27 Aralık 2009 Pazar

Çok güldük, biraz da ağlayalım.

Hayat akıp gidiyor tabii. Kuyruğu dik tutmak bende sırtımı dik tutmaktan daha ciddi bir refleks olduğu için burayı ağlama duvarına çevirecek halim yok. Yine de egzotikliklerine hayranım, tüm ağlayanların. Kaprislerine başkalarını sürükleyenlerin. Canı yanınca illa ki herkes işi gücü bıraksın, onun yanına koşsun. Kölesi gibi neşesi için hizmet etsin. "VIP treatmentlara gelesin, acın o derece kıymetli" dercesine.

Hiç hatırlamam ki bir arkadaşımın/dostumun/neyiminse omzuna uzanıp onun tesellilerine sarınayım. Kimsenin şalı benim omuzlarıma yetmez, ANAM. Bu yüzdendir ki, cankuş dostluklarım neşeyle yoğrulur, kederle değil. Acıların birleştirdiği insanlardan korkuyorum, onların o birbirine bağımlılıkları da midemi bulandırıyor. Dostluklarının kötüye mecbur doğası içimi kaldırıyor. Ağladığımı ben bile görmeyeyim, kendimi o derece ciddiye almayayım diye rica ediyorum. Yine de, son bir iki haftadır İstanbul'dan gelen haberler, anneannemin hastalığının ağırlaşması, dönülmez bir noktaya gelmesi, artık neredeyse ölüm döşeği devresinin başlaması ve orada olamamam beni bambaşka ruh hallerine batırıp çıkartıyor.

Birincisi, bu Christmas şarkıları veyahut umut kusan yaşasın yeni gelen yıl ve daha niceleri temalı şarkılar asabımı bozuyor. Farkına varmadan o an bir yandan ne yaparsam yapayım, gözlerimi dolmuş buluyorum. Cebimde veya çantamda selpak taşıyabilecek kadar hazırvenazır kadınlardan olmadığımı söylemiştim galiba bir seferinde, aynen o sebepten salyamla sümüğümle gözlerimi kırpmadan, o damla orada asılı kalsın diye bekliyorum. Akarsa yanaklarıma ince ince rimel, eyeliner inecek. Bu acıma trende karşı koltuğumda oturan bir yabancıyı, aynı rafa uzandığım bir müşteriyi bile şahit tutmak istemem. Ona ne, kime ne, anneannesi ölmeyecek olan herhangi bir insana ne ki? Onun sıradan gününe klip etkisi verecek bir "günün fotoğrafı" olmayıvereyim. Beni sevene bile üzüntümü anlatıp eziyet etmeyi sevmem, geçtim eloğullarını/kızlarını.

Arabeskleşmeyeyim diyorum, kabul edeyim. Neyi kabul edeyim, ULAN? Ölümü gerçekleşmeden kim kabullenebilir? Ölünce en azından öldü diye bir gün, bin gün yas tutarsın da biter er geç. Özlemin bitmez de, yasın biter en azından. Şimdi böyle, o yas hep yedekte. Hep bekliyor. Her an devreye sokulabilir veya bir süre sokulmayabilir de. Hastalığın her atağında varlığını hissettirecek bir ağrı işte, içimize saplanacak. Sonra düzelirse yine arka raflara atarız, unuturuz biz onu. Yine fenalaşırsa, tekrar jelatininden çıkarılıp baş köşeye konacak. Anneannem ölüyor, biz kendimizi iyileştirmenin yöntemlerini arıyoruz. Nasıl daha az üzülebilirim, nasıl hayatla başedebilirim üzülürken diye. Çünkü her üzüntünün bir akşamı var, köfte yapmak için dolaptan çıkarılmış kıyması, bilgisayarda açık bırakılmış tez taslağı word dosyası var. Televizyonu açsak, anneannem ölmüyormuşcasına dizisi var, filmi var. Ertesi güne uyanmak için uyuması var. Üzülmenin romantizmine kapılsak, herkes aynı anda kapılsa, o an dünya bile bir iki dakika dönmeyi bırakıp durur öyle yerinde. Ben de dururum. Köftelik kıyma bozulmaz, o bile durur. Öylece durur. Ama durmuyor, duramıyorum, herkes işe gidiyor, herkes yemek yiyor, herkes yıkanıyor, konuşuyor, gülüyor. Dişlerini fırçalarken her akşam, gülmek istemese bile gülüyor baksana.

Anneanneciğim, ben sana bir öykü yazdım. Okuyamayacak olduğunu bilsem de, seninle geçen günlerime saygı duruşu olsun diye yazdım. O günleri hiç unutmadığımı, o günlere tutunduğumu bilmeni isterim. Yumuşacık, kocaman memelerine başımı dayayıp uyuduğum gecelerde saçıma üflediğin nefesinle bana bir ömürlük huzur verdin. Anneannecim, bir de Susam Sokağı ilk başladığında, ilkokula başlamıştım ya, sana gelmiştik dönüşte, o günü hatırlamayı çok seviyorum. Her akşam caddede yürüyüşe çıkıp da sakin sakin konuştuğumuz, merserize hırkalarımızı kollarını giymeden sırtımıza attığımız günleri hatırlamayı çok seviyorum. Yürüyüşün sonunda Yelken Pastanesi'nden bana buzlu buzlu meyveli dondurma almak istesen alamazsın bak şimdi, Yelken Pastanesi bile kalmadı ki geriye.

Birazcık olsun iyileşirsen, işte o zaman oturup sevinçten ağlayayım. İşte o zaman ağlamanın bir anlamı olur. Şimdi elim ayağım büyük geliyor, her şey batıyor anneannecim. Ergen delikanlılar gibi, odalara sığamıyorum. Ne olur sen beni anla. Ben küçüleyim, kocaman ol yine, başımda ol. Ölmen uzakta bir zaman olsun.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Twilight, en iyi ihtimalle kanaatten Twilight Zone derim.


