29 Ağustos 2008 Cuma

Dersimi anlamadım.

Gökhan Güney, önce boğuyor, sonra seviyor.

Fleksibıl bir duruş. Her yola geliş. "Ay ben Tayyip Bey'i çok seviyom kız! Naapsa yaranamıyo adam vallaa!"
Yerli/yersiz Oprah'ın ceket yakaları fütürsuzca 90ları işaret ediyor.

Şu pasteleyeceklerimi ben bile anlamadım.

"Sevgi ve Barış Festivali'ne katılan Seda Sayan ve eşi Onur Şan'a hayranları yoğun ilgi gösterdi. Dün akşam düzenlenen konserde sahneye ilk Onur Şan çıktı. Şan, yarım saat süren konseri sırasında sahneden inip seyircilerin arasında dolaşırken annesinin kucağındaki bir çocuğu sevdi. Onur Şan, sahneden “Ben de Seda’dan çocuk istiyorum” diye seslendi. "

Şair bu kıtada neden Seda'dan çocuk istiyor? Kendi versin. BENİ EROTİKLEŞTİRMEYİN. Sabah programına gelip "Sedanım, kocamla senelerdir deniyoruz, olmuyor, mutluluğumuza gölge düştü, ailemiz parçalanmak üzere, ne olur çocuk şeyetseniz." diyenler çıkıyordu. Senelerdir denedikleri şey seksin ta kendisi bu arada. Başörtülü ablalar kahvaltının üstüne seks sohbeti yapıyorlar. Doğrudan demeseler de demek istedikleri şu ki: Biz kocamla sevişiyoruz, içime boşalıyor, sürekli bunu yapıyoruz, yine de o ayın sonunda regli oluyorum diye üzülüyorum. Artık sevişme motivasyonumuz kalmadı.

Gözleri dolu dolu, mikrofonu el hareketlerine uygun salladığından "Se.. ler.. de.. yo.. " kısmi anlatımlarını beyin fonksiyonlarımızla tamamladığımız bu ablalara, Sayın Sayan, sponsoru olan hacıhoca hastanelerinde (ki adları genellikle Sevgi, Esma, Yumoş gibi taptatlılıkta olur bunların) tüp bebek menüsü sipariş eder, programın sonunda da "Bak Celil Bey (Celil dediği hastanenin başhekimi, o saatten sonra o hitapla başeşeği de olabilir) ben bunları sana yolluYOM, (sevimli olma manevraları, milyarlık uygulamayı bedava YAPTIRIYON tabi kolay mı) sen de bunları iyileştiriYON, bebelerini de ellerine veriYON, tamam mı ANNEM?" (yaşarken sevmek lazım, az sonra bu gizem çözülecek) şeklinde ultimatomu verirdi. Veriyor, verecek de. Bu gidişle Sayın Sayan, benim kemiklerim toprağa karıştığı sırada bile o dönem yeni filizlenen bir genç türkücünün ondan çocuk isteyişlerine muhatap olacak.
"Şan’dan sonra sahneye çıkan Seda Sayan seyircilere “Annelerimizi, babalarımızı sevelim onlar bizim için çok önemli, onları yaşarken sevelim” dedi."
Ne alaka dememek lazım. Gizem çözüldü.
"Gecede Seda Sayan, Sezen Aksu’nun kendisi için bestelediği ‘Annem’ şarkısını eşi Onur Şan’ın bağlaması eşliğinde söyledi. Şarkı sonrası Onur Şan, “Seni de seviyorum, ananı da seviyorum, kendi annemi de seviyorum. İyi ki seni sevmişim” dedi."

Gecenin Sevgi ve Barış Festivali gecesi olması yüzünden mi, önüne attığı 100lük banknotlar, Merikınespres kredi kartları, son model arabalar, kaset, konser, dizi imkanları sebebiyle mi bilemiyorum, ben Onur Şan'ın Sayan'ın anasını da sevdiğine canı gönülden inandım gitti.
Bir de söylemeden geçemedim, Seda Sayan her sevgili değiştirdiğinde, "Mahmut istedi, artık esmerim", "Tankut istedi, artık kumralım" şeklinde açıklamalar yapıp, saçını ona yakışmayan, en kibar tabirle kaka renginin tonlarına boyatıp, bir ay geçmeden de "Mahmut sarı isterim diye tutturdu, zaten ben de özlemiştim", "Tankut sarışın seviyor, kuaförümle yeni bir imaja gittik, artık koyu boyatmak yok" buyuruyor. Dar jean pantolon üstüne omuzlarını açıkta bırakan efil merserize kazaklar, boynundaki takısının ucunu çapkın yan bakışla ağza alıp diş arasında yalancıktan tutmalar, bunları kim öğretiyor bunlara? Cevap: Nihat Odabaşı. Gidip yabancı mankenlerden öğrendiği eda-işveleri bizimkilere bir satışı var ki, o da başka bir yazının konusu olsun.

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Salya Sümük Co.

Dövmeci, dövme yapmak değil de sahiden dövmek üzerine çalışmış bir arkadaş çıktı. Tükkanın arkasından bir çıkışı var, "ne diye geldin" diye bakan gözlerle. Geldiysem geldim ULAN, sana hesap mı vericez? Verdik nitekim. "Şeyettirmeye geldik, ne kadardı" dedim. Utangaç ellerim, print edilmiş örnek dövme motiflerini gösterirken ben de boyut, renk vesaire tarif ediyordum. 1500 kron mu dedi yoksa küfür mü etti, tam bilmiyorum. 1500 kron diyerek de küfür etmiş olabilir tabi. Kapına asmışsın Stockholm Inkbash festival afişini. Bu haftasonu festivalde gelip bulmam mı seni, promosyonla aynı dövmeyi 150 krona yaptırmam mı? Yaptırmam. Gururum var. Yolun arka tarafında kalan Amoralameksikana çakma dövmecisine yaptırırım da sana yaptırmam. Ondan sonra da enfeksiyon dolu bir hayata merhaba. Kollarım ağaç adama bağlar artık. Ay ne ayıp, bir de espiri yapıyor, günah adama. Espiri değil, gerçek. Sen meksikalı dövmecinin dükkanını gördün de mi konuşuyorsun?
Bu arada paul4lover'dan cevap gelmiş, 3000EURO (büyük harfler paul'e ait) kira istiyor. Sitenin formatı gereği 3000 kron gibi algılanıyordu, ona inat EURO DA EURO. 3000 kron 600 milyon ediyordu, bu 6 milyar ediyor. Koç'un Sabancı'nın yiğeni olsam yine vermem o parayı. Huddinge'de kraliyet sarayı alırsın o paraya. Hoş, kral burada oturur mu? Oturur. Cultural diversity görmek istediği sabahlarda, perdeyi açıp fake tan olmadan da esmer insan görmek ister bazen insanın canı, olabilir.
Şimdi onu geç de, Blur'ün Caravan diye bir şarkısı varmış. Ben bu şarkıyı alıp kalbime stereo şekilde gömüyorum. Damon'ın klasını konuşturduğu, yıkıcı bir şarkı olmuş. İçerlediğim kadar da sevdim. Beni böyle üzmesine rağmen çok sevdim. Bir şey elinden gelmeyince, kanepeye uzanıp içli içli içlenme şarkısı. Aman, ne bileyim, gözlerim nokta kadar kalmış zaten. Kirpiklerim sümükle birbirine yapışmış gibi uyandım sabah, dün öyle çok ağlamışım. Ağlamışım diyorsam, gözüme toz kaçmış. Sen anla.

