17 Aralık 2010 Cuma

Assolistler yalnız uçar

Eski assolistlerin en ünlülerine bakıyorum da, hepsi yalnız. Evlenmiyorlar zaten, birlikte yaşıyorlar veya tek başlarına kalıyorlar. Belki "Kalmak" doğru kelime değil. Terkedilmiyor, bırakılmıyor, tek başına olmayı kendileri seçiyorlar kimbilir. Aklıma geldi hemen; senelerdir arkadaş arasında yeri geldikçe tekrarladığım bir cümlesi var Seda Sayan'ın, artık bağlamından koptu, bize özgüleşti gerçi: "Bugün bir Seda Sayan'ı taşımak kolay değil". Cümledeki anafikri benimseyeceğim müsadenizle. Belki o anlamda taşımak kolay olmadığından yaşı küçük sevgililer, evliliksiz iş adamıyla beraberlikleri falan gırla gidiyor. Evlense, adam "çalışmayacaksın" diye ümüğüne çöküyor. Bir de hep böyle içlerine kapanık, kırılgan, durgun halleri var. Eski topraklıktan kaynaklanan bir ağırlık, hanımefendilik.

İçlerinde en klas Emel Sayın bana kalırsa. Abacı'yı da seviyorum, ama o yaşlıca. Onu bu kategoride ele almayayım. Hüner Coşkuner'i geçelim. Tribünlere oynayan Muazzez Ersoy'u da karışık hislerle severim. Hafif kafası güzel gibi söylüyor, o yönünü sevmiyorum. Gerçi Ersoy'un magazin yönü daha kuvvetli. İstemese de dillere düşen ve fakat sadece birkaç ay süren bir evlilik geçirdi İsmet Özhan'la, benden başka hatırlayan var mı emin değilim. Hele bu evliliğe dair Pazar gündüz vakti yayınlanan bir magazin programından aklımda kalan görüntüleri anlatsam... Eşofmanlar içinde İsmet Özhan ve yeni eşi Muazzez Ersoy bir bahçede, salıncak başında ropörtaj veriyorlar. Saçı makyajı yapılı, ama spor giyimli Ersoy zaten başta göz yanılması gibi geliyor. O dönem İsmet Özhan aktif dinamik heyecanlı, bir hopluyor, zıplıyor, karısının omuzundan tutuyor, hop salıncakta oturtup sallıyor falan. Muhabir "hep böyle sportif misinizdir? beraber mi egzersiz yapıyorsunuz?" gibi çıtırçerez sorular soruyor, Muazzez Ersoy akşamdan kalma tavırlarıyla "yok, benim sporla işim olmaz" gibi cevaplar veriyor. İsmet Özhan yerinde duramıyor, "ben onu alıştırıcam, hep beraber spor yapıcaz" diye kendi kendine halleniyor. Hızını alamıyor, "sigara içiyor, bıraktırıcam onu da, sağlıklı bir hayat yaşıycaz" diye tutturuyor. Muazzez Ersoy ağır abi gibi haddini bildirirerek "yok, o kolay değil işte, o da benim zevkim" deyip, anne tavırlarıyla savuşturuyor İsmet'i. "Yok, bakın iddiaya giriyorum, Muazzez sigarayı bırakacak" diye sürdürecek gibi oluyor İsmet, Muazzez "hadi canım, hadi" geçiştirmeleriyle konuyu kapatıyor.

Bu görüntüleri izledikten sonra zorla evlendirildiklerini düşünmüştüm. Muazzez Ersoy'la "Kalbimi kıra kıra" şarkısının klip çekiminde tanışan İsmet oracıkta aşık olmuştu, jet teklifiyle evlenmişlerdi de, sanki bu evlilik tek yönlüydü. Muazzez bu evliliğe adeta atanmıştı, mecburi hizmet gibi kadife eşofmanla görüntü vermekle yükümlüydü. Öyle höt zöt ağır abilerle şimdiye kadar kimbilir ne serto ilişkiler yaşamıştı, belki "yürek kuşum artık bir dala konsun, dinlensin" diye niyet etmişti. Niyetini bilemeyiz. Ama beraber ahenksiz duruşları çok tuhaftı. Nitekim sonra Ersoy Özhan'ı boşboğazlığı yüzünden terketti. Özhan da, o sağlık topu Özhan, o yerinde duramayan, Muazzez'e sigara bıraktırmaya and içen Özhan da on-yirmi kilo verip sigaraya başlamaz mı! Anacım, başımıza tiryaki kesilmez mi! O saçlar efkardan beyazlamaz mı! Hatta şimdi İsmet Özhan diye aratınca karşıma çıkan bir haberde okuduğuma göre Londra'da mezarcılık yapmaz mı? Neye niyet neye kısmet. Aklımda yer eden bu evliliğe dair bilgi kusmukçuğum da burada dursun.