Bak linki de veriyorum, sonra küsmece olmasın. Katkı maddesi, cila falan yok. Zerrin Özer, diyor. Dur hatta;

"Son zamanlarda verdiği kilolarla adından söz ettiren Zerrin Özer iddialı bir kliple hayranlarının karşısına çıkıyor. Eksi 4 derece soğukta kombinezon giyerek Tophane Caddesi'nde klip çeken ünlü şarkıcı zor anlar yaşadı.

Ayakligazete'nin haberine göre, klipte bir pavyon kadınını canlandıran Özer, giydiği tuvaleti bir süre sonra yırtarak çıkardı. Altından çıkan kombinezonla çekimlere devam eden sanatçı klibin sonlarına doğru kendini kaptırıp yerlerde ağladı.

Ünlü şarkıcı, 'Bunlar gerçek gözyaşları. Şarkının sözleri beni çok etkilemişti ve çok hissederek okumuştum. Muhakkak ki yüzlerce insan var İstanbul'un harcadığı. Bu klibin bir misyonu var ve bu klipten sob(n)ra İstanbul'a ümitlerle gelen bir çok kadının pavyona düşmesi anlatılıyor. Ben (de) bunu oynadım. Çünkü bu bizim gerçeğimiz' diyerek gözyaşlarını tutamadı. Habertürk"

Yau.. Yahu... Bin defa dedim şöyle beni nefessiz bırakmayın söz merdiveninde. Ben buna ne diyeyim? Hem de buna bir şey demezsem orta yerimden cırılmam mı, sen söyle. Yahu, bu Zerrin Özer niye böyle yapıyor? Anladık, vaktinde atraksyonel, hippi bir duruşu, uzun saçları, yuvarlak canlenın gözlükleri, efendime söyleyeyim, bir albenisi varmış. Sonra yeri sağlamlaşmış, albümleri falan, seveni çok. Kerim Tekin diye temiz bir çocuk vardı, popçu. Onla sevgiyi buldu, yüzü güldü. Sonra çocuk vefat etti, aman evlerden uzak. Bir yıkıldı, üzüldü tabi Özer de. Seneler seneler sonra, gitti damat yarışmalarında şansını denemiş bir kır saçlı çocukla evlendi. Ona da tamam. Sonra çocuğa sardıkça sardı, vay "kıskanıyorum ölesiye" vay "gururumdan ayrılırım gerek görürsem" falanlar. Hadi onu da görmezden şeyettik. Olabilir, Zerrin Özer insan değil mi? Aşkından çeşitli ruh hallerine girip çıkabilir. E, sonra çocukla ayrıldılar. "Ölsem barışmam" diyordu kanellerde. Onu da cebimize koyduk mu? Hah. Sonra "dön dese dönerim" namelerine başladı. Olabilir, yine aşkın delibozuk dengesiz halleridir. Yine aynı dönemde programlara konuk olup türkü okumaya başlayıp caza tamamladığını biliyorum. Maalesef. "Ben en eskiden caz okuyordum" şeyinin kalıntısı. Sahneden saatlerce inmeksizin, yere oturup Janis Joplinlemeceler. Sevimli denemeyecek kadar AMMAN Çocuklar Duymasın Havuç'u sevimsizliğinde. Sonra "vay, yenilenicem, artık beni jartiyerle göreceksiniz" buyurmaz mı? EYVAH. O an, bunun arkası iyi gelmeyecek, biliyordum. Yine de insan çıldırıyor meraktan. Vaktinde Semiramis Pekkan kaşlarını incelttiğinde de, iştahla, iştah ne demek, açlıkla yeni fotoğraflarına bakmıştım. Aynı o hesap, adeta yerimde duramadım o dönem. Ameliyatını olsun hayırlısıyla Sayın Özer, foturaflarına bakalım ve "aaaa hakkaten plastik cerrahi artık çok ilerledi" diyelim ve Özer adına sevinelim diye. Ameliyattan sonra bir programa çıkmış, fotoğraflarını Sacitabi'den gördüm. Çok sevindim. Alımlı bir kadın olmuş, ki alımlı bir kadındı zaten. E sonra? Sonra bu jartiyer sözü aldı yürüdü yahu. "Jartiyerle sahneye çıkıcam", "siz beni bir de jartiyerli görün", "hep kapattım, şimdi açılıyorum" ohooooooh. Nitekim, yukarıdaki habere geliyorum, o klip çekilmiş, o kombinezon giyilmiş. Jartiyeri tam tespit edemedim, bir takım file çorap emarelerine rastlasam da. Klibin kamera arkasını izledim ben bu arada. Özellikle yere yıkılıp ağlamaya başladığı sahnede içim acıdı. O durumlara düşmesine içim acıdı. Klipte fahişeyi oynamasına değil de, gerçek hayatta dışı değişse içi de değişecek sanmasına üzüldüm, o dandik kombinezonun içinde nasıl ucuz durduğuna da üzüldüm. Bunu mu bekliyoruz sanıyor acaba? Şimdi kendini o görüntülerde izleyince seksi falan bulmayacak. Kiloları emdirmiş olsa da, hala ruhu senelerdir içinde ikamet ettiği bedenin şekline alışmış. O üzünçlü halini emdirmedikçe, ben sanmıyorum herhangi bir laypo Özer'i kır saçlıdan önceki, Kerim Tekin kaybından önceki dönemine getirsin.
Gönül sırça saraydır, kırılırsa yapılmaz.

Amma şakamatik yönümle linkteki son fotoğrafıyla Sayın Özer'i son moda vampir filmlerinde, bir gerilimde oynamaya davet edebilirdim. Eğer kadıncağızın acılarına duyarsız olsaydım. Ki değilim.


