Hayatta kimseye iş buyurmayı sevmem. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, sonucu muğlak, başarısı subjektif ve garantisiz işler için kapılarına gitmişsem hiç iş buyuramam, ayıp gelir. Her yerimden belli olur bu durum. Bazısında doğuştan o "karizma" mı diyeyim, o var; emri verdiğinde ağzında yamuk durmuyor. Bende o konuşma balonu hava kaçırıp kendiliğinden söner. Belki o yüzden senelerdir tanıdığım yerlere gider, saçımı kötü kesseler de, alelacele kenarlardan taşan ojeler sürseler de, ihtimamın onda birini göstermeseler de sabırla koltukta beklerim. Sonra sonuçtan memnun olmasam bile sesimi çıkarmam. Eziklikten değil, haşa. Çok şükür çaçaronlukta altın madalyamızı duvara astık. Amerika'da ev sahibimi bile (elbette ki haklı) şikayetlerimle daraltacak, neredeyse "Yine o mu arıyor? Öldü deyin!" diye sekreterine kaş göz edecek seviyeye getirdim, misal. Neden, çünkü sözleşmemizin konusu belli. Bana kışın kaloriferi yanan, komşuların gecenin bir yarısı gürültü yapmadığı, borularının su sızdırmadığı bir ev teslim etmek zorunda. Ondan ne bekleyeceğim son derece net yani. O yüzden hakkımın yendiğini anladığım an, paldır kültür lafım ağzımdan taşıyor. Telefonla da ararım, ofisi yakındaysa da giderim, aldığım üründe sorun çıksın o ülkenin tüketici kanununu Google Translate'ten (ve elbette ki İsveççe'den) çevirip müşteri hizmetlerini ters köşeye yatırırım o biçim.
Ama öbürü bir başka. Çünkü, ne bileyim, sanki koşulsuz bir kabulleniş var. Koltuğa otururken "Sen elinden geleni yap, olur mu?" diye rica etmişim sessizce, karşımdaki de "tabii tabii" diye kendince bu işi yüklenmiş. Ve bir buçuk saat sonra aynada göreceğim üzere, o arı kovanı gibi topuzu oturtmuş başıma. Kendince yaptığının en güzel topuz olduğuna inanıyor veyahut işine öylesi geliyor. Şimdi işine öyle geldiği ihtimaline yaslanıp, "Muammer abi, bu saç olmadı. Boz sen bunu, bir daha yıka, kurutup fönle. Sıradaki onca insanı kenara bırak, hele tekrardan bir topuz yap bana" diyemiyorum. Ya Muammer abi sevdiyse, diye düşünüyorum. Gidip onun estetik anlayışına laf etmenin alemi yok. Adamı Paris'te saç akademisine göndermedik ki, alt tarafı mahallede camları içeride saçını fönleten kadınlar1 göstermesin diye koyu filmle kaplanmış, temiz bir dükkan işletiyor. Müşteriden fırsat kalır kalmaz kapının önünde soluklanmak için sigarasını içiyor. Kadınların saçlarına alışkanlık ve ustalıkla dokunurken aklı bambaşka yerlerde, saç boyalarının üstündeki dolaba monte edilmiş LCD ekran televizyondan aynaya yansıyan gündüz programlarını izliyor. "N'aber?" diyordu eskiden, avukat çıktıktan, yurtdışına yerleşip kendi ayaklarım üstünde durmaya falan başladığımdan beri özenle mesafeyi koruyarak "Nasılsın?" diyor. "İyiyim Muammer abi" diyorum. Ne içeceğim sorulunca yan taraftaki müşterinin soya sütlü decaf frapuçinosunun yanında bir de ben zahmet vermeyeyim diye "Su alayım" diyorum (o suyu bile getirirken dökerler, susuzluktan içim yansa da "bir bardak daha getirsene Muratcığım" diyemem tüm gün yerden saç süpüren zavallı çocuğa iş buyurmuş olmayayım diye, ağzım içeri bükülür Kurbağa Kermit gibi). Ha yani, durumlar böyle. Hele İsveç'te taşındığımdan, ve sonrasında Boston'a tayinimiz çıktığından beri zaten böyle iş buyurmalık bir halim yok. Irgat gibi kendi tırnağımı kesiyor, boyuyor, saçlarımı çeşitli ve marifetli düzleştiriciler ve kıvırtörlerle şekillendiriyorum. Bakım işlerinin pahalı olduğunu falancadan duymuşum, sonra varlığını adeta unutmuşum ve bu pahalılığı hiç sorgulamamışım. Pahalıysa gitmeyiz, demişim. O kadar. Daha dün annemizin kollarında yaşarken giderdik. Artık kendi kolumuzda, kanadımızdayız.
O gün işyerinde kızlarla mevzusu geçince evin orada açılan yeni güzellik salonu aklıma düştü. Akşam, eve dönerken trende kıpırdanmaya başladım. Birdenbire. "Gitsem var ya, ne biçim..." derken buldum kendimi. E gitsem ya, dedim sonra. Kafamı her konuda güncelledim, paramı kazanıp gönlümce harcıyorum da, bu konu para harcanmayacak bir özel kategori olarak kapalı kalmış adeta. İndim trenden, girdim tiril tiril güzellik salonuna. Yeniliğinden gözlerim kamaştı. Bir de o gün 40 dereceydi hava, içerideki klimayla karşı karşıya gelince o sevincim... Gözyaşlarım terime karıştı. O sırada Taylandlı seksi kızlardan biri beni masajlı pedikür koltuklarına doğru buyur etti. Oturdum. Masaj kumandasını uzattı, sıkı sıkı tuttum. Koltuğun içindeki topçuklar döne döne sırtımı yumrukladılar, tıpkı gıdısından sevilen bir kedi gibi gözlerimi kapadım. Bir yandan ayaklarımı nefis kokan tazyikli suya soktular, bir güzel yıkadılar. Sonra pedikür faslı başladı. Elimdeki dergiye yarım gözle bakarak peeling yapılan, kremle ovulan, tırnak kenarları hafif hafif temizlenen, törpülenen ayaklarımı ve birer damla ojeyle şipşak boyanan minicik ayak parmaklarımı seyrettim. Yavaş yavaş havaya girdiğimden, giderek gün sonu iş çıkışı hilkat halimden sıyrıldım, kendimi içimden türlü keyif nidaları mırıldanırken buldum. Sonra sıra ellerime geçti, o köle-efendi duruşu bozuldu (ne mutlu ki), tahtımdan indim ve mermer bir masaya yönlendirildim. Burada bizdeki gibi değil, malum, masada karşılıklı oturuyorsun manikürcünle, ellerini o üstünde ince ince çalışırken masanın üstündeki bir yastıkta dinlendiriyorsun. O sırada kapı camlarını (yine içerisi görünmesin diye) mozaikli bir filmle kaplayan gariban genç usta yanımızdan geçip elindekileri bırakmak için banyoya doğru seyirtti. Onun adına bir sevindim, bir sevindim. Onlarca meme çatalı, sonsuz frikik veren bacaklar, bakımlı kadınlar falan, en güzel çalışma yeri bu olsa gerek. Belki ondan, yarım metrekarelik alanı bir saattir nedense bir türlü bitiremiyordu.
Ben çocuğa sırtı dönük pozisyonda oturmuşum, karşımadaki manikürcü kız ellerim dolu diye dergi okuyamadığımdan anlamsızlaşan sessizliği kırmak için "Kiliseye çevirdiler ortamı, iyi mi" diye lafa girdi birden. İngilizcesi hiç fena değil, diye düşündüm. Ama ne demek istediğini hemen anlayamadım. "Efendim" diye sorarken cama kaplanan mozaikli filmi kastettiğini farkedip, "...yoo, güzel aslında" diye ekledim. Donuk, neredeyse kendi kendine sayıklar gibi "Bir tek bana mı kilise gibi geliyor acaba? Tek ben mi öyle görüyorum? Nasıl oluyor da başkaları beğeniyor" diye cevap beklemeksizin sözüne devam etti. "Heh-heh" diye gevrek gülümseyerek geçiştirip, lafı uzatmasın diye dünyanın en önemli işini seyrediyormuşumcasına ahenkle törpülenen tırnaklarımı seyretmeye başladım. Bir yandan da kızı bozdum mu acaba diye inceden üzülüyordum ki "Dövmenin anlamı ne" diye çabasız, arsız bir samimiyetle sordu yine hop diye. "Anneannem için yaptırmıştım. Birkaç sene önce vefat etti de. Doğum yılı, 1933". "Benim de dövmelerim var, bak" deyip elini gösterdi. Üstünde ince bir bilezik gibi dolanan "Faithful". Kıza, işyerinde neredeyse plaj kıyafetiyle gezen haline, seksi duruşuna bakınca bıçkın manitasına yaranmak için "sadık" anlamında yaptırmış olabileceğini düşündüm. Sonra güzel günlerin geleceğine inancından yaptırmış olabileceği aklıma geldi. O sırada diğer kolunda, etli kısmın hemen üstündeki "Destiny" dövmesini gösterdi, açıkladı da: "Kızımın adı". Derhal kafamın içindeki yazı masasına oturup senaryoyu yazmaya başladım: Alyanssız ellerine (evli olmadığını da söylemişti), köpek havlaması melodisiyle çalan telefonundan sürekli arayan erkek arkadaşına, Destiny adındaki evlilik dışı bebeğine bakılırsa genç yaşta hamile kaldı. Dindar ailesi (cam kaplanan filmden aklına düşüp içini sıkan kilise) bebeği aldırmasına izin vermeyince de mecburen çocuğu doğurdu. Kader deyip geçtiler, o kadar ki kıza "Destiny" adını koydular.
Herkes hakkında her şeyi hemen bildiğini sanmak nasıl da kolay.
Sonuçta çeşitli masalara oturmaların, tırnak kurutulmak için yapılmış küçük vantilatörlerin, ultraviole ışıklarla aydınlatılmış bölmelerin ve parafin banyolarının ardından eli-ayağı insana dönmüş vaziyette, güzellik salonlarında verilen incecik sünger terlikleri ayak tabanlarımda sabitlemeye çalışarak, seke seke eve doğru yürümeye başladım. Yol üstünde, gençlerin sarhoşken eğlence olsun diye ters çevirdikleri, çitlere zincirlenmiş bir bisiklet, çalınmamış arka tekerleğiyle hüzün içerisinde yere bakıyordu.
24 Haziran 2012 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)