Evet, esas kadınımıza, seneler geçse de güzelliğinden fire vermeyen Emel Sayın'a gelelim. Dün bir fotoğrafıyla farkettim, bu kadında bir Cate Blanchett quality'si var. Cate çok bir şey olduğundan değil de, hani esaslı oyuncu, karakterli yüz falan deniyor ya. Kendimce övüyorum Emel Sayın'ı. O duruşta, edada benzer bir şeyler var. Sonra tüm albüm kapaklarına baktım netten, hepsi sadecik, italik elyazısıyla ismi yazan tertemiz kapaklar olmuş. O şatafat, o koşturmaca, düğün makyajları falan yok. Klas var. Hemen diziyorum buraya. Takdir Türk halkının.

Vallahi benziyor.

Şu şakacıktan bebek yazısı gibi duran şeye bakınca, bu albüm doksanlarda çıkmış olmalı. Doksanların lüzumsuz şımarıklığı var.
En sevdiğim poz. Kendi avatarımla da özdeşlik kurdum.

Tabii onunki çok havalısı. Tek bilekten bükülmüş el kısmı benziyor.
Sonracığıma...
Şunda da bi seksenler sonu, doksanlar başı sezdim. "Emel Sayın" yazısının italikten bold caps'e hesapsızca geçişi, havaifişeklerle görselleştirilmiş şatafat merakı. Soldaki nazar boncuklu şımarık "Yaşar" logosundan falan dolayı da neredeyse eminim, bu albüm de doksanlar işi.
Bize de böyle havalı, efil efil bir bitiriş yakışır.

14 Aralık 2010 Salı

Acun sevmemek neye işaret ediyor?

Bu umursamaz gibi, "sıkıldım senden amaan uf" der gibi, adeta ilişkinin son döneminde kızın yaptığı kıskançlıklardan baymış erkek ifadesinin büyük hastasıyız Acun ağbiy. Hamdi ağbeye de selamlar. Yok, yok, telefonu vermene gerek yok, sen deyiver selamımı.

Acun Ilıcalı'yı ne gibi düşünmek lazım aslında biliyor musun; lisede arka sırada oturan, hocanın her dediğine cinsel göndermeli şakalarla/imalarla cevap veren (tutmak, kavramak, koymak gibi kelimelerin edebi metinde geçmesi üzerine mesela), teneffüs oldu mu "beyler!!! beyler!!!" diye ünleyerek başka sınıflara koşturarak giren, öyle bir hızla giren ki, kapıyı duvara çarpan ve en ön sırada toplaşmış, fısır fısır dedikodu yapan kızların bu sesle yüreğine indiren bir delikanlı; alnı hep terden parlak, elinin ayağının ayarı olmayan, buram buram hormon, traş losyonu ve arka bahçede içilmiş de taze söndürülmüş sigara kokan bir delikanlı. Ama bir kontekstin içine çekip "Acun ve Türk televizyonlarında asortik yarışmacı fetişi", "Acun ve kankaları: Caddede gezen Fenerbahçeli ve polo yakalı genç Türk erkeği" falan gibi şeylerin içinde yorumlayınca da enteresan olabilir. Yine de, hiçbiri iştahımızı "Acun ve cehaletine rağmen paranın canına okuması" kadar çekmiyor. İşte bu konu başlıbaşına sosyolojik tespitler geçidine sebep olur, irili ufaklı bir sürü tespit Acun Ilıcalı'nın şahsiyetinden ziyade Türk insanının başkasının zenginliğini çekememesi üzerine yapılabilir. Çünkü bir diğerinin fazlaca para kazanmasını hep "oturduğu yerden" şeklinde görmeye ve dolayısıyla haksız bir kazanç olduğunu düşünmeye alışmışız. Para kazanılması için uzun yıllar okul sıralarında dirsek çürütülecek veyahut alaylı olmak için birilerinin yanına çırak girilecek. Güçlükler, acıyı bal eylemeler ardından gün gelecek, ki o gün mid 50'lerde gelecek, biz de o paranın hakedilmiş olduğuna kanaat getireceğiz. Arkada asılı diplomasıyla, mühendisliğiyle, avukatlığıyla, meslek birlik odalarına ödenmiş aidatlarıyla o insan haklı zengin. Halbuki dünyanın düzeni artık bu değil; medyanın, (lüzumlu/suz) bilginin, iletişimin (daha doğrusu kendini aktarmanın, kendini sergilemenin, "ben anlatayım sen dinle"nin), kölesi olmuşuz. Bu köleliklerden bir sürü meslek icat edildi ve oturduğun yerden para kazanmak aklandı artık. Yanlış/adaletsiz bir sisteme göre aklanmış bile olsa, bu sistemi eleştiriyor bile olsan, değil mi plazalarda yüksek topuklularınla, kösele pabuçlarınla sisteme can veriyorsun, o zaman çapını gör, anlamaya çalış şu işi yahu! Kuru kuru sistem karşıtlığıyla ömür geçmez. Fak dı sistım da, o sistemin içinde duruyorsun. Sisteme bir şey oldu mu, dolar düştü mü, altın fırladı mı, paradan onbeş sıfır atıldı mı canından can çıkıyor.[1] Hem artık oturduğu yerden para kazanmak bir hakaret değil, bir tercih, yeni oyunun kurallarını bilene.