Zerrin Brutal'den geliyor: Yalnız benim için, bak gotik gotik.

Bir de, şarkıcı olmak için İstanbul'a gelme devri yirmi yıl önce falan kapanmadı mı yahu? Şimdi Youtube'a videoyu gömdüm müydü herkes çokstar. Myspace de var. Evlerden uzak. Allah düşürmesin.

20 Aralık 2009 Pazar

Kibin on

İsveç'te hiç bu kadar kar yağdığını görmemiştim. Yağışın durduğu ve yumuşacık karların buz kesip katılaştığı oluyor. Yürümek de zorlaşıyor, atkının arkasından yüzümü çıkarıp çıplak ağız nefes almak da. Çoraplar üst üste, kazaklar üst üste, kazağın altında da uyku tulumu giymişim sanki, kat katım. Kendime kat çıktım. Düğün pastası gibi, kat kat çıktım. Salona girince herkes alkışlasın, gelinle damat bir kenarda eli bıçakla beklesin beni. Masalarında küçük tabaklarına bakarak düşünüyor herkes, meyveli miyim, çikolatalı mı? Bana kalsa meyveli olmalıydım ama doğuştan çikolatalı yapmışlar. Bu saatten sonra üstüme franbuaz dizseler ne olacak, içim çikolatalı benim.

Botlarım beyaza batıyor, sonra sulanıp lekesiz kuruyor. Hiç soğuğun göbeğine, dizime kadar gelen bir yığına batmamış gibi. Bir tren geçiyor, raylardan üflüyor karı kışı. Üstümüze çamur gibi sıçrıyor, toz gibi konuyor karlar. Perdenin arkasında camlar yarıya kadar karla kaplanıyor. Açınca bir anda içeri saçılıyor. Halıya kar yağıyor diye gülüyorum. Ben de eve saçılıyorum. Radyoda Christmas şarkıları çalıyor, bizi neşelendirmek için söylemiyorlar da, biz de dinleyip neşeleniyoruz. Üzerimize alınıyoruz o neşeyi, hep mi kötü şeyi alınalım ya? Son bir gayret, sene bitiyor diye. Herkes neşeyle dolsun, sene bitiyor. Yenisi gelince ona da sevin, sonlara doğru onu da yüzüstü bırak bir güzel. Maymun iştah dediğin böyle, bir tek "gitar isterim", "satranç oynıycam", "basketbol takımına giricem" diyen ergenlerin tekelinde mi? İnsanlık arsızca, atasına saygıda kusur etmeyip iştahına sığınıyor. Özüne dönüyor. Yenisi gelsin de, onu da tüketeyim diyor. Ajandamla böleyim, sabırsızlıkla çarpayım günleri. Kah geçmesin de yerimde sayayım diye tutturayım, kah üzüleyim elimden kayıp gitti diye. Bu sene bitmeden en az bir işi becereyim. Beceremesem de başlamak bitirmenin şeyidir nasılsa, yarısı değil, başlamak bitirmenin köpeğidir. Başlayınca bitmez bir türlü ya. Başlamayınca biter. Başlamamıştır, bilmezsin başladığını. Bir bakarsın bitmiş. O zaman sevinir insan. Geriye dönük değiştirir hafızasını. "Başlamıştım, ondan bitti" deyiverir. "Nasıl başlamışsam, bak nasıl bittiğini bile farketmemişim." Vah vah. Ne büyük başarı, yaptığınla yapmadığını ayrıştıramayacak kadar kendinden bihaber yaşamak. "En büyük başarın bu canım" diyeyim ben sana, seneye yaz ajandana bunu, bundan bir kariyer çıkar.

Sevgili 2010, uçan arabalar ve toz bulutlarıyla kaplanmamış, vay efendim robotlar dünyayı ele geçirmemiş birkaç yıl daha dilerim senden. Böyle alıştığımız model yaşayalım. Kaffamıza göre. Ufak hesaplarda boğulalım. Mevki için, saygı için, para için, çıkar için birbirimizin kuyusunu kazalım yeter. Sakın ha, tüm insanlık birleşip Holivud felaket filmlerindeki gibi, Mahallenin Muhtarları sıcaklığında bir candostluk, yardımlaşma falan yaşamayalım. Yapmacıklıktan uzak, makyajsız, fotoşopsuz bir güzel oluver, ömür plajımızda. Sereserpe yatıver yeter.

Öptüm canım.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Okuduğumuzu anladık mı? Cevap verelim.

Cancun 8 MB'lık skeniyle adeta bümbüyük bir yazar olduğumu işaret ediyordu.

A.Q.'nun sırrını keşfetmemin ardından, A.S.'yi de geçtiğimiz günlerde, Serhan'ın aniden farketmesi sayesinde, çözmüş bulunmaktayım. "Falanca naber? Ona da selam söylersin." ifaedesini müteakip "a.s" görünce, garibanama sövüldüğünü falan düşünmüştüm oysa. Halbuse yazar, aleykümselam deyip geçiyor, shortcuttan selam iletiyormuş, ŞEFİM!

Bu kısaltmaların içimde en yer etmişi, kağıt üzerinde kaymayan, terlemiş elle birleşince faciaya sebep olan kırmızı kalemlerimizi bastıra bastıra başlık yazmalarımız esnasında gerçekleşmiştir. "Okuduğumuzu anladık mı, cevap verelim" başlıklı Hayat Bilgisi egzersizimizi her seferinde O.A.C.V. diye yazar, geçerdik. Ama bu sefer kısaltmaca yok. Kelime tasarrufuna karşıyım, biliyorsun. Okuduğum yazardan tasarruf beklerim de, ben yazıyorsam kendimi kısamam. Bu yüzden hepinizi Okan Bayülgen yazımın Radikal İki'deki az sulu, Han Duvarları versiyonunu okumak için davet ediyorum. HAYDİ TÜRKİYE!

10 Aralık 2009 Perşembe

Karşılaştırmalı edebiyat

İki tane Andrew Bird, veyahut bizim deyişimizle KUŞÇU arasında My Name is Earl sandöviçi.

Arkadaşlarımın insan benzetme yeteneğimi mükemmel bulduğunu önceden anlatmamıştım galiba. Öyle ki, kimi zaman bir kafede, bir barda, sokakta yürürken mütemadiyen ünlü gördüğümü iddia ederek birileriyle inatlaşırım. Bundan seneler önce bir gece Perie Petiee'de, az da içkili olduğumdan herhalde, yanımdakinin koluna tutunup "Tarkan önümüzden geçip tuvalete gitti" diye tutturmuştum. Beş dakika kadar masadaki sohbeti durdurmuştuk da, tuvaletten elleri yarı ıslak, kot ceplerine tersli yüzlü kurulayan bir vaziyette dönecek diye beklemiştik. Ben beklemiştim daha doğrusu, diğerleri Tarkan olmayan bir delikanlının tüm masanın onu beklediğinden habersiz merdivenlere seğirtişini izlemek için sabırsızlanıyordu. Neyse, sonra o olmadığı anlaşıldı. Biz de Perie Petiee'de Tarkan görmeyen arkadaş grubu olarak sade yaşantımıza devam ettik. AMMAAA, pek çok konuda adetim olduğu üzre inatlaşmayı elden asla bırakmadım ve bırakmayacağım da.

7 Aralık 2009 Pazartesi

Air konserinde

Geçtiğimiz hafta Pazar günü Air konserine gittik. Üstelik de hiç de gitmeyecekken. Kişi başı 80 teleyi veremeyeceğimiz gerekçesiyle. Sen tut Couchsurfing'den bir adam bana Stockholm'de fotoğrafçılık temalı bir mesaj at, üstüne Air konserinden bahsedip damarıma bas. Meğer kalkıp Oslo'dan bu konseri izlemeye geliyormuş, biletleri cebinde. Türk bir (bayan) arkadaşımız da buna eşlik edecekmiş, vizeye başvurmuş kız. "Üç günde çıkar" diye bir de yalan uydurmuş. Okuldan akseptans aldıktan sonra bile 2.5 ay beni vize için bekletmiş adamlardan bahsediyoruz, kız herhalde "çocuğu kafakola alıyım da, gerisi kolay" diye mi düşündü, naaptı anacım. Adama bir de 160 tele gömmüş, iki üç gün sonrasına başka bir konsere yine bilet aldırmış aynı yerde, o da 160 desen 320 tele. Çocuk da bir umuda tutunmuş garibim, kız gelecek, egzotik ülkeden bir esmer dilber, vay anam var, aradaki günlerde de bir otelde balayı. Sonra konser günü gelip çatanda çocuk bana mesaj attı, "bayan gelmiyor, biletleri alacak kimse var mı" diye. Bilmiyorum bana mı işittiriyor. Hemmen atladım. 80 teleye anlaştık. Koskoca Air konserine kişi başı 40 tele verdik. Nasıl sevindik anlatamam. Üstelik de konşer Berns'te. Berns derken, "havalı mekan" anlamında. Kalktık gittik, Pazar akşamı Serhan'la bir sıraya dizildik. Daha önce Berns'e gitmediğimiz için hafif bir görgüsüzlük de var üzerimizde. Yersiz gülmeler olsun, her şeyi parmakla gösterip sevinmeler olsun, daha içeri girmeden kendimzi belli ettik tabiyki. Sonra o Halk Ekmek kuyruğu bitip içeri girende ouuu. Gözlerimizi o havalı avizelerden, o ışıklardan falan alamıyoruz. Utanmasak konsere sırt dönüp etrafı seyredeceğiz, Babylon'da kız avına çıkan ayular gibi.

Dışardan bir görünüm.

İçerden bir görünüm. Konser başladığında önce çekingen çekingen dirseklerimizi masada sabitleyerek sadece ellerimizle alkış tuttuk, sonra dayanamayıp inceden gerdan kırdık. ŞAKAŞAKA, masaları kaldırmışlardı. Adil Düğün Salonu mu sandın, cicim!

Ön grup olarak "We fell to earth" çıktı. Kim olduklarını bilmiyorum, ama neredeyse eminim ki İstanbul'da çok popülerdir ve hatta "onlar artık çok piyasa oldular aay" seviyesine bile gelinmiştir. Bant'ta iki üç kez kapağa adı yazılmıştır falan. Neyseciğime, gayet beyefendi bir şekilde çaldılar, dinledik. Bu esnada yanımızdaki Fransız adamın esnekliğinden faydalanarak, az az ilerleme tekniğiyle ikinci sıradan birinci sıraya doğru ilerledim. Fransız adamın, nasyonelist bir bilinçle en önde durmayı en doğal hakkı gören küt siyah saçlı, siyah çerçeveli gözlüklü "ekselanns ekselaans" diye şarkı bitimlerinde bağıran sevgilisinin yanında yarım kişilik bir boşluk vardı ön sırada, minik dirsek temaslarıyla onu hallederim diye hiç kafama takmadım. Solumda da üç emo, bereleri başlarında, Air bekliyor. Az da onları itiyorum. Daha konser başlamadan hafif nümayiş yaratıyorum. Öyle böyle, en sonunda en ön sıraya geçtim, HOCAM! Hem de 1.5 kişilik bir yer açarak kendime. Konser başladığında bileğimin hakkıyla geldiğim bu yerin hakkını verdim; çok alkışladım, çok bağırdım. Bundan iki sene önce İstanbul'da Kuruçeşme Arena'da izlemiştim; mekanın büyüklüğünden mi, kalabalıktan mı bilmiyorum, bu sefer bambaşka bir Air gördüm. Bunda elimle uzanıp tutacak kadar yakınımda olmamın da etkisi olabilir, insanlar alkışlamak için şarkının son notasına kadar beklediği için aniden piyanist şantör orgun power tuşuna basmış gibi şarkılar bitiverdiğinden o büyülü etkinin kalmamasından dolayı olabilir. Yine de İstanbul'daki performansı katlayıp kenara koyacak kadar muazzam, hem de seyirciyle samimilerdi. İstanbul konserinde çok iyi hatırlıyorum, bizi selpak gibi kullanıp kenara atmış, bizi hiç sevmiyorlarmış, sanki haftaiçi bile olsa gelmekteki sadakatimizi yeterli bulmamış gibilerdi. Şarkıları iki kat hızda çalıp yüzümüze bakmadan gittilerdi (Bir kere bise gelmişlerdi ama. Bize değil, bise).

Andan sonracığıma, "son albümden de çaldılar, onu da çaldılar, bunu da çaldılar" kısmını es geçiyorum. Yiyip içtiğim benim olsun müsadenle. 1.5 saat sonra da konser bitti işte. Bir burukluk çöktü içime. Sanki sabaha kadar çalacaklarmış keyfime göre, söz vermişler de tutmamışlar gibi bir sızı. Arsızca bis için niyetlendim, ayağımı yere vura vura. Baktım adamlar tası tarağı topluyor, paltoları almak için çil yavrusu gibi dağıldık. Az önce müziğin etkisiyle, paket lastiğiyle tutturulmuş spagettiler gibi sımsıkı bir aradaydık halbuse. Müzik susunca mikado çöpleri kadar bile ahbaplığımız kalmadı.

Konseri locadan, lordlar kamarasından, kaptan köşkünden izlediğimin belgesi ektedir, gereğini arz ederim.

Burada soldan ikinci, yer yer soldan birinci sürekli sallanan kafa benim. Yanımdaki Fransız ekselansı gözlüğünden de tanırsınız artıkın. Ayol sabah sabah bulduğum videoya bak hele. Kamaraya yakın olan kocakafa da Serhan.

Serhan solo kafa şovda.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Romantika Rasputin

İstanbul'u çok özledim. Annem bir yana, onu özlemeye ayrı başlık açmak gerek, İstanbul'un kendi halinde, kendi kendine takılmasını çok özledim. Şu dönemlerdeki dengesiz hallerini, saçmasapan yılbaşı süsleriyle bezenen Kadıköy'ü mesela. Ne bileyim, insanların çeşitliliğini, fakirini, daha az fakirini, farklı renklerde ama moda diye bir örnek paltolar/mantolar içinde kızları/erkekleri, başı bağlıları, açıkları, bir yere yetişenleri, vitrinleri seyredenleri, İzmir lokmacısının önünde bekleyen rengarenk, her boyda kedileri, dükkanların çeşitliliğini sonra, bir daracık iç çamaşırı mağazasının yanında dönerciyi, ayakkabıcının yeşil kartondan kestiği indirim yazısının eğri harflerini, yerinden çıkmış, çamur yatağı Arnavut kaldırımlarını, kapısı müşterilerinin girip çıkmasıyla açılıp kapandıkça sütlü tatlıcılardan süzülen sıcak, şekerli kokuyu, İskele'ye doğru yürüdükçe biçimsiz sokaklarına kurulmuş beyaz eşyacıları, Moda'ya uzandıkça azalan kalabalığı, fırınların önünden geçerken karnımı açlıktan buran tarçınlı çörekleri, minik meyveli turtaları, antika saatçiyi, dondurmacıları, verzalit sandalyeli çay bahçelerini, kışın ıslak diye dışarda oturmaz, sandalyeler öylece bekler hani, saman kağıda sarıp getirdikleri tostu, içinde incecik peynirden bir şerit, serincecik ayran, ayranı bile özledim yahu.

22 Kasım 2009 Pazar

Okan Bayülgense, gerisi teferruattır.



Sadeleştirilmiş özet: Okan Bayülgen, Serdar Ortaç'a programında arkadan arkaya laf sokuyor. Programın konuğu, yakın zamanda Serdar'dan bir şarkı almış Yeşim Salkım, en azından bu ticaretin hatrına laf sokuşlara geri laf sokuyor. Okan Bayülgen "vuaaa-şakşakşak"larla kesilecek şekilde goygoyunu sürdürüyor. Yeşim Salkım tüm çirkefliğini bu kez doğru yönde kullanarak üzerine gidiyor. Ama tabii Okan'ın çiftliği olduğundan, bu durum fazla sürmemiş olsa gerek. Ve daha önemlisi, sonuç: Bu evde kablolunun aldığı tüm Türk kanalları bulunmalı ve bu tip şerrefsizlikler doğrudan tespit edilmeli.

