14 Kasım 2011 Pazartesi

90'larda Kalan Bir İdeal: Modern! Türk! Popçusu!

Master sebebiyle İsveç'e taşındığım sıralar Türkiye'nin, Türkiye'deki her şeyin çok üstüme geldiği bir dönemdi, ben de bu yüzden İskandinav tipi kara kışın ortasında özlem duymak için sadece çocukluğumun Türkiye'sini seçtim. Hatırladığım tüm kareler adeta Instagram efektiyle sarıya boyanmış gibi sevimliydi; sol üstten vuran göz kamaştırıcı ve tembel güneş ışığı tüm soğuk mavilerin etkisini yitirip bordoya ve mora dönüşmesine sebep oluyor, karın kışın ortasında insanın içini ısıtıyor ve hatta ileri aşamalarda özleme dönüşüp yakıyordu bile. İçeriye pis bir kuzey ayazı üfleyen camdan dışarı bakarken dalıp gitmeyi en sevdiğim anılar çocuklukla ileri ergenlik arasındaki dönemde, dolayısıyla 90'larda gerçekleştiği için 90'lar İsveç'teki ilk çetin kışım boyunca bir nevi sığınağım, bu sığınağa girmenin en kısa yolu da YouTube'da o dönemin şarkılarını bulup dinlemek oldu. Dolayısıyla iki koca bavul haricinde 90'ların Türk popunu da sırtımda tıpkı sönmüş bir paraşüt gibi taşıyarak kilometrelerce uzağa, Stockholm'e getirdiğim o günden itibaren düzenli olarak bu meseleler üzerine düşünüyorum. Blogda yer alan ünlü incelemeleri, tutup aklımın uzun süredir tozu alınmamış bir köşesinden çıkardığım türlü türlü saçma detay da bu sığınaktan bulduğum ve güncel bir olayla gözümde önem kazanan şeyler. O sayede karşılaştırmalı edebiyatla olayların seyrini inceleyebiliyorum.

Bu girişin ardından, hakkıyla davamı açıkladığımı düşünerek, mevzuda arkalara ilerliyorum.

90'lara (fakat sadece 90'lara değil, magazin alemine dair saçma herhangi duruma) en az benim kadar meraklı Çerez Hilton blogunda Levent Yüksel'in hemen aşağıya koyduğum fotoğrafını epey bir süre önce görmemle bir şeyler tetiklendi. Fotoğrafta Güliver'e tırmanmaya çalışan bronz insancıklar görünümündeki ödülleri kucağında taşıyan Levent Yüksel papyonuyla, Sertab Erener o dönemki imajı uzun kadife elbise-şapkasıyla, Uzay Heparı "ishal olmuş yavru kedi kakası" tabir edilen renkte bir İbrahim Erkal ceketiyle (o zaman İbrahim Erkal henüz garsonlukla iştigal etmekteydi, ama Uzay Heparı tüm ileri görüşlülüğüyle seneler sonra gelecek "büyük beden ceket giyen türkücü" sorununa temas edercesine) poz vermiş. Hepsi Türk popunu Eurovision'da en güzel, en modern, en cumhuriyet çocuğu şekilde temsil edecek yetkinlikte. Diploma mı, buyur, konservatuarın şan ve şöhret bölümünden kapı gibi diplomalı Sertab. Keza bas gitarı bas bas bağırtan Levent. Motosiklet meraklısı, evlilik öncesi hamile kalan marjinal ve modacı sevgilisiyle müzik dehâsı Uzay. Ortadaki kilim desenli gömlek giymiş ve karne günü samimiyetiyle bu iki cool grubu birbirine kenetlemek için çabalayan arkadaşı tanıyamadım, ama şarkı sözü yazarı, aranjör falan olduğu farz edilebilir pekalâ.


Bu fotoğrafla aklıma geldi; doğru ya, Levent Yüksel ilk albümü piyasaya çıktığında bir acayip imaj tutturmuştu. Kucakta oturtulup vantrilok marifetiyle konuşturulan o tuhaf kuklalar gibi gömleği ve papyonu ile ödül törenlerine, canlı yayınlara gidiyordu. Hakkında hiçbir şey bilmeyen biri, şu fotoğraftaki haline bakarak astro fizik dalındaki üstün çalışmalarından dolayı Nobel'e aday gösterildiğini falan sanabilir rahatlıkla.