Acun Ilıcalı'nın variyetinin hak-lı/sızlığı eleştirilecekse eğer, önce paranın kaynağına bakmak lazım: Bu insanın mesleği nedir? Yapımcılık, yer yer sunuculuk. Sunuculuğu artık zevki için yaptığına göre asıl mesleği, televizyon yapımcılığı, neleri gerektiriyor? En basit haliyle, düşünebildiğim kadarıyla düşünüyorum. Yapımcılık, yani yapımları satınalımcılık, bir televizyon programının formatına parayı basıp Türkiye'ye getirmecilik. Acun, Survivor'ı, Açtırdın Kutuyu'yu, Zor Gibi Görünen Basit Sorunun Cevabını Bilen Beri Gelsin'i formatını satın alarak Türkiye'ye getiriyor. Yani para peşin cebinden çıkıyor, kimse korkmasın, bankadaki parası ilk etapta eksiliyor. Sonra bu programlar yayınlanmaya başlıyor; tutuyor-tutmuyor-ataçla tutturuluyor, Türk öff ve ayyhdetlerine uydurularak. Yayın süresince araya reklam sokuşturuluyor, o reklamları verenler belli miktar para ödüyorlar. Sonra masraflar düşülüyor herhalde; kanalın, kameramanın, makyözün, çaycının, yönetmenin parası veriliyor. Sonra geriye kalan para da Acun'un banka hesabına gidip yatıyor. Acun bir anlamda parasını işletiyor, yatırım yapıp faiziyle geri alıyor. Böyle böyle, yapımcılar başarılı formatın kokusunu en erken almak için pusuda beklerken, yabancı televizyon kanalları da kıymetli yapımlarının formatlarını başka ülkelerdeki kanallara ihraç edip işlerine bakıyorlar. Yüzyıl öncesi gibi geliyor ama Susam Sokağı'ndan ışınlanmış gibi duran kuklamsı Doğa Bey vaktiyle BBG formatını Türkiye'ye getirmişti. Armağan Çağlayan'ın bitmeyen Popstar serisi de, ithal edilmiş bir formattı. Yani uzun lafın kısası: Yapımcı eşittir parayı basmacıbaşı. Kimse diplomasına, lise karnesine falan bakmıyor. Halbuki Acun herhangi bir üniversite eğitimi, master kastırmasına gerek olmayan bir işte (yapımcı) başarılı olduğu halde, Türkçe okuma yazma oranının bile yüzde eksi beş olduğu bir ülkede İngilizce konuşamıyor diye aşağılanıyor. Aşağılayan insana bakıyorsun, derme çatma İngilizcesiyle Facebook'ta, Twitter'da ileti paralıyor, kaşı gözü yarıyor. E bu ne? Kör köre ce demese körün bağrı çatlarmış hesabı. Dinime tan eyleyen bari müslüman olsa vak'ası. Kültür Bakanlığı'na bağlı İngilizce'yi en güzel konuşmadan sorumlu müsteşar falan mı bu adam ağbiyciğim? On sene önce sahilde turist kızlara "esküzmi, havaryu, eheheööehehe" diye başlayıp "duyuheveboyfren? reli? verizhi?" düzeyinde gelişen ve Türk erkeğinin her ülkede, her ırktan rahime giden yolu rahatlıkla bulacağı varsayımına dayanan bir program hazırlıyordu işte. Ne istiyorsun, TOEFL'a mı sokalım? Sonradan o sahil formatını deneyen başkaları tutmamış, en azından bu konuda öncü olmuş. Sığsa da izlenmiş, izlendiği için daha çok para kazanmış. Arkasında sosyetik babası yok, dayısı yok, amcası yok, kanal sahibi görümcesi yok, kendi kendine hırto bir gençliğin sesi olmuş işte. Hangi gençliğe bakıp Acun'u beğenmiyorsun sonra, adama sormazlar mı? Gençlik dediğin elinde Zara poşetiyle gezen gömlekli delikanlılardan ibaret bir ordu, hangisini Acun temsil etmiyor?

"Haksız yere çok kazanılan para" iddiasına biraz da şuradan, karşılaştırmalı edebiyatla bakmak lazım: Mehmedalibey, mesela, senelerdir her gece program sunuyor. Özellikle Çarkıfelek isimli programa Tarık Tarcan'ın ardından fevkaladenin fevkinde bir seviyesizliği taşıyıp getirdi. Canlı yayında yanlışlıkla ve kasten küfretmesi olsun; yarım akıllı, zihinsel özürlü kim varsa toplayıp tiklerini/tıslamalarını/kötü danslarını sergiletmesi, donlarını indirmesi olsun her olası ucuz yola saptı. Arkası da var; İbrahim Tatlıses'in kankası, Kıbrıs otellerinin göz bebeği falan. O zaman insanın aklına geliyor; onun da Acun kadar aklı olaydı, o da bir medya devine dönüşeydi ya, tutan mı vardı? Kumarda hortumlattıklarını kenara atsaydı, kendi programını yapsaydı en azından. Başkasının programında amaç değil araç olacağına. (Burada bir parantez açmam lazım, sonsuzluğa uzanan: Zaten Memedalibey'in de foyası çıktı meydane. O da İbo'su gibi programının bitişini kasten hazırlayanlardan. Onuncu sınıf cinsel göndermeli fıkralar, şakalar, başta bahsettiğim "koydum mu/girdi mi/tuttun mu" lise espirileriyle ısıttığı stüdyoya, bir kısım medyanın cansuyunu teşkil eden "tehlikenin farkında mısınız"cılık fışkırttı bir süre. Her sözünü alkışlayan yarım akıllı seyircilerine olur olmaz yok yere çıkıştı, sanki sözünün aksini iddia eden, karşı çıkan varmış gibi "Hayır efendim, hayır, bu millet oyuna gelmeyecek! Bu millet kan-top-tüfekle, canını toprağa gömmekle bugünleri kurdu. Bu millet var ya bu millet, bu oyunun hep farkında!(?)" falan diye muhalifpipiliklerle ortaya döküldü. Baktı lafını ciddiye alan yok, "beni tehdit ediyor bu hükümet!!!" diye taklalara girdi. Mehmedalibey'in muhalefetliği de o biçim, belin hemen bir karış altında ikamet eden şakalarıyla öyle bir güç ki, korku saçıyor, tehditle şımarık ağzı anca susturuluyor. Ulan, tehdide ne gerek var, at üçbeş önüne, bak nasıl da neşeleniyor. At bir sakal! Kah çorba parası, kah üç dul karısının nafakası. Taksicinin, manavın, küçük esnafın günlük geyiğinden eksik olmayan tüm klişelerle biraz da o protest sanatçı olmayı denedi işte, bir tur bindi hevesini aldı ağbisi. O da olmayınca Güner Ümit'in başını yakan ve başını yaktığı herkesçe bilinen espirisiyle şimdilik televizyona veda etti. Bizim için farketmez gerçi, pırt diye unuturuz. Annemden görüyorum; önceki gün sövdüğüne, sonraki gün gülüyor. Alışıyor. Eve geliyor, yüksek ses ve ışık bombardımanı haberleri seyrediyor önce. Sonra lokomotif halinde diziler seyrediyor. Ki bu aralar Türkiye'de en popüleri "Hüzün gofretleri" isimli dizi. Bilmeyenine kısaca konuyu özetleyeyim: Her kapı çaldığında babasının geldiğini sanan küçük Osman (ki ben yetim veya öksüz sanıyordum, ikisi de değilmiş) koşturuyor, kulbu çeviriyor, açıyor, aaaa meğersem başkası gelmiş. Bunun üzerine sürekli lise formasıyla dolaşan ve okuldaki koro çalışmalarında sadece Santa Luçiya'yı okuyan abisi ve ablası elele verip bunu bakkala götürüyorlar. Osman'ın hayalkırıklığını yatıştırmak için çeşitli gofret ve çukulatalar alıyor, o kenarda her şeyden habersiz çocuk sevinciyle yerken durumun kritiğini yapıyorlar. Bu çocukların bir de kaptan olduğunu unutmayalım diye günlük hayatta da denizci şapkasıyla gezen bir babası ve babasının da Türkçe konuşamadığı için üstüne şimşekleri daha çok çeken sarışın bir metresi var. Osman'ın garibanası ise Türk malı. Bu arada kaptan baba, eski Türk filmlerindeki kötü adamlar gibi, radikal kötü, çok kötü bir insan. Zaten dizi eski zamanda geçiyor, o yüzden dönemin modası bu kadar kötü olmak olabilir. Baba bunları evden atıyor, metresi eve getiriyor. Metresle mumlu akşam yemekleri, tangolar falan. Çilekeş Ha un ele ana'ya ise ucundan koklatmıyor bile. Cefakar ana evlatları için mahpuslara mı düşmüyor, kimbilir şimdiki bölümlerde belki de hayat kadınlığı mı etmiyor, hepsi caiz. Evlat için yapılan orospuluk caizdir, Binbir Gece ve Bergüzar Korel'in gözlerini pörtlettiği müthiş oyunculuğuyla bunu öğrenmiştik. İşte, onun yetmişlerde geçeni bu dizi. Sonunda herkes biliyor ki kaptan eve dönecek, garibanamla barışacak, çocuklar Santa Luçiya'yı söyleyerek metresin bir sopanın ucuna takılmış cansız başıyla yerleri viledalayacaklar. Olsun. Yine de arada yüz bölümlerce gerilim müziği, yanlışlıkla odaya girip bir manzaraya tanık olan elti, kapı önünden geçerken bir sırrı duyuveren komşu kızı belirmeli ki içe sinsin. Tüm Türk hanımları kaptanın eve dönmesini bekliyor, ki kendi vakalarında gerçekleşmeyen şey gerçekleşsin. Gerçek hayattaki evlilikleri onarılmış gibi olsun. Veya tutkusuzluktan yakınanlar "uuu, evlerden uzak, öylesi de var be kardeş" diye patates çuvalı kocalarına o gece daha sıkı sarılsın.)

Bu adeta paraşütleşmiş, kocaman parantezi güzelce katlayıp, asıl meseleye gelelim. Akşam oldu mu haberlerin gümpatından temizlenmek istiyor insanlar. Eskiden radyoda yayınlanan tiyatrolar var imiş, şimdi de televizyondaki tiyatrolara sarılıyor. Diziler, dizi bitti mi interaktif kötü komediler; Her şey çok komik olacak, Çok komik hareketler bunlar başlıyor. Sonra Beyaz'ın uysal ve ölçülü espirileri ve Okan Bayülgen'in old fart alterliğiyle, Ekşisözlük kadrosuyla cilaladığı modası geçmiş tespitleriyle gençlerin gazı alınıyor. Sonra da kadın-erkek-genç-yaşlı-küçük-büyük-ihtiyar herkes gidip yatıyor. İşte, aralarda bir yerde, Acun'un tatlı-ekşi soslu yarışma programları var. Yarışma halinin kendisinden çok, yarışmacıların kişiliklerinin pazarlandığı reality show tadında yarışmalar. İzlerken "kazanacak mı, kazanmayacak mı"nın değil, "var ya o adada çok şerefsizler var, yüreği şerefsizlikle sotelenmişler var, inşallah benim adayım kazanacak" diye kişiselleştiriyor durumu seyirci. Arabeskize ediyor. Kutudan para çıkma yarışmasını, "ayy içine 13 doğuyormuş ama 23'ten ve arkasında duran Hülyacığından da güzel bir elektrik alıyormuş bak" diye izliyor. Kaderkısmetize ediyor. Canlı Para isimli, çok basit sorularla büyük paralar kaybetmece yarışmasında da iki sorunun arasında geçen 45 dakikada yarışmacı ikilinin duygusal hayatları ve aile çalkantılarına dair her şeyi öğreniyoruz, robot sunucu çocuğun aksi yöndeki çabasına rağmen (Hal 9000 sunsaydı şu yarışmayı ya). Psikanalize ediyor. Ee, yani ortada bir senaryo yokken filmin büyüğünü çeviriyor Acun. İnsanı doğasına bıraktığında en güzel hikayeyi yazmaya meylettiğinin farkında. Farkında değilse eğer, içgüdüsel olarak prim yapanı keşfetmiş.