26 Ağustos 2008 Salı

6748 nolu fotoğraftaki kuğuyu bulunuz.


Dövdürmeye gidiyorum.

Fiks menü hayatım

Sabah:

2 dilim kepek ekmek üstüne ekstra light Philadelphia
Blackcurrant çayı
Portakal suyu
Bazen muz

Öğlen:

7 adet soya eti köftesi
Yaklaşık iki kaşık kepekli kuskus

Akşam:

Öğlen menüsüne alternatif olarak bazen soya kıymalı, sarımsaklı yoğurtlu makarna

Böyle mazbut bir insanım. Leonard Cohen'i görsem, ensesine tokat atıp "ben de en az senin kadar keşiş hayatı yaşıyorum KOÇUM." diyecek durumdayım.

Neşeli günler

Esen'den çıktım, tam anayola doğru yürüyorum. Karşıdan yaşlı bir kadın geliyor. Elleriyle arkamdaki bir yeri işaret ederek, heyecanla bana bağırarak bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Onu anlamadığım söyleyecek kadar yakınında bile değilim. Adımlarımı hızlandırıp yanına varıyorum. Buradaki sloganım, "Sorry, but I don't speak Swedish"i tekrarlıyorum. İsveççe konuşmasam da "titta" fiilinin anlamını biliyorum gerçi.
Hemen dilini İngilizceye çeviriyor. "Still, you have to see it, look!" diyor, neşeyle. Arkamı dönüp gökyüzündeki kocaman balonla karşılaşıyorum. Sapsarı. Bir. Cüce. Yedi cücelerdeki gibi masalından çıkmış bir cüce. Kocaman, dev boyutta. İnsanların durduğu sepet gibimsi yerini, vücuduna oranlayamayacak kadar büyük. "It's a.. It's a.. What do you call it?" diyor. Kelimenin İngilizcesini hatırlayamıyor. Bir yandan din referanslı bir şeyler söylüyor. "Well, we don't call it anything. I guess it's something about Christianity?" diyip gülümsüyorum. "No, it's not. No, absolutely it's not." diye mırıldanıyor. "He brings children gifts. Every year." diye toparlıyor. Santa Claus diyeceğim, ama figür ona benzemiyor. Benzediği şey, yedi cücelerden biriyle leprechaun arası bir yaratık. Yine de seviniyorum. Onun sevincine seviniyorum. Heyecanla balonun güzelliğini seyrediyoruz ikimiz, bir bina görüş açımızı kapatana kadar. Sonra gülümseyip yolumuza devam ediyoruz. Arstaberg istasyonuna varıyorum. Lila rengi gökyüzüne bakıyorum, uzaktan sarı balonu takip ediyorum. Stockholm'e zamkla yapışmak istiyorum.
Not: Prenses Mononoke ve Totoro resim defterimde yerlerini aldılar. Kuru boyayla mı boyayayım, sulu boyayla mı endişesi sardı.
Notnot: Ev bulmuşum diye seviniyorum. Stockholm'ün en güzel yerinde. Sudan ucuz. Evin içini tarif için kelime bulamıyorum, o derece. Gelgelelim evin sahibi olduğunu iddia eden Paul, bana cevap atmış. "Şu adresten bana ulaşabilirsin: Paul4lover@yahoo." Hay-da. Evini kiraya veren erkeklerden toptan uzak durmalı. Tüm heveslerim, Drottninggatan'da oturma hayallerim yine bambaşka bahara kaldı.
Birbaşkanot: Beck'in son albümü rocks my world.

