İstanbul'da, Açelya 44'teyim. Her akşam haberlerde, gündüz de altyazılarda geçen bir sürü inli cinli olayın beni teğet geçtiği bir alan şu anda Açelya 44. 15 senedir Açelya 44'te oturuyoruz, evimiz burası. Ama bir süredir, İsveç falan derken evin içi de, ev kavramının içi de boşaldı.
Mutfakta oturuyorum. Buzdolabının motorundan veya buzluğundan veya kimbilir neresinden gelen istikrarlı, dümdüz bir gürültü de düşüncelerime fon müziği. Güneş, yine en sevmediğim açısıyla, perdelerin deseniyle yerlere ve sol omzumun bir kısmına vuruyor. "Bırakıp gitme" diyen, insanı gideceğine pişman eden bir açıdır bu. Küçükken tam tatile gideceğimiz gün böyle vurur, beni üzerdi. Kapıyı son kez çekmeden hep gizli gizli dertlenirdim. Sanki hakkını yemişim, kıymetini bilememişim, aslında en güzel yer evimmiş gibi gelirdi. Yine öyle, insanın içini sıkıştırıyor.
Yarın bu saatlerde Açelya 44'ün üç saat uzağında, bir uçağın içinde Amerika'ya doğru gidiyor olacağız. Yine bavullar, son dakikada ön göze sıkıştırılmış kolyeler, saç kremleri, ince kitaplar falan. Her sefer ruhuma chemical peeling, hala yüreciğimin akne izleri geçmiyor. Annem arkamda kalmasa, belki o gün üzülmeyeceğim. Bilsem ki geriye sadece borcamlar, koltuklar, halılar, cetvelle ölçülmüş gibi aynı yerlerinden katlı duran kenarı işlemeli rengi atmış havlular kalacak, vallahi bir sigara daha yakmayacağım. Ama işte... Şimdi elden bir şey gelmiyor. Elden gelen online check in'ini yaptırıp, kısa günün karı diye sevinmek.
Bunu yazdım diye hafiflemedim, bilakis, yazdığımı görünce bir kere daha pekişiyor üzüntüm. Yine de böyle dursun burada.