Bir de Acun'a diş bilemek, Türkçe popu küçümsemekle benzeşen bir tepki gibi geliyo bana. Yani nedir, gerçeğinden kopuk gençliğin ergen diretmeleri. "Hayır, dünya benim istediğim gibi olacak işte!" tutturması. Veya daha kötüsü: "Tüm bunların ötesinde tam bizim istediğimiz gibi bir dünya var zaten, biliyorum" diyerek bilmişçe durduğu yeri yok saymak. Halkının gerçeğini inkarla örtbas edip, şıklaştırmak. "Acun çok cahil", "Türkçe pop da çok amele" diye ağız yırta yırta gülmek. Bu blogda Türkçe popa da laf söyletmiyorum, malum. Her türlü elitizme karşıyız, HOCAM! İyi niyetli elitizm olmaz, elitizmin her türü dayatmadır. Ondan, bu Acun'a veya Türkçe pop'a, magazin figürlerini yok saymak falan çok ayıp geliyor bana. "Eve giderken annesinin açtığı telefon üzerine bakkala uğrayıp ekmek-yoğurt alan insanların metalciliği-pankçılığı olmaz" diyordum on sene önce, düşüncelerime şöyle bir yoklama çekince görüyorum ki hala aynı şeyi düşünüyorum. Böyle kendi ülkendeki popüler kültüre yabancılaşmaya lüzum yok. O yüzden Acun'u parmakla gösterip bir neslin koftiliğini işaret etmek için kullanmak faydasız. Acun'un yapımcı olmayan/olamayacak 40 milyon kopyası var Türkiye'de, ve yapımcı olmadıkları ve para kazanmadıkları için Türkiye çok daha güzel bir yere dönüşmüyor. Bilgilerinize selam ve arz ederim.


[1] Kısa yoldan "fak dı sistım" diyip, içini rahatlatanlara dair çok sevdiğim Hevesli Bardak'tan çok sevdiğim bir tespit: http://heveslibardak.blogspot.com/2010/08/beyaz-yakal-koleler-duzeni.html

3 Aralık 2010 Cuma

Damon değil Demon / The Dise'da ilk konçerto

Badly Drawn Boy diye diye tam on yıldır bağrımızın orta yerinde misafir ettiğimiz o bereli-sakallı, o mütevazi duruşlu, o bir partide görsem "gel, gel, bak seni kiminle tanıştıracağım" diye büzüşüp kaldığı koltuktan kurtarıp yalandan sohbete dahil edeceğim adam basbaya star kaprisiyle donanmış, kan kusturaç, ölüm makinası çıktı. Öyle böyle de değil, Britiş'in fendi goygoy Merikanları yendi o gece. Peki perde arkasında neler yaşandı?

Önce hemen mini havamı atayım: ("Ulan neyin havasındasın, daha dün Havar havar havar havar, komşular havaaar diye ağlıyordun" diyecekleri yangın çıkışından stüdyo dışına alalım) Badly Drawn Boy'u mahallemde izledim. İstanbul ölçeğine uyarlarsak Kozyatağı Güllüoğlu Baklava'nın orada Badly Drawn Boy izlemiş gibi diyeyim. Evet, havamı attığım konusunda mutabıksak arka taraflara doğru ilerliyorum.