24 Ağustos 2008 Pazar

Düşüncelerin sırası


Virgin Suicides'tan bahseden bir entry yazacaktım. Çok hevesliydim. Kitap bittikten sonra içim öyle bir oldu ki, yazmaya mecalim kalmadığını anladım.
Bir kitapla ilgili çok oluyor bu durum. Hakkında uzun uzun açıklamalar getirmek istiyorum, yorumlamak istiyorum. Sonra düşünceler eskiyor içimde. Tutup yazsam, bu sefer kendime haksızlık oluyor, yapmacık geliyor.
Çok hevesliydim, Cecilia'nın her şeyi tetikleyen nedensiz/nedeni belli olmayan intiharının sonrasında evlerinin ve içindeki ailenin dekompoze oluşu, okuyucu için bilinmezliğini koruyan kızların endişeleri, dile getirilmemiş üzüntüleri. Bu kızların hepsi, her biri bakire. Ve o evin dolaplarında tükenmeyen tek stok absurd ama gerçek: Tampon. Konuşmasalar bile, kusursuz güzellikleri olmasa bile, gizemleriyle mahallenin en güzel kızları bunlar. Hasta derecede içe kapanık yaşıyorlar, kimse haklarında önemli sayılabilecek bir bilgiye sahip değil. Okuldan alınıp eve hapsedildiklerinde, bir süre sonra kiliseye bile gitmeyi bıraktıklarında odalarında ne düşünüyorlar, belli değil. Bu kadar saydam nası oluyorlar, o baba nasıl o kadar kopuk, o bir yıl öncesinin partisinden kalan pasta tabakları üstlerindeki kurtlar/sineklerle bodrumda çürümeye devam ederken kimse, o evde hiçkimse nasıl olup da bundan rahatsız olmuyor? Bir süre sonra yıkanmayı da bırakıyorlar, konuşmayı da, geceleri ışıkları yakmayı da.. Peki ne yapıyorlar? Romanı ağzından dinlediğimiz karşı komşu çocukları, öykünün içinde geçen yüzlerce karakter hakkında bunca şey öğrendikçe, bu kızlar nasıl bu kadar resmin ortasında ve odağın dışında durabiliyorlar, hayrettir. Neyin rahatsız ettiğini bilsen de, uzanıp onu tutamamak, arkasını görememek insanı deli ediyor. Uzanamayacağın yerin kaşınması gibi. Son sayfasına kadar sabırla beklersem, hızlı okursam onlara tamamen sahip olacağımı düşünmek beni rahatlatmıştı. Sonunu gördüğümde huzursuzlandım. Görkemli dekompoze. Bu kitabın ismi budur. Nazarımda.
Geliyoruz "sparrow" hikayesine. Kendime dövme arıyordum. Yine. Google images ve deviantart browse seçenekleri kolkola vermiş, bana yardımcı oluyorlardı. Aradığım kuşu buldum sonunda, dövmeme karar verdim. Heyhey.
Bird başlığında düşünürken kafam Blue Bird şiirine takıldı. Üşenmeden gidip Youtube'dan videosunu izledim, Bukowski'nin sesinden. Sonra "Genius of the crowds". Başlamışken "Dinosauria, we". Sonra da Emel Sayın misali "ışıkları kapatın, ağlamak istiyorum" diyebileceğim duygusal anlar.. Bukowski'nin sesini yorgan gibi üzerime çekip, huysuzlanıyorum.
Böyle görselleri ayrı ayrı açıklamak için paragraf enflasyonu yaratınca kendimi Hürriyet veya Günaydın yazarı gibi hissettim. Banalleşmeye doyamadım bu gece.
Sonrasonra.. Sonra değil en önce. Prenses Mononoke. Aklıma ilk o geldi. Gördüğüm en güzel prenses. Ben de ona benzesem keşke. En kısa sürede sulu/kuru karıştırıp bir portresini yapacağım, yeminliyim.
Mononoke'yi düşünürken Totoro'nun yumuşak göbeğine takılıyor kafam. Yumuşacık tüylü göbeğinin üstünde uyusam. O huzurla nefes alıp verdikçe, yükselip alçalsam. Rüyamda.
Bir de Totoro'dan aklıma gelen gamlı baykuş serim için bir örnek aradım. Ekstrimli beyzik bir baykuş. Beyziğiz ezelden.
Gecegece Pearl Jam Smile vak'ası:
Yıl 1996. Bir okulgünü. Gece Pınar'larda kalmışım. Sabah yedi buçukta annesi uyandırıyor. Yüksek yatağının altında bir çekmece gibi duran yer yatağımda gözlerimi ovuşturuyorum. Kiraz ağacı desenli çarşafına uykudan yapışmış gibiyim, çizgifilmlerdeki gibi kalkmaya çalıştıkça tutkal beni geri çekecek adeta. Hava az aydınlık. Sonbaharın tüm kasvetine inat, sıcak bir oda. Annesi ikimizi de öperek açık bıraktığı hol ışığının kör kaldığı noktada kayboluyor. Yatakta doğruluyor Pınar, üzerime eğilip "okula gitmesek bugün, sana dinletmek istediğim bir şey var." diyor. Pearl Jam'in polaroid fotoğraf konseptli albüm kapağından kaseti sıyırıyor. Ufak müzik setinde dinlemeye başlıyoruz. Uzanıp bir sigara yakıyoruz. Albüm bitene kadar hiç konuşmak yok. Turuncu hol ışığında sis olup yükseliyor sigara dumanları. Arkada ikinci kornasına basan servisin gidişini, bizi terk edişini dinliyoruz. O karmaşadan, çamurlu botlarımızdan uzakta, uzanmışız. O an bana sevgilin kim deseler, Pınar derim. O derece. Anlıyorum ki, tüm bu şımarık grup paylaşımlarının hiç erişemediği bir yer var. Benim kontrol edemediğim bir yer. O yerde her kitabını okumadığım çok iyi şairlerinin çok güzel şiirleri, her albümünü dinlemediğim müzisyenlerin çok güzel şarkıları, adını bile bilmediğim çok yetenekli ressamların çok güzel resimleri duracak. İçimi titretecek. Fazlasını öğrenip büyüsünü bozmak istemediğim zamanlar olacak. O şiiri, o şarkıyı, o resmi kendime özgülemek için kullandığım bir yol olacak bu. İçten içe seviniyorum. Her şeyin bir sırası yok, her şey karışık. Her şey, her yerde. Kimsenin değil. Rahatlıyorum. 14 yaş ergen telaşlarım yastığın diğer yanında kalıyor.
Yoruldum, şurada soluklanayım. Bu bloğu okuyan herkese iyi geceler, hoççakalın.

19 Ağustos 2008 Salı

Sahibinden acil Pomeranyan aranıyor!




Yalnızlık bastırmak için köpek alıyor insanlar. Alıyor ya, beğenemedin mi? Aksine, çok beğendim. "Çocuk baksın onun yerine" diyorlar. Halt etmişler. Çocukla köpek aynı şey mi? Hepinize kafa attırmayın. Çişe çıkarıyorsun, başını seviyorsun, aşısını yaptırıyorsun yetiyor ULAN. Çocukta yetiyor mu? "Hayvan şeyedeceğime insan şeyederim, daha sevap." O zaman o sevabı sen kazan ARKADAŞIM. Herkes aynı şeyi yapsa, o zaman yapacak başka şey kalmazdı.
Evet, ağzımdan sinir salyaları saçarak yazdığım bu anlamsız intronun ardından diyorum ki, İsveç'te manyak köpek popülasyonu ve trafiği görüyorum. Hayatımda bilmediğim cinslerle burada hasbıhal eder olduk, o derece. Bunlardan bir tanesiyle bugun metro istasyonunda (ömrüm solucan gibi yer altında geçiyor, evet.) tanış oldum. Cinsi Pomeranyan, adı da bence Popiş olmalıydı. Sahibi ne takdir ettiyse, bilmiyorum. Pomeranya neresi, tam kestiremiyorum. Umarım uygarlık savaşında bayrağı taşıyan bir memleket değildir (Prusya'nın bir bölgesiymiş-powered by Google).
Ben bu köpeği alırım, kızartmadan borcama yerleştiririm. Çıtır çıtır yerim. Lüp lüp yerim. Böyle bir tatlılık yok. Bu gece bana uyumak haram. Tek hayalimsin, her şeyimsin Popi. Lütfen bana gel. Kendiliğinden.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Fareler ve İnsanlar