İlk albümü Med Cezir'e denk geliyor sözünü ettiğim dönem. O Med Cezir ki en Türk popuna yabancı kolej çocukları tarafından bile aynı şu heykelcikler gibi kucaklanmıştır. Yeterince ve otantik sayılabilecek mesafede Türk ezgisi, ağırlıkla flamenko gitarı, Onno Tunç'a özgü gördüğüm iç burkucu, derinlikli ve entellektüel (?) bir pop türünün harmanlandığı bu muazzam albümle ilgili yakın zamanda Levent Yüksel'in "İlk albümümün Best of'um olacağını nereden bilebilirdim ki?" röportajını okuyup adamın haline üzülmüştüm doğrusu. Büyük marka Sezen Aksu Akademisi'nin henüz outlete dönüşüp "NapÇAM, gelCEM, etini etime dayıyCAM" türü ucuz espirilere bel bağlamış şarkılar yaparak üç kuruşa satmadığı bir dönemdi o. Şarkılar yıllanmış tecrübelerden damıtılmış enfes sözlerle, detaylarla süsleniyor ve popülerlik kaygısı olmaksızın Türk popunun baş tacı Med Cezir gibi albümler yapılabiliyordu. Sonra? Sonrası karışık:

Papyonlu, "istirham ederim" cumhuriyet çocuğu gidiyor, yerine tırına binip "ana avrat düz giden" şoför Levent geliyor. 

Türk popu da (Türk insanı ve) tıpkı bir paket lastiği gibi ne kadar uzağa çekersen çek o hızda geri dönmeye mecbur sanırım. Bu yüzden giderek (kıro) özüne dönüyor ve bunu hiçbir bronz heykelcik, ishal kedi kakası ceket veya oktav dolusu ses değiştiremeyecek. Neyse ki "Asya'yla Avrupa'nın keşişişim noktaşı" bahanesi var da, bir gün nasılsa aniden aydınlanıp Avrupaîleşeceğimizi düşünerek, ona sıkı sıkı tutunuyoruz.

Benim için fark etmez, sözkonusu görüntünün klibinden kırpıldığı Zalim'i her türlü çok severim.

10 Kasım 2011 Perşembe

Foto Kritik

İlk geldiğim sıralar, iyice çirkin görünsün diye Boston'ın kötü profilden birtakım fotoğraflarını çekmiştim. Şimdi araya yaz ve sonbahar girdi, birbirimize "sen" diye hitap etmesek bile az-çok samimiyetimiz var. Bu samimiyete dayanarak ve öz disiplin yaratmak için kendi kendime her gün güncelleme sözü vererek Tumblr'da Boston foto blogu tutmaya başladım. Fakat şimdiye kadar üç kişi haricinde kimseciklere söylemedim.

Sözkonusu blogumu artık halka açıyorum, herkesi beklerim. İçeride mutlaka yiyip içmek, hediyelik eşya dükkanından alışveriş yapmak gerekmiyor; bakıp çıkmak mümkün.

http://bencenefis.tumblr.com/

Elmoş Mikro ve Makro Blogculuk Ltd. Şti. adına,
Av. Elmoş Özcici





7 Kasım 2011 Pazartesi

İskandinav ve Türk Usulü Teyze-Yeğen İlişkisi

Cuma günü Lars von Trier'in Melancholia'sını izlediğimden beri, teyzeler ve yeğenleri arasındaki o eşsiz ilişkiyi düşünüyorum. Düşünce seyrim boyunca Teyzem filmini de andım, oturup YouTube'dan bir kere daha izledim. Tam hatırladığım gibi, iki filmin teyze-yeğen ilişkisi bakımından çağrıştırdıklarının hayli paralel olduğunu farkettim. Belki Hollywood'a bile girmiş, klişeleşmiş bir durumdur yeğenin teyzeye vurgun ve teyzenin hayal dünyasına hayran olması. Fakat tüm bencilliğimle umuyorum ki öyle değildir, şu iki filmde sıkışıp kalmış bir benzerliktir bu.