Bilette konser saati diye sekiz yazıyor, sekizi on geçe yetiştik. Kolumuza fosforlu sarı bantlar taktırdık, elimize anca özel ultramegaturbo makina tutunca yazdığı görülen bir stamp basıldı, içeri geçtik. İçeri dediysem ortams Kadife Sokak Buddha bar veyahut onun yanındaki bardan farksız küçüklükte. Bir avuç insan öyle ellerinde biralarla armut gibi duruyor, klasik ısınma turları cinsi bir müzik çalıyor. Heyecanım seyreldi, yerini "bakalım Merikanlar haftaiçi konserde nasıl eğleniyor"a bıraktı. Akşam Sanat'tan çıkıp gelmiş kolyeli kızlar, nafile çırpınışlarda geçkin gömlekliler ve yaşadıkları öğrenci şehrine ne geldiyse giden sosyal-ist etkinlik kuşlarını makul uzaklıktan izledim. Bir süre sonra sahneye bir oğlan çıktı, soundcheck yapıyor sandık. Meğersem Justin Jones adındaki delikanlıyı arasıcak diye koymuşlar. Başta kimse ciddiye almadı, sahne kısmının hemen öncesindeki barda oturan kızlar "I was literally like... are you kiddin' me?... like... oh my god!" diye ortamda bulunmayan bir kız hakkında bağırarak karbonkopya dedikodu yapmaya devam ettiler. Sonra bu Justin herkeşi bir sardı, bir sardı ki, konser ondan ibaret olsun diye gizliden dua eder hale geldik. Beş-altı şarkı ve bol muhabbetin ardından Justin sahneden indi. Heh, dedik, ısındık hazır, Badly Drawn Boy geliyor. Halbuki herif gelmiyor, öyle kolay mı 20 dolara izlemek, adam naz niyaz vergiliyor. Bir süre daha ışıklar açıldı, karışık hitler çaldı kuru sıkı. Sonra sahne girişine baktım, arkadan Badly Drawn Boy'un beresi seçiliyor. Altında çalışan bir eleman çıktı, ışıkçıya eliyle işaret etti "afilli bir ışık ayarla" diye. Aa, sonra bereli baş yine kulise geri seyirtiyor, ışıkçı allı güllü ışıklar açarken. Biz bekliyoruz. DJ Badly Drawn Boy'dan bir parça çalmaya başlıyor kasetten, yalancıktan yani. Herif şarkının ortasında girecek, gitarıyla hoppadanak entegre olacak diye düşünüyoruz. Yok, öyle de olmuyor. Badly Drawn Boy hala yok piyasada. Şarkı bitmeye yakın DJ sesi kısıyor, belki çıkmak için şarkının bitmesini bekliyordur diye. Bu sefer herif bir öfkeyle, hışımla çıkmaz mı sahneye? DJ'i bir güzel kalaylamaz mı, "şarkımı ne hadle yarım kesiyorsun, devamını da çal" diye. DJ de tekrar play'e basıyor, şarkı 5-6 saniye daha çalıyor çalmıyor, hop bitiyor. Bu arada biz Badly Drawn Boy gülelim diye yapıyor sanıp her şeye kikirdiyoruz. Sonra gitarı eline alıyor, dingidingi yapıyor. Sesçiye dönüyor, "sounds like shit, like shit" diye tutturuyor. Yine dingidingi, yine sesçiye dönüyor, "sounds ridiculous, like shit, bollocks" diyor. Sesçi "ağbi, soundcheck'te ne ayar ettiysek aynısını yaptım" diye işaret ediyor. "I can't do a gig like this, I am a professional, it's shit, I really can't" diye gitmeye kalkıyor. Sürekli aynı şarkının girişini dinliyoruz bu arada, dingidingi diye. Badly Drawn Boy sevimliliğinden sıyrılmış, artık asıl ismiyle hitap etmek, Damon demek lazım ona. "Sesimi aç" diyor kah Damon, sonra "olmadı, gitarı aç" diye tutturuyor. Yarı-gergin gülüp, "heh-heh bizim oğlanın huyudur, arada böyle şakalı kızar" diye üste alınmıyoruz, dönüp bizi kalaylıyor bu sefer. "Gülmeyin, ciddiyim ben" diye. Bir anda ortam buz kesiyor. Aryukiddinmiler, litıraliler, hepsi, hepsi sarkıtlar şeklinde donup kalıyor ağız kenarlarında. Ben düşünüyorum bir yandan, ne demek AY KANT ulan, bastık parayı geldik o kadar. Eve mi döneceğiz ya? Herhalde kendisi de aynı şeyin imkansızlığını düşünüyor ki surat bir karış, nihayet şarkıya başlıyor. O şarkı bitiyor, "çocuklarımı özledim, onları öyle bırakınca içim cız ediyor" diye bir bahane sallıyor. Tabii biz şerrinden korktuğumuzdan, az sonra 30'luk cetvelle elimize vurursa diye hiç ses etmiyoruz, hiç terso çekmiyoruz, çılgınca alkışlıyoruz. Damon ağlarken güldürülmeye çalışılınca kızan bir çocuk gibi çok yüz vermeden, "umarım o kadar da rezalet bir konser olmaz" diye alt limitten alıyor durumu. Biz de "tabiiy tabiiy, sen elinden geleni yap, tüm konulara çalış da, gerisi hocanın insafına kalsın yavrım" diye sırtını suvazlıyoruz. Birden bu yine bir şımarıyor, "basçımla bateristimi vize belasına getiremedim Amerika'ya, şimdi bana buradan arkadaşlar eşlik edecek, batırırlarsa karışmam" diye söylenmeye başlıyor. O sırada yumuşak başlı bir basçı ve baterist giriyorlar. Şansa, baterist oturduğu gibi beceriksiz eşliğiyle ortamı lise yetenek yarışması seviyesine düşürüyor. Basçı ona gözüyle kaşıyla işaret yapıyor, vücudunu tempoya göre abartılı biçimde yaylandırarak onu yönlendirmeye çalışıyor. Ama düzelmiyor, Damon da işin farkında, her an kükreyecek diye sahnenin altına saklanmak istiyorum. Nitekim dönüyor, bateriste azarı çekiyor, baterist ortamı direktoman terkediyor. Basçı kibarlığından direk terketmiyor, elinde bir gitarla tek başına şarkı söyleyen Damon'ın arkasında gitarının yanında yere bağdaş kurup izliyor. Ortam Ortaköy'e bağlıyor.