Acayip şeyler aklıma gelip duruyor. Yazmazsam sistemimden atamam diye yazıp kurtulmak istiyorum. Eninde sonunda bu kelimeler içimden çıkmalı ki yenileri içime doğsun.
Neden bilmiyorum, İsveç'te hakikaten çok fazla deli var. Deli derken, gerçekten deli demek istiyorum. Herhangi bir yerdeler, her yerdeler. Değişik görüneni de var, normal davrananı da. Bugün trendeki adam gibi, vagon boyu kulaklarını tıkayarak bir o yana bir diğer yana yürüyeni de, istasyonda sakin sakin küçük kutudan yalayarak mayonez yiyeni de. Tren camından dışarı bakarken kapalı tren bekleme salonunda yere çökmüş çiş yapan bir kız bile gördüm bugün. Göz göze geldik. Ona "neyi gördüğümün ayırdında bile olamayacak kadar kafam meşgul" bakışı attım. O da "hadi ordan, pekala belli ki gördüğünün mantıksızlığının farkındasındır" bakışı geri attı. Peki.
Christinalarla yaşarken bindiğim otobüs(53) durağının arkasında kocaman, gedikli delikli bir kaya-duvar vardı. Bir akşam kedisiz sokaklarda cirit atan kocaman fareler duraktakilerin yanından telaşsız geçtiler, duraktaki tüm insanlarla beraber bakakaldık. Bizimle bekleyen deli-evsiz karışımı bir kadın da oradaydı. Dikkatini çekti fareler. Yanlarına doğru seğirtti, onlara gezdiği tekerlekli alışveriş arabasından çıkarıp cömert ikramlarda bulundu. Fareler kaçıp gittiler. Her gün eve dönerken, özellikle akşam saatlerinde, kadının fareleri gözlediğini fark ettim. Ayakta, farelerin çıktığı delikte umutsuzca onları bekliyordu. Bir süre yuvalarının önüne sonra yanında getirdiği plastik tabaklara süt ve ıslatılmış ekmek koymaya başladı. Sıcak havada da soğuk havada da başından çıkarmadığı beresini bir gün, onları takip ederken çıkarıp eline aldı. O zaman başında bir kaç telden başka saç olmadığını gördüm. Çok korkunç, biraz da acınası gelmişti. Onun gözünden dünya, bizim için göründüğüyle alakasız, tamamen bambaşka bir alem. Başka bir insanın, dünyayı bambaşka yaşadığını görürken, o insanla yanyana durmana rağmen ne düşündüğünü anlayamıyor olman da benim için süper fantastik bir deneyim/deneyimsizlik.
Burada bu kadar çeşit delilikleri gördükten sonra, İstanbul'dakiler çok farklı geliyor. İstanbul'da sakatların/delilerin ve dışlanmışların sokakta çok az dolaştığını, aslında orada da en az buradaki kadar yoğun olduğunu düşünüyorum. Ama en bariz fark, İstanbul'da otobüse bile binemezler. İsveç'te hepsine sosyal hayat bahşedilmiş. Hepsinin siparişleri restoranlarda dikkate alınıyor, hepsi toplu taşıma araçlarına binebiliyor, alışveriş yapabiliyor, sosyalleşiyor. Bugün kayıp eşyalar ofisinde bile bir şeyini kaybetmediğine emin olduğum evsiz bir adamın, muhtemelen hayali çantası için görevli on beş dakika kutuları araştırdı.
Bu durumlar beni çok etkiliyor. Daha önce düşünmediğim şeyleri düşünmeye başlıyorum. Daha önce "ya hep ya hiç", "ya şöyledir ya böyle" gibi iki uçlu baktığım şeylerin arasında çok fazla seçenek olduğunu görüyorum. Ülkenin gelişmişliğine göre seçenek sayısı artıyor. En büyük örnek de benim durumumu göz önüne alırsak mesela şu iş bulma durumu. Son bir yıldır, hatta iki yıl diyelim, okul bittiğinden beridir en büyük sıkıntım iş dünyasına girip plazalarda çalışan, içi bomboş kadınlardan olmak. Bu ihtimalin tersi benim için tüm bu saçmalıkları reddedip nisbeten marjinal bir hayat yaşamak, hukuku bir tarafa bırakıp gidip reklam ajansına girmek, dergiye başvurmak, beni ruhen ve entellektüel olarak doyurabileceğini düşündüğüm bir alanda çalışmak. Bu iki ihtimalin arasında kalmak beni bunaltıyordu. Öyle bir şey ki İstanbul'da, eliyüzü düzgün, saygın bir meslek grubundan olan insanlar sanki çok para kazanmak, daha çok para kazanmak ve en çok para kazanmak için yaşıyorlar. Mecburlar, bu öğretilmiş çünkü. Ekonomik olarak sürekli gelgitler yaşayan bir ülkede, gelişmemiş bir ülkede para en büyük kaygı elbette. Bu hayhuyda kendini bulman, geliştirmen plaj kenarında okuduğun 5 YTLlik "nasıl CEO olurum?" kitaplarından ileri gidemez. Evet, parodileştiriyorum, müsamereleştiriyorum. Çünkü bu ortam bana bunu hissettiriyor, fazlasını değil. Bankada çalışmalar, plazada çalışmalar, bir örnek kıyafetler, taklit inci küpeler, yalandan sarı saçlar, herkesten daha aç, sekse ve dedikoduya aç, 30'una yaklaştığı andan, günden itibaren evlenmenin derdine düşen, üç kuruşluk insanların, onların üç kuruşluk kaygılarının, Mango ve Zara indirimlerinin, kıtkanaat illa ki araba almaların, o arabalara sevimli olsun diye ayna oyuncakları asmaların, hiçbirinin, hiçbirinin arasında kendime en ufak bir yer göremiyorum. Bu insanlarla ortak paydada buluşabileceğimi sanmıyorum.
Doğuştan parayla oynamış, Amerika'da okumuş, Avrupa'da master yapmış, daha Robert'e girdiği sene başına geçeceği şirket bile neredeyse belli olan, o her şeyi yapabileceği için yapabilmiş, o her imkana sahip olduğu için başarılı olabilmiş, o yüzden o filmi izleyebilmiş, o yüzden o kitaptan haberi olmuş insanlardan da haz etmiyorum. Vokabülerlerini sevebilirim, ortak zevklerimizi kabullenebilirim, ama bu tip insanların da tam anlamıyla hayatı tam kapasite yaşadığına inanamıyorum. Samimi ve içten olacaklarına inanamıyorum. Bu insanların özellikle Türkiye'de kalanlarının her gün başka insanların sahip olmadıkları şeylerin lüksüyle egolarını tatmin edip durduklarını, kendilerini bir adım öteye götürmediklerini düşünüyorum.
Türkiye'deki hiçbir şey bana samimi gelmiyor şu anda. Başvurmak isteyebileceğim reklam ajansları veya medya kuruluşları, dergiler vesairelerde de kopya hayatlar yaşanıyor. Fotoğraflarda gördükleri güzel ve verimli hayatları taklit etmeye çalışıyorlar bana kalırsa. Aynı şeyleri de giyseler, Türkiye'de kimsenin gözünde o ışığı göremiyorum. Hep fake geliyor. Hep zorlama geliyor. Kimse oluruna bırakmıyor, hep hırs var. O kötü hırsı sevmiyorum. Kendimi öyle ortamlarda yarış halinde de hayal edemiyorum.
İnsanların, mesela Osmanlı'nın son dönemlerinde ne ad altında olursa olsun aydınların/sözde aydınların veya Her Kimlerin yurtdışına gidip de orada etkilenip dönmesine ben hiç şaşırmıyorum. Bunu söylemem ayıp mı, bilmiyorum. Çünkü o zaman da aynı şey vardı. Yine fettandık. Yine leb demeden leblebiyi anlamaya çalışırken, zamanın ötesini görmeye çalışırken, çakallık, kurnazlık yapmaya çalışırken ilk tümsekte tökezleyen bir millettik. Avrupa'da ise mesela, leb deyince leblebiyi anlamak değil, leb'in kendisini sorgulamak anlamlıydı. Leb'i, her yönüyle, sindire sindire anlayabilmek ve tartışabilmek mühimdi kimbilir. "Tur bindiriyoruz, yeehaaaw" zihniyeti sayesinde önünü göremeyen, iyice vizyonunu bulandıran bir topluluğuz, acı durumdayız.
Buraya gelmişim, tabii ki dönmek istemem. Neden isteyeyim? Tren istasyonu güzel, metrosu lüks diye mi? Böyle karikatürize düşünmek Türk insanının içini rahatlatıyor. Böyle küçümsemek, ölçeğini daraltmak, alaya alabileceği basitlikte yorumlamak daha zahmetsiz geliyor. Hayır, ondan değil. Dönmek istemem, çünkü kendini yaşamana fırsat verildiği kadar insanca davranıyorsun. Kendini yaşamana da anca diğerlerinin de kendini yaşadığı, o yüzden rahatladığı ve huzurlu olduğu bir ortamda mümkün. Türkiye'de değil. Eğitimli insanların bile kendini yaşayabildiğini söyleyemem, imkansız söyleyebilmem. Okuma oranı yüzde yüz de olsa, yüzde bine bile yükselse bir anda gerçekleşmeyecek, bence hiç bir zaman gerçekleşmeyecek bir toplumsal patlama olması lazım ki 500 yıl geriden de olsa, muassır medeniyet seviyesine ulaşabilelim. İnce ince havasını alarak rahatlamaz bu ülke, tümden patlaması lazım ki fonksiyonsuz hale gelmiş her elementi baştan yaratılabilsin, onarılmasın.
Nerden nereye geldim yine. Kendi kendime memlekete reçete bile yazdım. Çok da şeyinde ya Türkiye'nin. Ama, Türkiyeciğim, senin için yazmadım, sakın tepki verme. Kendi kafamdan atabilmek için yazdım. Benim kaygım kendim için, bir insan öyle ufak ki büyük şeyler karşısında. Anca kendini düşünebiliyor. Ötesini düşünemiyor.
Sen kendini kurtar.

