkiler sonucunda bembeyaz, buz gibi çarşaflara uzandığında arkada kulağına çalınan dalga seslerine gömülüp derhal uykuya dalmayı sevmiyor halbuki, o zaman bunu düşünmüyordum pek. Bana o parlak renkleriyle, göz kamaştıracak güneşiyle, çakıltaşsız kumuyla, yeşil-mavi deniziyle nereyi versen cennet, diyordum. Tatil konusunda basit zevklerim vardır, söylemesi ayıp. Takvimin her sayfasına, denizle güneşin maviliğinin ayırdedilmez hale geldiği ufuklara, köşeden ucunu gösteren palmiye ağaçlarına falan kerelerce, döne döne bakmıştım.
Geçtiğimiz sene sonu iş bulup çalışmaya başladığımdan beri, boş bulduğum her an alışveriş yapmama rağmen, bütçemiz hiç fena durumda değil. Bu sene ödül alma bahanesiyle İsveç'e gittiğimiz ve koşturmaktan oturamadığımız on günü kenara koyarsak, adamakıllı bir tatil görmedik ve tatil günlerimiz bitmedi madem, şöyle denizli-güneşli bir tatil yapalım dedik. Tabii Amerika'yı terk eder etmez dönüş için vize bastırmam icap edecek ve bu gittiğimiz yerde stres içerisinde vizesi basılmış pasaportumu geri beklememiz anlamına geliyor. Tropik ülkelerin bugün git yarın gel model sinekli konsolosluklarının insafına kalmayalım. O halde memleketi terk etmeksizin Hawaii'ye gidelim. Ama Hawaii'ye gitmesi de 12 saat sürecek. Gittin, döndün, saat farkına adapte oldun, suya ayağını soktun, hop, geri dön. Madem öyle, bizim buralarda, bize yakın Miami olsun. Olsun. Bir akşam oturduğum yerden Expedia, Orbitz falan ne varsa önüme açtım, uçak, bin yıldızlı otel ve hatta otele kadar götürecek shuttle dahil bir paket beğendim yarım saat içinde (Miami'nin en yoğun sezonu Kasım-Mart arası olduğundan ölü sezonun bize ne biçim bir indirim sunduğunu burada not düşmem gerek). Birkaç hafta geçti geçmedi, Cumartesi sabahı iki kişiye hazırlanmış hafif bir bavulla, tıpkı Evropalılar gibi, o mantıkla hazırlanmış, insanın iflahını kesmeyen bir bavulla kalkıp Miami'ye gittik.
Daha havaalanından ne biçim bir şehir olacağı belli gibiydi. Bizim Boston'ın havaalanı da kendi gibi, gösterişsiz, kaba mı kaba, halk tipidir. Buyur, Çin yemeği. Yemiyor musun? Zıkkımın kökünü ye. Yanında boktan, güya taze malzemeyle yapılan sandviççi. Beğenmedin mi? Cehennemin dibine git. Yanında kokan etten yapılmış hamburger köftesiyle Wendy's. Canın çekmedi mi? Anan yapsın, onunkini ye. Sonracığıma, Dunkin Donuts ve küçük, parlak kremalı donutları, dudağı yakacak kadar, insanı komaya sokacak kadar şekerli bir menü. Starbucks ve kötü kahvesiyle servis ettikleri üç günlük ay çörekleri. Böyle hayvani muamele. Ha, yanında illaki bir de Irish bar. Jöle kıvamında bira var, yanında patates püresiyle et ikram ediyor. Üç-dört restoran işte. Beşinci yok. İşine gelirse. Havalı mı sandın sen buraları civanım, model. Halbuki Miami öyle mi ya? Efendim, gurme şey yemeği, nice füzyon mutfağı, ferah, beyaz, insan psikolojisini ve asabını bozmayacak şekilde aydınlatılmış yüksek tavanlı mağazalar, süslü heykelli ortak alanlar, falanlar filanlar. Hemen havada şan istiyorum, şöhret istiyorum, gösteriş istiyorum, ne bileyim, parlak taşlarla süslenmiş mayo istiyorum falan gibi türkücü Ceylan zevklere hitap edecek şeylerin kokusunu aldık. Sibel Can'ın orada evi olmasına şaşmamalı, evet. Sonradan bunu düşününce akla yatıyor.