Damon konseri öyle tamamladı. Bir ara yanına Manchester'dan bir kankası çıkıp elektrogitarla eşlik etti, ben tuvaletteyken baterist ikinci kere gelip ikinci kere sahneden kovuldu falan filan. Sonra hop, içeri gitmeye karar verdi Damon. "Biraz ara verelim mi?" diye sordu. Aslında sormadı, daha ziyade emretti, buyurdu. Buranın usulünü de bilmiyoruz ki, "öyle iş olur mu" diye diretelim. Ona da peki dedik, geçtik. Damon 15-20 dakika içeri gitti, biz de ışıklar açılmış elimizde biramızla yine armutluğa talim. Yeniden geldiğinde bateristle yanyana cancana, arkada barışmışlar, kucak kucağalar. Bateriste jest yaptı neyse ki, iki üç şarkıya eşlik ettirdi, sonra yine bildiği gibi çalıp konseri tamamladı. Bu esnada naz niyaz çekemeyen kitle zaten terkettiğinden yarım avuç insan vardı izleyici olarak. En son paltosunu giyip, konserin bissiz olacağının sinyalini vererek ve Thunder Road'a playback yaparak konseri tamamladı. İşte bu yaptığıyla kanaatten geçer not aldı Damon. Thunder Road'da playback yaptığı için yine giderayak 12'den vurdu, yine.

Sonra ışıklar açıldı, yarın işe gidecekleri için huzursuzlanan son 5-10 kişi de çil yavrusu gibi dağıldı. Vestiyerde tek asılı bizim montumuz olduğunu gördüm, bir de vestiyerin önündeki merchandise standında dizili EPlerinin yanında Justin Jones öylece oturuyordu. Adaletsiz dünyada asıl hakeden kenarda soğan ekmek takılırken, diğerleri nutellalı dilimini yarım bırakıyor işte. Ama bu adaletsizliğe dur demek bizim elimizde işte! Justin Jones 'a destek olalım. Haydi can. Adamın Twitter'da benden az izleyicisi var, günahtır.

Not: En bomba detayı anlatmayı unutmuşum, onu da bir sonraki şeyde artık. Hoççakalııın!

2 Aralık 2010 Perşembe

Geldik işte buralara. Kucak dolusu kucaklar, Boston'dan. Şu iki cümleyi ne büyük ızdırap içinde yazdım, keşke okuyan gözler bilebilse. Bilse de bir ses çıkarsa. Ses çıkarsa da anlasam, burada yalnız değilim. Halbuki yalnızım be atam, öyle de yalnızım. İçimde göz göz olmuş sıkıntılar eskaza kazağımın yakasından veya eskimiş bel lastiğinden dökülüverse, bilye gibi parkenin üstüne delibozuk saçılıverse. Buraya yazmaya elimin varmadıkları bir saçılsa. Var ya. Siyah-beyazlı/sepyalı kahır defteri temalı bloglar kenara açılır, yürümem için. Kameraya yaklaşırım, gözümde bir damla yaşla. Elimle kamerayı sevgilimin boynuna uzanır gibi tutarım kibarca. Uuu, bir anda yerden yükselirim ve kameraya sevgilimmiş gibi bakarak şarkı söylemeye devam ederim. Şarkı da nereden çıktı, dememek lazım. Izdırabı ilmek ilmek şarkıya yedireceğim, dinlenilir hale getireceğim. Öbür türlü kimseye dert anlatılmaz, herkes başını öbür yöne çevirir.

Hristiyanlıktaydı değil mi öbür yanağını çevirme hikayesi? İşte, tokat atıyorlarmış adama, ya da adama tokat atmıyorlar ama atsaydı nasıl olmalıydı gibisinden bir akıl yürütme vardı ya.. Efendim, o da tokat atmasın, öbür yanağını çevirsin. İşte, onun 21. yüzyıla layık, son modeli bu. Karşındaki sana ağlarsa, yüzünü öbür yöne çevir. Ki görme, görmezden gel.