Teyzem filmi, teyzemin en sevdiği filmlerden biriydi. Kimi zaman kimi duruşlarını Müjde Ar'a benzettiğim için, çocukken bu durumu basit bir rastlantının ötesinde, hayli "uygun" bulurdum. Sonra, yaşım ilerledikçe ve filmi tekrar tekrar seyrettikçe, film gözümde sadece teyzem sevdiği için sevdiğim bir film olmaktan çıktı. Özellikle beğendiğim, hüzünlendiğim, tüylerimi ürperten sahneleriyle farklı bir anlam kazandı benim için. Benzer bir durumu, en yakın arkadaşımla aynı müzik grubuna karşı neredeyse tamamen farklı sevgiler beslediğimizi fark ettiğimde de hissetmiştim. İkimiz de aynı şarkıyı, aynı anda, birbirimize birkaç adım mesafeyle dinlediğimiz halde, bariz şekilde bambaşka şeyler duyuyorduk. İşte, Teyzem filmi de teyzem ve benim için bambaşka duyguları tetikleyen, ama aynı finale bağlanan sahnelerin toplamıdır.

Teyzem'de Müjde Ar'ın oynadığı delibozuk Üftade karakteri sadece iki erkeğe büyük aşk duyar; biri abisinin mahalleden arkadaşı gitarist Erhan, diğeri yeğeni Umur. Umur yıllar sonra bir gece ansızın toparlanıp evlerini terkeden anne babasıyla berabere dede evine gelişiyle sosyal hayatın kapılarını açar Üftade'ye, onun hayatla bağı olur. Böylece ikisi vapurla karşı yakaya geçerek kimi zaman Kapalıçarşı, kimi zaman bir çay bahçesi veya müzede vakit geçirirler. Umur bu gezintiler esnasında ne zaman çevresini seyre dalsa, teyzesinin yanında olmadığını fark eder. Panikle etrafa bakındığında teyzesinin Erhan'la gizli gizli konuşup bakıştığını, aşkının peşinden koşarken onunla adeta köşe kapmaca oynadığını görür. Gerçi film boyunca Erhan'la Üftade'nin yaşadıkları aşkın hayal ürünü olduğuna dair farklı farklı belirtiler yakalarız (Erhan buluşmalarda hep aynı kıyafeti giymektedir, Umur "Teyzemle [köşe kapmaca] oyunumuzı her yerde sürdürüyorduk. Bugün anlıyorum ki bizden başka kimse oyun oynamıyordu" diyerek, peşlerinde Erhan'ın olmadığını dolaylı olarak ima eder, Üftade'nin abisi Topkapı Sarayı'na bekçi olduktan sonra Erhan Üftade'nin çarpık hayal dünyasında temaya uygun şekilde kaftan ve kavukla belirmeye başlar, vs.), fakat bu durum Umur'un teyzesine olan inancını hiç sarsmaz. İlk seferden sonra kayboluşlarında yanına koşup teyzesinin elini tutmaz, durumu kabullenir. Teyzesinin yaptıklarını mantık çerçevesinde değil, teyzesini çok sevdiği için sadece onun gördüğü perspektifte yorumlamayı tercih eder. Bu ilişkinin belki de en büyülü yönüdür bu: Teyzesini olduğu gibi, yüzdeyüz haklıymışcasına kabullenmesi ve mantıklı veya olmasını beklemeksizin sevmesi. Umur, teyzesi gerçek olmayan bir aşk yaşıyorsa bile ona ayak bağı olmayı istemez. Teyzesi de Erhan'ın başrolü oynadığı gündüz düşlerinden fırsat buldukça Umur'a ilgi gösterir, onu şımartır. Üftade'nin anlaşılmak adına tek umududur Umur, büyüdüğü zaman teyzesinin yaşadıklarını insafla ve şefkatle yorumlayacağını bilir.

Melancholia'da da benzer şekilde yeğen Leo, teyzesi Justine'e büyük sevgi duyar. Teyze Justine de Leo'yu kendi düğün gecesinde götürüp yatağına yatıracak ve ısrarlarına dayanamayıp onun yanında sızacak kadar yeğenine bağlıdır. Hatta yeni evli çiftin düğünün hemen ardından ayrıldığını düşünürsek, düğün gecesi taze gelin Justine'in aynı yatağı paylaştığı tek erkek küçük yiğenidir. Leo, Justine'in olur olmaz hallerine, film boyu nedeni belirtilmeden gelip giden aklına en ufak bir tepki göstermez. Onun için, teyzesinin akıl sağlığı sorgulanabilir bir şey değildir, yetişkin ve teyze olmanın parantezinde tartışılmaz vaziyettedir. İnsanların kimisi annesi gibi düzenli ve çalışkan, kimisi de bazen günlerce yataktan çıkmadan uyuyan ve reçeli parmaklarıyla yiyen türdendir. Dolayısıyla normal-anormal ayrımı yaparak, anormal deneni kenara itmenin Leo'nun gözünde lüzumu yoktur. Normal nedir ki anormal ne olacaktır? Normal davranışlar sergileyen mantıklı-makûl annesi, dünyaya çarpıp üstündeki yaşamı hepten yok edecek bir gezegenden kaçmak için minik golf arabasıyla şehir merkezine gitmeye çabalamaktadır, bu durum normal midir? Yaz günü gökten dolu yağmaya başladığına göre, normal kıstasları tersine dönmeyecek midir? Halbuki tüm bunlar olurken anormal diye kategorize edilen teyze Justine, tüm sakinliği ve depresifliğiyle oturmuş, dünyanın sonunun gelişini izlemektedir. Dışarıdan bakılınca, bu anormal koşullarda en normal o görünmektedir. Haliyle Leo, annesiyle oradan oraya sürüklenmediği anlarda teyzesine sarılıp, henüz yabancısı olduğu bir hüzün halini yaşar; öleceğini bilmenin hüznüdür bu. Teyze Justine'in nafile tesellisine inanmayı tercih eder ve filmin sonunda Melancholia gezegeni gelip dünyaya tam evlerinin karşısından çarpacakken ağaç dallarından sihirli bir çadır yapacağını ve onları kurtaracağını iddia eden teyzesine inanmakla ve dalların altında bağdaş kurup gözlerini kapamakla yetinir.

Teyzem'de Umur da benzer bir normal-anormal çatışmasını gözlemler ve teyzenin hayal alemine adım atar; Üftade ablasının dayanamayıp terk ettiği, duvarda asılı olan üvey babasının askerî üniforma içerisindeki fotoğrafının evi adeta askerî bir baskı ve kontrol altında tuttuğu bir evde, üvey babası dahil eve girip çıkan erkeklerin cinsel tacizi altında, fevkalade anormal koşullarda yaşamaktadır. Üstelik bunlar yetmiyormuş gibi, bir de normalleştirme operasyonuna kurban gider; en yakın arkadaşının eşcinsel olduğu hissettirilen ağabeyi ile alelacele evlendirilir (Gerçi bu evlilik, biraz da onunla evlenmeyen Erhan'a rest için kalkıştığı, rıza gösterdiği bir durumdur). Hamile vaziyette eşini terkedip baba evine dönmek istediğinde, gündüz düşlerini günlüklere yazıp sakladığı merdiven altındaki küçük odasının erzak ambarına dönüştürüldüğünü görür. Birkaç hafta içerisinde anne olduğunda, kendi kızından yiğenine gösterdiği kadar bile şefkati esirger. Üftade, dışarıdan hayatî fonksiyonları sürdürür göründüğü halde, içten içe dul anne ve ev kızı kimliğinin hemen altında yeni bir oda açmıştır kendine, gündüz düşleri burada devam etmektedir. Umur, altı yaşının yazı boyunca bu gündüz düşlerine, Erhan'la Üftade'nin aşkına şahit olan tek insandır ve Üftade'nin ölümünün üstünden yıllar geçtikten sonra bu aşk öyküsünü o bize anlatacaktır. Bu yüzden filmin başında yetişkin Umur "Şimdi size bir öykü anlatmak istiyorum. Artık zamanı. Her şeyi anlatmalıyım. Çünkü bunları benden başka hatırlayan kalmadı. Teyzem. Onun tek başına yaşadığı hayatı, kafamı kurcalayan bin türlü soruyla dolu. Onun öyküsü bu. Benim de öyküm." diye söze başlıyor. Teyzesinin tek başına kurduğu hayaller aleminde yaşadığını, yetişkin Umur artık kavramışsa da, küflenmiş umutlarla dolu, yaşanmamış bir ömrü simgeleyen teyzesini son sahneye dek yüz üstü bırakmıyor. Onun hikayesini, kendi hikayesi gibi benimsiyor. Teyzesinin gördüğü hayalleri ve sanrıları o da görebiliyor. Çünkü teyzesi, Umur'un ilk aşkı. Büyük ihtimalle Leo'nun da ilk aşkı, teyzesi.

Sayın von Trier ve Refiğ'in ellerini sıkar, başımı katman katman ve dolambaçlı bin türlü düşünceyle ağırlaştırdıkları için onları tebrik ederim.

Üftade ve Umur

Justine ve Leo