Havaalanından bizi shuttle'la otele atıverdiler. Meğer bizim otel Miami Beach'teymiş. Ve hatta meğer Miami Beach ve Miami iki ayrı şehirmiş. Gittik, garajinda Türk dizilerindeki zengin tasvirlerine uygun şekilde Ferrari'den başka otomobil olmayan otelimize ve daha önemlisi okyanus manzaralı bir küvete sahip olan odamıza yerleştik. Cömert bir gösteriş anlayışının göbeğine cup diye düştük. Balkona çıkıp pencereden karşımızdaki manzaraya baktık, çok acayipti. Hemen ilk gün sevindirikliğini yaşamak için beyaz peynir rengi vücutlarımıza kontrast parlak ve canlı renklerde bikinimizi, mayomuzu giydik ve deniz kenarına indik. İştahla denize atladık, takip eden günlerde yapacağımız gibi otelin önündeki küçük koyda yüzdük, güneşlendik, dalma yarışları düzenledik, denizin içinde oturup yüzümüze şaplak gibi dalgalar ve otel barından fahiş fiyata hamburgerler yedik. Akşam olduğunda duştan çıkıp kurutulmamış saçlarımız tişört omuzlarımızı ıslatırken bazen yakındaki ultra lüks açıkhava alışveriş merkezinde meşhur İtalyan bistrosunda, bazen belinde silahla otobüse binen bir şehir eşkıyasının yanında yolculuk edip gittiğimiz sadece dört masası olan bir Fransız lokantasında, bazen de Güney Amerika ülkelerinin birinde meşhur olan pembe dizi aktörlerinin yanlarındaki kız arkadaşıyla paparazzilerden korkarak yemeğini boğazına dizdiği Küba restoranındaydık. Halkın arasına karıştığımız Miami'nin Bahariye Caddesi diyebileceğim dallı güllü butiklerin neonlarıyla aydınlanan caddesinde göbeği giydiklerinden taşmış hispanik kızlar arsız arsız, kesintisiz kahkahalar atıyorlardı. Palmiyeler sıcak esen rüzgara uymuş püsküllü saçlarını solmuş tabelalı, beyaz binalara sürtüyorlardı. Fedon kılıklı kurt amcalar kızarmış böğürlerini açmış, hız motorlarını sürmeye ara vermiş, şimdi başka türlü sefalarını sürüyor ve içkilerini yudumluyorlardı. Apartman üniversitelerinde okuyan sonradan görme Türk sosyetesinin varisleri anneleriyle alışveriş ediyorlardı. Biz de sanki dünya etrafımızda dönüyor gibi, baktığımız yerden görülebilecek her şeyi görüp şehrin ne biçim bir şey olduğunu anlamaya çalışıyorduk.
İki gün üst üste iki katlı otobüslerle, canının istediği yerde inip tekrar binebildiğin sightseeing turlarından aldık. Üç farklı rehberin her biri başka konulara dikkat çekerek (yaşıtımız geveze ve neşeli kız ünlülerin hepsinin evinin nerede olduğunu ve kaça aldığını biliyordu mesela; bembeyaz saç-sakallı, akşamcı, göbekli amca Çarşamba geceleri 25 sente içki satılan barı ve büyük kutularda satılan tavuk kanadıyla ünlü olmuş restoran zincirini önünden geçerken öve öve bitiremedi; tüm kazandığını amatör film şirketine yatıran öğrenci ve Küba asıllı genç çocuk sistemin neden değişmesi gerektiğini, gezdiğimiz muhitteki uyuşturucu kartellerini, konuyla ilgili izlememiz gereken filmleri sıralıyordu) bambaşka Miami ve Miami Beach profillerini sundular. Biz de duyduklarımıza şaşırarak bol bol fotoğraf çektik. Son gece önceki günün bir anlık dikkatsizliğiyle sabah 9 güneşiyle nasıl olduysa kavrulduğumuzdan serin çarşaflara sarınıp oda servisinden yemek kılığına girmiş son kazığı yemek üzere mac & cheese istedik, sonrasında bavulumuzu geri toplarken bir yandan televizyonda Inglourious Basterds'i seyrettik. (Bu arada filmi ilk kez İsveççe altyazıyla İsveç'te izlemiştik. Büyük ve can alıcı kısmının Fransızca ve Almanca olduğunu düşünürsek, ne olup bittiğini anlamamızı sağlayan hayalgücümüze aslında epey saygı duymak gerekiyor.)
İşte, sonra bir sabah uyandık, rahattan sırtımıza batmaya başlayan dev yatağımıza ve okyanus manzaralı bilmemnelerimize ve tasarımcı elinden çıkmış oda mobilyalarımıza ve bir haftalığına ödünç aldığımız lükse son kez el sallayarak resepsiyona giriş kartlarımızı iade ettik. Evimize döneceğiz, Poppy'ye kavuşacağız, tüm nemrutluğuyla surat asan Boston'da dolaşacağız diye sevinçle uçağa bindik. İndiğimizde tam tahmin ettiğim gibi, ağaçsız, betonarme Boston'da yağmur yağıyordu. Eve vardığımızda ev toz kokuyordu, eşyalar arasında oynanmış bir maç sonrası soyunma odası gibi kokuyordu. Vuran güneş eşyaları terletmişti sanki, pamuk, yay, kumaş kokuyordu. Salondaki koltuklara yayıldık, yağmurun sıcaktan kavrulmuş yaprakların üstüne düşüp çıkardığı çıtırtıyı duymak için pencereyi açtık, ve birkaç saat sonra daha ufak ve rahatsız bir yatakta daha derin ve huzurlu bir uykuya yattık. Sonraki günlerde de yaşarken farkına varmadığım bir sürü şeyin detayı, neşesi, keyfi, belki biraz da nostaljik bir dürtüyle, içimde şişti; Miami'yi ve Miami Beach'i bu yüzden her şeyiyle çok güzel hatırlıyorum.
Bu arada tatile gitmemizin üstünden neredeyse bir aya yakın zaman geçti. Bu yazıyı yazmam neden bu kadar uzun sürdü, bilemiyorum. Gördüklerimi not aldığım bir yer olduğundan, bloga borçlu gibi hissettim önce, sonra o his geçti. En sonunda da bir akşam eve dönerken Hawaii takvimini hatırladım; tarihe o takvimin ve o takvimdekine benzer bir plajda yaşadıklarımın şerhini düşmek istedim.
Fotoğraflarımı sonra, ayrı bir post'ta koyarım artık.
29 Eylül 2012 Cumartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)