17 Ağustos 2008 Pazar

Swedish pedestrians receive secret message from God


Hiç bozmadan thelocal.se'den naklen:

Anyone living in Sweden or the Nordic countries will almost certainly have seen the image of a hand pointing upwards to encourage pedestrians to press the button before crossing the road. Prisma Teknik AB, the Swedish company behind the pedestrian signals, has now admitted that the hand is meant as a hidden symbol for God. In fact, the company says it has never made any secret of the fact. "We want to show that there is only one way to reach God and that is up and through Jesus", CEO Jan Lund told The Local.

Prisma Teknik AB is a family-run business based in the southern Swedish county of Småland an area with a reputation as Sweden's bible belt. CEO Jan Lund told The Local that the company's signals point the way to God in 17 countries including Ireland, Austria, Denmark, Norway, Iceland, Finland, Belgium, Israel, and the US among others. Prisma Teknik's hand points upwards, much in the way that many religious icons or pictures of Jesus have done through the ages. Lund told The Local that this was entirely intentional.

Oh yeah. Şimdi şu haber Sabah gazetesi internet sitesinde olsaydı ne gibi yorumlar konacaktı, bakalım:
RecepKırıkçı - İstanbul: (O iğrenç mavi var ya, inimitable.)
BÖYLE BİR ŞEY TÜRKİYE DE OLSA YER YERİNDEN OYNAR, AKP HÜKÜMETİ SUÇLU OLURDU. GÖRÜN İŞ DE AVRUPA DİYE YÜCELTTİKLERİNİZİ. ONLAR BİZDEN DAHA DİNLERİNE SAHİP ÇIKIYORLAR, BU OSMANLI ZAMANIN DA BİLE BÖYLEYDİ. ÇOK GEÇ KALMADAN DEĞERLERİMİZE SAHİP ÇIKMAK GEREK, TÜRBAN DI BAŞÖRTÜSÜY DÜ, BUNLAR YANLIŞ ŞEYLER. BENİM EŞİMDE BAŞÖRTÜ TAKIYOR.
AyhanGök - İstanbul:
Bu tip haberlerle Türk halkı hazırlanıyor, arkasında değişik planlar olduğunu düşünüyorum. Her gün gazetenin aynı köşesinde hep Avrupa'daki dini aktiviteler yer alıyor. Bir anlamda Avrupa'nın dine yönelişinin işaret edilmesiyle Türkiye'nin tepkisi yumuşatılmaya çalışıyor. Büyük harfle de yazsanız, bu haklı olduğunuzu göstermez. Türkiye buraya devrim ve inklaplar eşliğinde gelmiştir, bunlardan en önemlisi de hiç şüphesiz Laiklik'tir.
Saygılarımla.

Babanın Pazar günleri Western film izleme tutkusu

Ekşisözlük'te sabah sabah bu başlığı görünce aklıma neler neler geldi.
Günlerden Pazar olunca, hele bir de sonbahar Pazar'ı olacak ki tam daraltacak, dışarda yapılacak bir iş yoksa ailecek sabah kahvaltısından sonra babam televizyonun önündeki ikili koltuğa uzanırdı elinde gazeteyle. Çoğu evde öyleymiş galiba, "şu andan itibaren offline'ım" mesajı verirdi bu duruş. Baba faktörü o andan sonra devreden çıkardı Pazar günleri. Gerçekten okur muydu, yoksa kafasından geçen bin tilkiye siper mi ederdi o gazeteyi, inan bilmiyorum. Ama babamın yüzü görünmezdi bir süre. Kağıt hışırtısı olurdu sadece.

Annem kahvaltıyı toplardı. Sessizce mutfaktaki işine gömülürdü. Evde paylaşılmış sorumluluklardan geriye bir ben kalırdım; halının üstünde o hafta hangi oyuncağım gözdemse, onunla oynar vaziyette.

Sonra televizyonda Western bir film başlardı sahiden. Atların koşma sesiyle beraber coşkulu müzikler olurdu bu tür filmlerin başında. Babam, gazetesini açık haliyle, olduğu gibi yere bırakır, konusunu, ismini, oyuncularını bilmese de sonraki bir buçuk saatini bu filme adamaya hazır hale gelirdi. Erkek olmak, ata binmek, silah kullanmak, havalı şapkalar takmak, içki içmek, kasabaya yeni gelene kötü davranmak, aradaki kan davaları, hesapsızca onlarca adamı bir dakikada şakır şakır vurmak, bir de bu filmlerin en büyük özelliği önemli anlarda gözlerin konuşması. Hep kelimelerin ötesinde, çakal gözlerde bir bakış olurdu. Düşmana jest yapılırken mesela. "Sen tilkiysen ben senin kuyruğunum" hesabı. "Şu anda silahı çıkarmadım, ama sanma ki salak olduğumdan, az sonra bak başına ne gelecek" hesabı. Bir süre babamla bu kargaşayı izlemeye çalışırdım. Tabii bu konular benim ilgi alanımın epey dışında olduğundan eninde sonunda babamı izlemeye başlardım. Bakışlarımla karşılaştığında tepkisi hep aynı olurdu: "Bak şu sahnede ne olaylar olacak şimdi Elmira. Çok esaslı bir filmdir bu. " Babam bunları hep izlemiş olurdu. Belki de o sahneyi içgüdüleriyle hesaplayabiliyordu. Esaslı lafların geldiği kendini hissettiriyordu belki de.

Bu filmlerin bir kısmında kadınlar dansçı olurdu, fahişe veya konsomatris. En iyi ihtimalle kan çıkmasının bir diğer sebebi olurlardı. İsli, tozlu, kahverengi erkek kılıklarının aksine, bu kadınlar hep kar gibi, kemik rengi elbiseleri veya paçalı donları, kah jartiyerleriyle kapının eşiğinden esasadama işve yaparlardı. Esas adam bunlara "geçici kız" gözüyle bakmazdı çoğu zaman. O Türk alışkanlığıydı. Evde tertemiz karısı, sevgilisi olmazdı mesela, benim hatırladıklarımda. Eğer misyon adamı değilse, bu kadınlardan birine aşık veya adam öldürme motivasyonunun haricinde aşkı arıyor olurdu. Kadına geçici gözüyle bakıyorsa eğer, o kadın geçici olduğunu bilirdi. Üstelemezdi hiç. Filmin geri kalanı hep koşan atlar eşliğinde birbirini vurmacalar, son anda kurtulmacalar, o ıssız yerlerde kolundaki kurşunu tek başına çıkarmalar veya o aşık olunmayan dansçı kızlardan birinin barın üstündeki odasında uyanmak. Kolunda sargı bezinden ibaret kurşun yarası pansumanıyla. Ve "çok işim var" aceleciliğiyle inleyerek, kızın elleriyle yıkayıp temizlediği gömleğini giyip, atına binip gitmek.

Yine o kızlar halinden memnun. Kalkıp apar topar gitmelere alışık.

Bugün de Pazar, müzeye gidecektim güya. Yağmur yağdı böyle oldu.

Pazar günü ne yapılır? Pazar günü yarım gündür, bir şey yapılmaz. Kafa ya Cumartesi'den kaldığı için sarhoştur, ya Pazartesi'de olduğu için meşgul. Verimsiz bir gün. Tüm gün to-do-listler çıkarıp, gün sonunda YouTube'da hipnoz kelimesine karşılık çıkan her videoyu izlediğini, kendi kendine hipnotize olmaya çalıştığını fark edersin. Banyodan sonra saçların bile ağırlaşır Pazar günleri. Kurumak bilmez, yere kadar uzanır, yatağa doğru ilerler kendiliğinden. Pazartesi'nin telaşında unutulacak rüyalar görmeye gitmek ister. Pazarları kimse aynaya bakmayı istemez.

14 Ağustos 2008 Perşembe

Skippy (Sikipi) : The Magnificient Bastard




Bak Sikipi, senle külahları değişmemize çok az kaldı, bilesin.

Ben Skippy'ye havalı havalı Skipiy demiyorum da basbaya Sikipi diyorum. Tüm havasını indiriyorum, kırolaştırıyorum. Bu Sikipi'den Serhan'ın kahvaltılık dolabında var. Günün büyük kısmında bu Sikipi'yle aynı evi paylaşıyoruz. Aklımdan bir an olsun çıkmıyor; krokanları, tatlı-tuzlu tadı, kremasının tarafsızlığı, fıstığın kuru kuru boğazda kalan aroması.. Oh Sikipi, yaktın beni. Her gün kahvaltıda çatalımın ucuyla azıcık alıyordum senden, artık büyük kraterler açar oldum kavanozda. Keşke senin kaşıkla yendiğin, mide yakmadığın ve kilo yapmadığın günler gelse. Hemen ben İsveç'teyken hatta. Ah Sikipi, sana olan aşkım hiç bitmeyecek. Sarıl bana, işte böyle.

Stockholm : The Capital of Scandinavia























İlk foto: Kuzeyli plaj müziği yapan bir grup olarak KoC.

İkinci ve üçüncü foto: Konserde Eirik ve Erlend. Bizim konser değil. Şaşırma.