Hepimiz, neredeyse-entellektüel üniversite gençliği, bir standardı göze almalıyız. Ne standardı, Okan Bayülgen'in standardı. Neye güleceğiz Okan Bayülgen, sen söyle. Pop olana güleceğiz, pop olanla dalga geçeceğiz. Sabbahlara kadar süren programına sen Banu Alkan çıkacaksın, kraliçem diye yalayacaksın elini yüzünü onun. Biz ona güleceğiz. Neydi o bıyıklı hırbo, türkücü, onu çıkaracaksın. Ona "ağbiycim, sen çok büyük sanatçısın" diyeceksin, "türküde tek isim, öyle değil mi gençler" diyeceksin, biz senin söylediğindeki ince alayı görüp hemen alkışlayarak güleceğiz bıyık altından. Altından sırayla geçen manken kızlar sebebiyle mankenleri savunduğun, sözde savunduğun zaman sana hak verip, yüce gönlüne saygıyla güleceğiz. Sonra o manken kızlardan türemiş şarkıcıları stüdyona konuk ettiğinde, yanlarında oturan ve senin entellektüel yönünü temsil eden profesörlere, sanatçılara falan söz vermediğinde, Esra-Mesra kardeşlere fevvvkalade ciddi yaklaşarak sorular sorup, cevaplarını "aa lütfen, çok güzel bir şey söylüyor gerçekten" diye şakacıktan onayladığında, biz o şakacılığı da havada yakalayıp güleceğiz. Beynimizi dümdüz edercesine gitar kanırttığında, programına rok, illa ki Fransız eğitiminden dolayı rok diye telaffuz ederek, Türkçe rok grupları çıkardığında misal, Mor ve Ötesi gibi "kokokolo emperyalis, biz Fanta severiz" diyenleri, kolejli büyük solcuları davet edip de onları el üstünde tuttuğunda, sanki bir devrim yapmışlar gibi önlerinde saygıyla eğildiğinde falan, biz de onları çok seveceğiz. Amma mesela popçular falan geldiğinde, onlar şarkılarını söylerken sen arkada dalganı geçerken de, biz de en az senin kadar dalga geçeceğiz. Birileri sana lafı soktuğunda, sen "bir saniye bir saniye, nekkadar sulu insan olursam olayım, bu benim medyatik yüzüm. Gerçekte ne kadar eğitimli ve o kadar eğitimliyim ki, dediğinin ne kadar aptalca olduğunun bile farkındayım ben." çektiğinde, "vuaaa, brrravvoo" diye seni alkışlayacağız. Çünkü sen, hem sulu, hem ciddi, hem pop, hem antipop, hem reytingsallamazbaş, hem sallabaşsın. Her türlü zıtlık senin içinde bir arada dururken, yediğin kaba tükürürken senin samimiyetinden ve o an doğru şeyi yaptığından yüzdeyüz emin olmamız lazım bu yüzden.

Sevgili Okan, sen kimsin ULAN? Yanındaki boktan şarkıcı kız Aylin Aslım kim ki, her albümde tip/trip değiştirmiyor mu? O kaç kuruşluk? Rok yapıyor diye insanlara yakıştırdığın "doğuştan farkında/yetenekli/derin" sıfatları kaçta kaç tutuyor? Rok yapanın bir o kadar yapmacık, bir o kadar, bir popstar, hem de en bayağıstar kadar basit olmasına imkan yok mu sanıyorsun? Serdar Ortaç'ınki misali, bu rok gruplarının bir formülü yok mu? Onlar da senelerdir aynı bayık şarkıyı söylemiyorlar mı? Neden bu muhteşem tespitinin alanını genişletip, onları da farketmiyorsun? Neden onların da Serdar Ortaç'la aynı kitleye hitap ettiğini görmüyorsun? Neden onların da en az Serdar Ortaç kadar, ama üstü cilalı basitliklerinin ayırdına varmıyorsun? Biri kanındaki oynaklığı, arabeskliği satıyor; diğeri stüdyoda üstüne gitar bindirilmiş özentiliği satmıyor mu? Sesinde name yapıp, daha fazla insana ulaşmaya kasmıyor mu? Gerektiğinde nostaljik pop şarkıları coverlamıyor mu, her yola gelmiyor mu? Bırak, bi rok allasen.

P.S. Yeşim Salkım senelerdir gözümde süregiden yılanlığına şu hamlesiyle son vermiştir. Yerli Rihannalığını sonsuz destekliyorum.

18 Kasım 2009 Çarşamba

A match made in heaven - Erlend & Miranda





Reklamcı ağğğbiyler Beytullah gibi sakal bırakmazdan evvel, ama Jackass starı Johnny Knoxville özentili ince bıyıklı dönemden hemen sonra böyle bir aram dönem yaşadılardı. Herkeş Erlend Øye'ydi. Herkeş. Kızlar da Miranda July. Amelie'nin küfredeni. Amelie'nin entellektüeli. Amelie'nin Fransız olmayanı. Bu kızın rüzgarında ne dandik şiirler yazıldı, handycamlerle ne dandik projelere girildi kimbilir. O yapınca yaratıcı, siz yapınca hanzo duruyor kızlar! Tıpkı şey gibi, American Beauty'nin bir bölümünde esas oğlanın poşeti dakikalarca görüntülediği bir kısa filmi vardı ya.. Hah işte, onun gazına gelip günlük hayat objelerinde sanatı arayan, poşet çeken, kaldırım çeken, dakikalarca aynı şeyi çeken, ama bir türlü hanzoluk zincirini kıramayanlar gibi.

Bu da oldu siyah beyaz sokak çocuğu fotoğrafları. Türk sanatının çinicilikten sonraki durağı, sepya fotoğrafçılık.

Şimdi biraz da başka ülkelerin sanata bakışını sorgulayalım mı?

Dünkü Yo La Tengo konserinde Ira Kaplan bir şarkı arasında izleyicilere soruyor: "Size bir sorum olacak, biraz zor bir soru ama. Bugün Modern Müze'ye gittik ve orada sınıf gezisi için gelmiş, gözleri bağlanmış şekilde gezen öğrenciler gördük. Bunun amacı nedir, bilen var mı?"
Seyircilerden bir kız bağırıyor "Sanatın titreşimini hissetmek için, lisede hepimiz aynı şeyi yaptık."
Eleman diyor "Vay canına, şimdi bunu öğrenmişken tekrar gidip yapmamız lazım."
Sonra James McNew mikrofona yaklaşıyor, "Gerek yok, buradan da yapılır nasılsa." Herkeş gülüyor.
Ira ona dönüp baktıktan sonra şöyle diyor, "Soru zor gelecek, açıklayamayacaksınız sanmıştım. Anladım ki cevabı sindirmek asıl zor olanmış."

