8 Mart 2012 Perşembe

T


Sabah dalgın gözlerle ne gördüğümüzün ayrımına varmaksızın, sürüklenerek, gelen vasıtaya önce binmek için itişerek (önce binip ofise önceden varıp ne yapacaksın, hıyar - herhalde erken gidersem erken çilem dolar diye düşünüyor adamcağız), otobüslerde ve trenlerde ayakta ve oturarak, ya da ne ayakta ne de oturarak, adeta tek vücut olmuş, hep beraber ve koskocamanca işe giderken istasyonlarda içinden geçtiğim bağlantı noktaları var; ilk trenle ikincisi ve sonra da otobüsün arasında. Bu bağlantı koridorında yürürken sağa sola daha da dikkatle bakınsam, hayhuy esnasında farkına varamadığımız capcanlı bir hayatın ipuçlarını göreceğim sanarım. Bizimkine değmeyen asıl yaşanası hayat, ele verecek kendini kıyıdan köşeden. Azıcık çabalasam, küçük bir kapının arkasında büyük serüvenler keşfedeceğim falan. Veyahut insana inanılmaz ilham veren, insanda sanki bir şey başarmış gibi bir doygunluk ve hatta taşkınlık yaratan sanat eserlerine konu olacak cins bir şeyi karşımda bulacağım. Büyük bir yazarın sayfalarca tasvir edeceği olağanüstü bir detay, filmi izledikten sonra günlerce etkisinden kurtulamadığım bir sahne, gözlerimi alamayacağım bir fotoğraf karesi, daha neler neler. Ee, burası Amerika, değil mi ya? İlla yanarlı dönerli bir şey oluyor. İşte Pazartesi günü böyle neredeyse-enteresan bir şey gördüm. Bu iki fotoğrafın tam arasındaki bir noktada. Fotoğrafları çok önceden, başka niyetle çekip fotobloga koymuştum, bu vesileyle buraya da yerleştirmiş olayım.


Pazartesi sabahı şu hemen üstteki fotoğrafta görülen perona doğru merdivenleri çıkarken, telefonun çaldığını duydum. Kendi telefonum sandım başta; insanın düşünmeden düşündüğü düşünceler oluyor ya. Halbuki telefon kulaklıkla kulağıma bağlı, sabah sabah beynimi iyice ütüleyen, kırışığını tümden açacak şarkılardan bir liste yapmışım. Eh, telefon hem şarkıyı dinletip, hem nasıl çalacak? Laf işte bendeki de. Üstelik telefon birkaç kere çalıp susmuyor da, durmayacak gibi ısrarla, "siz daha umursamayın, er geç bakacaksınız benden yana" der gibi.

Başta duymazdan geldim. Müziğe tutunuyorum, önümdeki satırlara ilişmeye çalışıyorum, ama bana mısın demiyor. Sonra dönüp etrafıma öfkeli bakışlar atmaya başladım. Böyle toplumsal mini tepki(ş)ler oluyor ya hani. "Efendim, bu ne münasebetsizlik! Her kiminkiyse baksa ya telefonuna!" dermişçesine. Yazılı olmayan toplum kurallarına uymayanlara karşı, içe dönük çıkışmalar. Tabii bunu tek yapan ben de değilim, birkaç kişi boynumuzu sağa sola abartılı hareketlerle çevirerek horozlanıyoruz sessiz sessiz. Derken bir de baktım, zırıltının kaynağı duvardaki bir ankesörlü telefon. Memnuniyetle, neredeyse ağzının bir tarafına birikmiş gülümsemesiyle, sırnaşık sırnaşık çalmayı sürdürüyor. Çevresindeki yüzlerce insanın hiçbirine yöneltilmemiş, kimsenin üstüne alınmadığı bir arama. Çalan, ama kalabalığa rağmen hiç açılmayacak bir telefon. "Açsam, neler neler olacaktı kimbilir" diye düşün dur şimdi. Filmler izliyoruz ya, belki onlar da böyle tuzaklara düşen başka insanların gerçek hayatıdır. Biz televizyonda, beyaz perdede görünce film icabı sanıyoruz kim bilir?

Aman, yok, kimse bilmesin. Her şey böyle gizemli kalsın.

Hiç yorum yok: