17 Kasım 2010 Çarşamba

Soru-cevap

İnsan neden bir sigara yakar efkarlanınca? Of çekerek verdiği nefesi dumana sarılsın da gözle görülür olsun diye.

İstanbul'da, Açelya 44'teyim. Her akşam haberlerde, gündüz de altyazılarda geçen bir sürü inli cinli olayın beni teğet geçtiği bir alan şu anda Açelya 44. 15 senedir Açelya 44'te oturuyoruz, evimiz burası. Ama bir süredir, İsveç falan derken evin içi de, ev kavramının içi de boşaldı.

Mutfakta oturuyorum. Buzdolabının motorundan veya buzluğundan veya kimbilir neresinden gelen istikrarlı, dümdüz bir gürültü de düşüncelerime fon müziği. Güneş, yine en sevmediğim açısıyla, perdelerin deseniyle yerlere ve sol omzumun bir kısmına vuruyor. "Bırakıp gitme" diyen, insanı gideceğine pişman eden bir açıdır bu. Küçükken tam tatile gideceğimiz gün böyle vurur, beni üzerdi. Kapıyı son kez çekmeden hep gizli gizli dertlenirdim. Sanki hakkını yemişim, kıymetini bilememişim, aslında en güzel yer evimmiş gibi gelirdi. Yine öyle, insanın içini sıkıştırıyor.

Yarın bu saatlerde Açelya 44'ün üç saat uzağında, bir uçağın içinde Amerika'ya doğru gidiyor olacağız. Yine bavullar, son dakikada ön göze sıkıştırılmış kolyeler, saç kremleri, ince kitaplar falan. Her sefer ruhuma chemical peeling, hala yüreciğimin akne izleri geçmiyor. Annem arkamda kalmasa, belki o gün üzülmeyeceğim. Bilsem ki geriye sadece borcamlar, koltuklar, halılar, cetvelle ölçülmüş gibi aynı yerlerinden katlı duran kenarı işlemeli rengi atmış havlular kalacak, vallahi bir sigara daha yakmayacağım. Ama işte... Şimdi elden bir şey gelmiyor. Elden gelen online check in'ini yaptırıp, kısa günün karı diye sevinmek.

Bunu yazdım diye hafiflemedim, bilakis, yazdığımı görünce bir kere daha pekişiyor üzüntüm. Yine de böyle dursun burada.

2 Kasım 2010 Salı

Bu gala daşlı gala

Ceylan'a, şarkıcı/türkücü olarak değil de, Swarovski taşla kaplı bir obje olarak saygım çok büyük. Hiç unutmam; bir gün magazin programlarından biri şakacıktan evini basıvermişti de, Swarovski taş kaplı mobilyalarını görmüştük. Tabii, özellikle belirtmeye gerek bile yok, "Swarovski" derken aslında markanın yıpranması söz konusu, jenerikleşmesi sendromu diyeyim; hiçbiri Swarovski falan değildi o taşların, ne de üstüne yapıştırdıklarının. Hepsi, bildiğin payet. Yanlarında kostümlerin üstüne dikilebilmesi için delikler falan. Ama önemli olan niyettir, niyet. Ceylan parıl parıl parlamanın derdinde, markası farketmiyor. Madem bir star olarak parlayamıyor müzik dünyasında, o zaman "parlamak" fiilinin en doğrudan ve nisbeten niteliksiz ilk anlamıyla yetiniyor.

Daha ekstrem şeyler yapsın istiyorum Ceylan. En son köpeği Fifito'yu taşlarla kaplamaya meyletmişti mesela, sonra haber alamadım. Kimbilir, şimdi Türkiye'de pek moda Ugg botlardan kendine battaniye diktiriyor veya belki duş perdesi?
Fifito'nun en sevdiği şarkı Sezen Aksu'dan "Zor yıllar".

Bu fotoğrafın adı "Bir başka Swarovski bağımlısı ve saçak aşığı olarak Cher" veya "Fifito'nun muhtemel ve pek acı sonu"

Bana öyle geliyor ki, Ceylan'ın bu güdük, çocuksu gösteriş anlayışının en orta yerinde, Küçük Ceylan sıfatını komik vatkalar gibi omuzlarında taşıdığı yıllar var. Büyük Ceylan'ın aynaya baktığında tek gördüğünün Küçük Ceylan olduğuna ve dolayısıyla aslında burnuyla, dudaklarıyla, saç rengi ve kesimiyle değil, onunla hesaplaşıp durduğuna zerre şüphem yok. Ciğersöken türküler okurken Snoopyli sweatshirt giymenin güldürürken düşündüren çelişkisi veyahut seksenlerde yüksek dozda maruz kalınan perma ilacının beyne nüfuzuyla da alakası olabilir, bilemiyorum.

Bu arada yazı boyunca "Fifito" yukarı, "Fifito" aşağı hitap ettiğim köpeğin gerçek adı en yaman gerzekleri bile dize getirir bilindiklikte: "Aşkım". Ceylan yine kendinden bekleneni yapıyor ve sevenlerini de sevmeyenlerini de şaşırtmıyor. Sağ olsun.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Rüyalardan aynen devam edelim, madem dert programımızda bu ünite bitmeden yenisi başlamayacak. Workbook'tan da çözerek gidiyoruz ya, anca.

Stokholmlü rüyaların ardından, bir süredir uçaklı rüyaların kuşattığı bir hayal aleminde at koşturuyorum. İlk versiyonunda uçağa son dakikada yetişmek için bavullarımla, fermuarı açık kalmış ve içinden eşyalarım dökülen bavullarımla koşturuyorum. Tam bileti kestirecekken bir durduruyorlar ki beni, aaa, meğer uçak kaçmış. İkinci versiyonda nihayet uçağın içindeyiz, ama bir türlü kalkmıyor. Ne sorun varsa artık, bir türlü hallolmuyor. Koltukların arasında küçüldükçe küçülüyorum. Akşam oluyor, uçağın ışıkları yanıyor, uçak hala yerde. Hala içindeyiz. Sabahtan beri uçağın içinde dönüp duran hava genzimi yakıyor artık, o filtrelenmiş havadan burnumun kaşındığını hissediyorum. Bitsin bu bekleyiş, kalksın istiyorum. Ve dün, aynı rüyaya hapsolmuş bunca gecenin ardından nihayet mutlu son: Amerika'ya varılmış, ev bulma işi halledilmiş, bavullar boşaltılmış, yerleşmişiz. Yerleşmiş olmanın verdiği hafiflikle, uça uça geziyoruz. Yanımızda bir takım insanlar, Amerikalı insanlar. Amerikalılara duyduğum antipatinin aksine, evet, maalesef ağız yaya yaya, kah kelimeleri kah harfleri yuta-yuvarlaya konuşuyorlar falan, ama batmıyor. Vallahi de batmıyor. Mutlu hissediyorum. İyi hissediyorum. "En azından kötü hissetmiyorum" değil, basbaya iyi hissediyorum yani. O dalgalı saçlı kızla, uzun boylu adamın yanında yürürken iyi hissediyorum. Ters ışık olduğundan yüzleri gölgeleyen sonbahar güneşi, konfeti gibi savruk bir neşeyle önümüze saçılmış kavruk/çıtır yapraklar falan, hepsi tastamam. Kahverengi, sarı, bordo desen o biçim. Uyandım, ensem sıkıntıyla terlememiş. Aksine, yüzüm gevşemiş. Çamur rengi hüznüm sanki uyurken içimden silinmiş, yerine bir kazan sahlep gelip yerleşmiş. Dedim "sakın üzülecek şey olmadığında da üzülüyor olmayayım?". Sordum kendi kendime, "Üzüntü bağımlılık yapmış olmasın?". Olmasın.