Amerikan ağbea işte. Pratik. Anlatmış mıydım, bizim sınıfta Caleb diye bir çocuk vardı. Stockholm master sınıfımda. Caleb bildiğin obez bir insandı, şişkocuk. Ama süper bir insan. İnanılmaz kültürlü, muhabbetli. Öğlenleri hepimiz Prego isimli cafemizde yemek yerken, Caleb çantasından çıkardığı bir somun ekmekle iki litre kolayı götürürdü. "Ay Caleb, içine bir şey koymuyor musun o ekmeğin?" diye soranda, "ne gereği var işte, nasılsa aynı şeyi yemiş olmayacak mıyım?" dediydi. Ölsem unutmam.

15 Kasım 2009 Pazar

9 Kasım 2009 Pazartesi

Etten duvarlarla ördük anayurdu bir baştan.

Geçen sene miydi, bir Cumartesi Kulturhuset'te iş ve işçi bulma fuarına gittik. Camdan alttaki fotoğrafı çekmeye çalıştım. Bir süre debelendim, azimle. Titriyor, buğulanıyor. Olmuyor. Sonra Serhan makinayı eline aldı ve direktiflerim doğrultusunda bu fotoğrafı çekti. Yani fotoğrafın sanat yönetmeni benim. ŞAKA ŞAKA. En büyük Serhan.

Bir sene sonra fotoğrafa denk gelince farkettim; haftasonu olmasına rağmen sokakta onbeş-yirmi kişi yürüyor adeta. Adamlar yalnız ağbea. Herkeş evinde oturuyor, hep içine kapanmış midye gibi. İnsan sokakta gezip de eve döndüğünde gözü doymamış oluyor ete. Bizim etten duvarların yanında, lafı olmaz buranın. Omuz omuza, yan yana, can cana o Bahariye'de yürümeler, o İstiklal'de tek sıra, marş marş haller. Marşmelov olduk Atam. Bu arada 10 Kasım için Konşolosluk resepsiyon vermiyor, zaten 29 Ekim'de de çağrılmadık. Bir ufak kadehle nane likörü ikram edeceklerdi halbuki, cumhuriyet şerefine. İçtirtmediler.

"Türkiye tek yürek, tek bilek oldu" derken bunu kastediyorlar.

8 Kasım 2009 Pazar

Yok dostum, zor dostum.


Mine Koşan'ın "Kaffam çok karışık/Seksenler yordu beni" çift isimli albüm kapağı.

Bu arada iki gün önce Sacitabi'ye bir haber düştü, Ahu Tuğba ölmüş diye. Hop oturduk, hop kalktık. Neyse ki yalanmış. Allah sevenlerine sabır versin. Herhangi bir konuda.

Tey Key


Yanlışlıkla buldum da, yahu... Yahu... Lise matamatik hocası gibi kifayetsiz "yahu"lamaya başladım. Ben bu Kamer Taradağlı'dan fena utanıyorum. Vallahi. Bu adamla ilgili iki defa yazıya başladım, gazım kaçtı. Bitiremedim HOCAM. Öyle bir kompileks, öyle bir saçmalık yumağı ki; nereden tutsan elinde kalıyor. Amarıkan yapımı bir filmde oynadı diye ortalığı yıktıydı ya, eks aşkı Denise Acquia da var, bi de öbür kısa saçlı kız. Adını bilemedim. Afişte bir çocuk korosu, herkesin rolü eşit. Hepsi sırayla konuşuyor. Kamerciğim de Teksıstommiks aksanıyla konuşuyor. Bu kepaze kadronun içinde. Pis oynadığı yetmiyor, bir de çöküp kalkıyor. Hollywood yapımında oynadık biz, diyordur içinden. Oy ne güzel kuşmuşam. El de bana hayran, ben de bana hayran. "Ferhunde Hanımlar"da Nevzat'ın nişanlısını oynar da bölüm başı iki cümle ederken, kim bilebilirdi ki böyle dünya çapında şey olacağımı.

Ferhunde Hanımlar döneminden şu alttaki fotoğraf Tamer Karadağlı'nın lise yıllık fotoğrafı gibi geliyor bugünkü kırçıllı gri duruşunun yanında. Kravatı yana kaymış yakasının üstünde başka yöne bakan yüzü, seneler sonraki hayat şartlarından habersiz, kaygısız dalgacı gülüşü ağzında. Benek benek sivilceli, ağzı burnu şişmiş ergenlikten, fotoğrafçının arkasında ona el kol eden kankalarına laf yetiştirirken gözler yarı kapalı. Bir sene boyunca 12 hocanın not defterinde öyle, o dalgacıdavut bakışla mühürlenecek. Teneffüste birbirini duvar köşesinde bacak arasından mıncıklamalarla, karambolle tehdit ederler ya, aynen öyle bir bakış. OLUM, ananıs. Dur bir ananıs. OLUM, iki dakka akıllı olun LAN.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Eyvah Necdet

Okulda birçok kız vardı. Ama dur, birçok kız diye lafa girilir mi, ürkütülür mü? Okulda her dönem bir kız olurdu. Sınıfın popolaresi değil ama, o ayrı. O sınıfın popolare kızları mezun olmadan okulun hem adı hem canı çıkmışa döner; son sene bilhassa, genelev kapısında duran en tecrübeli fahişeler falan gibi "biz neler gördük anam, yürrü" jargonlarda, her türlü şirinlik muskalığını tüketip kenara koymuş, her dönemin yakışıklıbasketiyle çıkmış olurdu. Son sene, o yüzden, posasıyla, tüm tükenmişliğiyle, olgun kadın gibi bakardı gözleri. Bizim için ilk heveslerin başladığı yıllarda kendisi yolu yarılamış olduğundan, yılların yorgunluğu çökerdi üstüne.