Kings of Convenience konser zabtımı yazmaya başlamadan hemen şurdan lafa gireyim; "biz de bize kurban, el de bize kurban" diye bir laf vardır. Bak bizim Türklerle hiç canımciğerim değilim, biliyorsun; Türk alışkanlıkları, kalıplaşmış davranışları beni illet ediyor, doğruya doğru. Ama dün konserde Erlend Øye ve Eirik Glambek Bøe, Arlanda Havaalanı'nda yürürken sağa sola konuşlandırılmış "Stockholm:The Capital of Scandinavia" tabelalarına epeyce bozulduklarını anlatırken bir Teoman'ın, bir Mor(on) ve Ötesi'nin canını yiyeyim dedim. En azından politically correct duruş sergilemek adına, içlerinden geçse bile böyle bir laf etmezlerdi.
Bilindiği üzere bu iki arkadaş Norveç, Bergen'den yarışmaya katılıyorlardı. Müzik dünyasında hem tanınan hem bu denli sevilen Norveçli iki entellektüel adamın "niye sizin şehriniz skendinevyın huvudstad(başkent) da bizimki değil?" diye bıdıbıdılaması hiç hoşuma gitmedi. Görüyorsun değil mi adamlardaki milliyetçiliği? Sana ne ULAN? İskandinavya'nın başkenti neyse ne, Bergen mi olsundu? Sen söyle.

Şimdi gelelim konsere;
Øye ve Bøe'nun uyumlu sesleri, sahnedeki koca perdelerin kadifeliğine halel getirebilecek cinstendi. Akustik gitarla sade sade sahneye çıkan ikili, Stockholm'ün indie gençlerine yaklaşık bir saat kırk beş dakikalık enfes bir müzik ziyafeti verdi. Øye, beyaz pantolonu ve yavruağzı/şeftali tonlarında t-shirtüyle hart diye ısırılacak denli yaz temasındaydı. Bøe, aynen üstteki fotodaki kılıktaydı; demek adamın konser kıyafeti bu imiş.
O değil de; ben Bøe'nun tipinin ne kadar Can/Cem ismine yakıştığını düşündüm konser boyu. Böyle eli yüzü düzgün, Can diye, Cem diye çocuklar vardır. Hep güzel kızlarla çıkarlar. Sorunsuz, kaygısız, başarılı insanlardır. En az bir sporda iyilerdir falan. İnsana yorgunluk hissi vermez böylesi, hep taze hissettirir. İletişimi kolaydır, arkadaşcanlısıdır, neyi ne zaman nasıl yapacağını bilir. O yüzden telaşsızdır. Yazları plajda akşama kadar kah yüzer, kah kızlarla okey oynar, kah erkek arkadaşlarıyla tekneyle balığa gider. Ferah ferah. Şeftali tonu giymese de insanda yazlık keten pantolon efilliği hissettiriyor, görüyorsun.
Erlend ise küçük çocuk gibiydi. Şarkı söylerkenki teatral yönü, çıkıntılığı, baskın karakteri ve cingöz dikkati Bøe ile taban tabana zıt, Bøe'nun fiziksel avantajlarından yoksun, fakat turuncu/kırmızı saçları, gözlüklerinin arkasında nokta kadar duran gözleri, bembeyaz teni ve sırık boyuyla karizmatik, marjinal, sanatçı bir kuzeyliyi çağrıştırıyordu. Ki zaten öyleydi. Bu nasıl bir -di'li geçmiş zaman takıntısıydı. Bilmiyordum.
Youtube'da görünce bana çok eğlenceli gelmişti, şöyle bir Ipanema beach serisi var bu adamların, arkada güneşten araplaşmış hanzolar seyreylerken müziklerini TRT çocuk korosu gibi icra ediyorlar. Plajda konuşan konuşana, millet cep telefonlarıyla hakkında en ufak fikri olmadığı bu müziği kaydediyor, Erlend'le ekürisi karizmatik elbise donanımlarından yoksun, Erlend'in Ferrari alamıyor diye Ferrari çakması Mazda spor araba alanlara yaraşır, dikdörtgen camlı güneş gözlükleri var, Eirik ise yarısı soyunulmuş bir sörf kıyafeti içinde (niyeyse şaşırmadım, böylesi sörf de yapar). Blogger'ın iğrenç sisteminde videoyu nasıl embed edeceğimi bilemediğimden buraya koyuyorum linki, bakan baksın.

Erlend'i önce Röyksopp'un Poor Leno'suna ve Remind Me'sine donuk, dümdüz ve tertemiz vokalleriyle eşlik ettiğinden takdir etmiş, sonra solo çalışması vesilesiyle bu takdiri derinleştirmiştim. Kings of Convenience ve Whitest Boy Alive atılımlarıyla da bu takdirin hakkını defalarca vermişti kendisi. Müzik yapmayı bilmekle, seyirciyi ayartabilmek apayrı şeyler. Örneğin kötüsünü Sebadoh konserinde yaşamıştık. Ama KoC, dün akşam gerçekten de seyircileri ayartıp, avucunun içine aldı. İsveççe bilmeyenlerin azınlık olduğunu öğrendikten sonra, şarkı aralarında Norveç aksanlı İsveççe konuşarak konseri tamamladılar. Biz de anamıza küfür mü ediyorlar, anlamadık. Yine de parmak şıklatarak, mırıldanarak ve şarkı söylerek bu sakin orkestraya eşlik ettik. El çırpıp dansetmeye başladığımız noktada bis için geri gelmek üzere kulise girdiler. Sonra da üç şarkı daha okuyup, gittiler. Giderken ümit de verdiler. Kapının önünde bekleyin, çıkınca konuşalım dediler. Ben beklemedim. İsveççem de yok zaten.

Siz fotoğrafları yazıdan önce görüyorsunuz, ama ben sonra koyuyorum. Şimdi fotoğrafları koyup işime gücüme döneceğim. Hoççakalıııııın!

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Megamorfoz nedir? (Bölüm I)

Kucağımda son model minifırın laptopım, değineceğim konulardan bir ve en önemli tanesi eve gelirken gözlemlediğim nüfusun fiziksel değişimi. Bildiğiniz üzere, Stockholm'ün nadide göçmen bölgelerinden Huddinge'de, Serhan'ın evinde konuk oyuncu olarak ikamet etmekteyim. Peki, şunu biliyor musunuz ki ben her gün yakışıklı çocuklar, güzel kızlar görmemekteyim. Çünkü şehirde güneye yaklaştıkça, evrim teorisi tersine doğru işliyor ve o yakışıklıçocuklargüzelkızlar, güney bölgelerde yerini çorak araziye bırakıyor. Bilmiyorsunuz. O zaman öğreneceksiniz.

İlk faz: Stockholm T-Centralen'den yola çıkış. Erkeklerdeki İskandinav hatları oldukça belirgin, saçlar bakımlı, tam boyunda. Siyah süveterinin sadeliği göz alıcı. Ne yapsa, yere sümkürse yine de baştacı edilecek, biçimli burun ve dudaklara sahip, anlamlı gözlerle bakan, Avrupalı bir erkek. Teşekkürler, Jakob Cedergren, bizi kendine hayran bıraktığın için(over and over again).















İkinci Faz: 3 durak sonra Stuvsta'ya varış. Trende sayıca artan erkeklerde omuzlar daralmış, göbek çıkmış. Tende koyu buğday, hatta esmere varan renk değişimi. Burun gagavanlaşmış. Kravat bağlayıştaki baştan savmalık, o yakanın zaten ter koktuğunun habercisi. Türk kökeni ağır basmaya başlıyor.















Son faz: Huddinge. Huddinge nüfusunun 3/4'ünde ağır basan yoğun kıllanma, açıkça gözlenebiliyor. Kaşlarda tekkaş modası, üst dudağın tepesinde acımasız, fırça bıyıklar. Arap yarımadasının afrosu denecek, Türk standartlarında minibüsçü şeklinde tabir edilen Kara Şimşek David Hasselhoff'u bir saç. Bölge erkeklerinin şaşmaz tercihi çizgili gömlek, ayakta da ütüden ve oturup kalkmalardan popo kısmı parlamış, sütlü kahve, koyu kahve, deve tabanı renklerinde, illa ki kahverengi skalada kumaş pantolon.

Kütüphaneden görünüm


Tuğçe gönderdi, bayıldım. O kendinden geçmiş, göz kapalı danslara hayranım/hasretim.
Darılmaca gücenmece yok, Moderna Museet'te en sevdiklerimden: Gravity Fanatic, Dana Schutz.
Şu anda bulunduğum yer, kütüphane. (Üst kattayım, üst)
Bugün hava enfes. Kırlangıça benzeyen kuşlar, yeni kesilmiş çim kokusu ve yarı güneş, yarı serin rüzgar derken sevinç doldum. Kampus girişindeki Suriyeli'nin yeri Picnic'te aylardan beri ilk defa canım çekti de Kebap Tallrik yedim. Yanına koyduğu patates kızartması öyle çok tuzlanmıştı ki, az daha dursa turşuyacakmış. Olsun. Başta anlamadığım Stockholm aşkı bu insanlara böyle kök salıyor demek. Bu mevsim, ilkbahar, yaz ve sonbaharda buralarda olup da buralarda ölmek istemeyen insanoğlu olamaz, mümkün değil.

Moderna Museet gezim ve ağırlığı altında ezildiğim muhteşem tablolar ve heykellerden bahsetmeye çok heves etmiştim aslında. Ama bloga hangilerinin resmini koyacağımı, hangi sanatçının ismi anacağımı şaşırınca bu işten toptan vazgeçtim. Asıl bomba geliyor: Yarın Observatorie Museet'e gideceğim, akşam saatlerinde teleskoptan baktırıyorlarmış. Hayatında hiç mikroskoptan da, teleskoptan da bakamamış, o yüzden de bu evrendeki yerini kestiremeyen biri olarak bu gelişme yüzüme renk veriyor. Şu şeylerden bakayım hele de, daha mantıklı birine dönüşeceğim aniden, söz.
Bir de Çarşamba günkü aktivitemden bahsedeyim, düşman çatlatayım. Kings of Convenience'ı İsveç'te izlemenin tadı bir başka olacak. Nalen'de 260 papele seyredeceğim, sefam olsun.
Oh, güzel hava demişken.. Tam şu anda fırtına başladı. Türk filmlerinde bile görülmeyecek düzeysizlikte, savurganlıkta, kocaman damlalarıyla, yumruk yumruk kafamıza inecek olan bir yağmur. İyi oldu, barajlar dolacak. HAH.
Quote of the day:
"Onlar erdi muradına..." başlıklı Çağla Şikel-Emre Altuğ evlilik haberi altında:
esmer sever 11.08.2008 13:58:33
allah mesut MUTLU etsin.bende esmerlen evlenmek istiyorum.ayrıcada arkadaşımda MUTLUolmak istiyor. aynı bunlar gibi. ben de ona mecburum diyor.
Yanlış anlaşılma olmasın, gramatiğinde değilim de, kendini başka arkadaş üzerinden anlatması beni benden aldı. Bir de büyük harfle MUTLU ısrarı var ki, kızın ismi Mutlu'ysa hele kör gözüm parmağına olmuş biraz. Esmersavar says: Mecbur olmak güzel değil, ayağı geri geri gider adamın. Toparlan, kendine gel. Arkadaşındasende (her iki de de bitişik, güzel hatırlarınız için, hatta her şey bitişik, dünya bitişik olsun).

5 Ağustos 2008 Salı

Natsjon'a:l Museet



Pazar günü güpgüneşli bir hava vardı, henüz sonsuza kadar süren ceza yağmurları başlamamıştı. Güzel havadan cesaret alıp National Museum'a düzenlediğim minik gezi esnasında Cézanne'ından Rembrandt'ına büyük eserlerin önünde durup varoluşumu sorgulama fırsatı yakaladım. Bunların yanısıra koleksiyonda İsveç'in gururu denebilecek bazı ressam ve heykeltraşların eserleri de vardı. İşte chart zihniyetiyle yaklaşırsak bir numaram: Yorum yapmaksızın, Anders Zorn.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Home Swede Home


Sigara içmek bir yana, vapurda kokakola içmek bile yasaklanmış. Varsa yoksa kolaturka.

Stockholm'e geri döndüm. Günlerdir yağmur yağıyor. Ağustos ayındayız, İsveç'in haberi yok. Gözlerimi kapatıyorum, kendimi İstanbul'da hayal ediyorum. Yağmurdan seken tabelaların renkli ışıklarını hayal ediyorum, minibüslerin kirlenmiş açık mavisini hayal ediyorum. Sonsuz trafiğin içinde, kendimi dakikalardır kıpırdamamış bir otobüste, şişman, kucağında çocuklu bir kadının yanında hayal ediyorum. Islak atkımı, çamurlanmış etek uçlarıyla kaz tüyü paltomu hayal ediyorum. I-ıh, burnumun direği sızlamıyor. Özlemedim seni, İstanbul. Bu yağmur yaz keyfimi gölgelese bile seni öz-le-mi-yo-rum.