Felaketlerin gösterişli yıkımı yanında insanoğlu göz yorucu bir detay sanki. Oradan oraya karınca misali savruluşundaki çaresizlik, küçük dağları o yaratmışcasına davrandığı günlerin ardından bir parça ekmeğe, bir bardak temiz suya muhtaç kalması ne acı. “Nükleer santralin en güçlü depreme bile dayanıklı duvarını ben dizayn ettim” veya “santralin 32-A hangarındaki ultragalaktik kepçeyi kullanmayı bir tek ben biliyorum” cakası satarken, onlarca senede kazandığı uzmanlığı tanımayan, üstelik en basit matematik formülünü bile bilmeyen ama yine de durdurulamayan bir güce yenik düşüp, en başa dönmek. Atom yüksek mühendisliğinden dört işlem seviyesine; kendini toplayacak, yıkıntıların arasından çıkacak, acizliğini mecburen yüzümüze çarpacak ve yardım için uzatılan ekmeği yanındakiyle bölüşecek. Doğrudan felakete maruz kalmayıp, ekran başında bu dört işleme bakakalanlar da böylesi çaresizlik simülasyonunu izledikçe kendi başına gelmediğine sevinip, ölçülü ve kontrollü şekilde endişelenecekler: “Peki BEN? BEN ne olacağım? Ya BENim başıma gelmiş olsaydı?” Sonra sebebi meçhul bir güvenle yüzleri aydınlanacak, sakinleşecekler: “BENim küçük dağlarım işini bilir ve BENi teğet geçer. Küçük dağlarıma güveniyorum.”
Halbuki küçük dağlar ve büyükleri, hepimizin un ufak olup toprağa karışmamızla huzura erecekleri günü bekliyorlar sessizce. Ama kötü niyetten değil bu sessizlik. Kötü niyetten değil; çünkü onları biz yaratmadık. Gerçekten yaratmış olsaydık, sinsilik ve kibir genetik bir bozukluk gibi kusursuzca dağılırdı tepelerine, zirvelerine, yamaçlarına. Gece gibi üzerlerine çökerdi miras bıraktığımız karanlık ve kötücül düşüncelerimiz. Biz sadece zarar vermeyi biliriz.