Bir de okulun gizli kahraman, anti popolare ama bu yüzden de tam da molto popolaresi olurdu. Her sınıfın/dönemin kendi örneği olurdu bu dalda. Bu kızlar, aynı Bergüzar Korel misali, "yahu saçını kessen bildiğin erkek" denecek kadar kaba yüzlü, ne ahu göz ne bir şey, aseksüel, bir o kadar yavaş-ağırkanlı-çıtkırıldım-pimpirikli öylece okulda hayalet gibi gezinirdi. Hayalet derken, zerafetle karıştırmayalım.

Sonracığıma, bunun yanında groupiesi 3-4 kız daha olurdu. En yakın arkadaşı hatta, tıpatıp (kaş modeli, saç modeli, dudak parlatıcısı ve hırkasıyla) birebir bu kızın kopyası gibi olurdu. Diğerleriyle bu ikili, teneffüs saatlerinde pembe burun uçlarını siler, kış gelmeden okulun içinde yün eldivenlerle dolaşır, zekice bir söz/bir eylem ihtimalinden uzak, nasıl da dümdüz hayatlar yaşarlardı.

Bir lisenin tasviri isimli programı yana koyayım da, bu Bergüzar Korel nasıl bir ayakmış, ARKADAŞ! Şöyle bir ayakmış bak;
Onurbey'in gerçek hayatta eski karısıyla düğününü izlemiştik bir yaz. ŞOKŞOKŞOK diye vermişlerdi haberi. İçeri basın sokulmamış mıydı neydi, kötü çözünürlüklü bir görüntü aklımda. Halit Ergenç adeta gözleriyle yediği karısının etrafında oynuyor. Kız ellerini iki yana açmış, parmak şıklatıyor. Klasik Türk düğün dansları. Halit de akbaba gibi etrafında bir dönüyor kızın, anacım, bir dönüyor. Kollarını aça aça, palazlanarak. Karısına hasta, karısına vurgun.

Annemle İzmirli kızların nasıl da erkeği parmağında çevirdiğine hayran, öylece bakakalmıştık bu dansa. Tabii dans dediğim bir dakikalık görüntü, ama neredeyse düğünün tamamını izlemişiz gibi bir etki yaratmak için zilyon kere üstüste oynuyor. Hooop, kız omzunun üstünden çapkın çapkın, flörtleşir gibi bakışıyor müstakbel eşiyle. Hooop, palazlanıyor horoz gibi Onurbey, kızın etrafında. Efe mi oynuyor, palazhavası mı oynuyor, artık ne oynuyorsa... Görüntü kararıyor. Hoop yine baştan omuz üstü çapkın bakış, hooop yine palaz palaz, efe efe, horoz horoz. Ben kendimi insan sarrafı bilirim, böyle bakış, böyle aşk, böyle "iyi ki evlendik aşkım yea" görmemişim. Üstelik kelli felli de bir herif hakikaten. Biraz tribe girse, efendime söyleyeyim, Oktay Kaynarca gibi kendini Çakır, Çakal neyse artık o sanıp da ağırabileşse, o da holdingsahibi havasına girse falan neyse. Bildiğin İbiş gibi etrafında dönüyor.

Haaaa, şimdi asıl noktaya geldik.

Bu Bergüzar dediğimiz insan, yahu bu meymenetsiz şahsiyet, bu her okulun antipopolaresi, gizli öznesi, sen tut karısının etrafına uydulanmış bir adamı kendine uydur. Boşa, kendin evlen, bir de çocuk. Kadını itin şeyine sokmanın derdinde değilim de, arkada kalan da bir başka kadın değil mi yahu? Sonra geçen hafta Sacitabi'de okuyorum, "biz zaten taa bundan seneler önce konservatuarda tanışmış, halleşmiştik de kısmet deyilmişhihihi" diye açıklama yapıyor. Süüüüppriiiiiiz diye. Başlık da bu. Yasak aşkın adıni süprik koymuşlar. Süprik yapmış bize, Onurbey'le seneler önceki şeyini açık ediyor. Ee, o diğer kadın, o Gizem Soysaldı, o kumral saçlarını ayrılık sonrası simsiyaha boyatan İzmirli, "bundan sonra işimle anılmak istiyorum, işimle anırmak istiyorum" diyen illa ki oyuncu kadınla yaşadıkların o zaman bir ribaund ilişki mi oluyor, ULAN? Eski karın, yenisiyle aranızda katalizör müydü? Üstelik eskisi, benden yaşça küçük bir yavru, kısmetsiz. Onurbeyimparatorluğunun tebaasına girmeyeydi, şimdi Alsancak'ta, Kordon'da, artık neresi varsa orada efil efil, zahmetsiz bir Can'la suşi yiyor olacaktı. Bak şimdi dul oldu da, ayağını altına toplayıp TV karşısında çekirdek çitliyor. Olabilir. Neden?

Onurbey BinbirGece ameliyatından önce (üstteki resim) ve sonra (alttaki)


Onurbey takımın hakkını veriyor. Az da büyük almış, seneye de giyecek. Zaten zengin dediğin böyle zengin oluyor ağbea, malının kıymetini biliyor. Sabancı bir pirinç tanesini bile tabağında bırakmazmış, inanır mısın?

Bu kadınlar, bu Bergüzarlar bir ömür gizemli, bir ömür buğulu kalıyor Onurbeylerin gözünde. Evlenilse bile asla tüketilemeyen bir saflık, temizlik sembolü oluyor. Çirkefleşecek, yıkıcılaşacak, ifşa edecek, zorlayacak hiçbir yönü, bir ilgisi, bir duruşu yok çünkü bu hayatta. Diğer uçta da yaldır yaldır, paldır küldür, salkım saçak ifşa makinaları. Bilemedim, hangisi daha güzeli. Yıllar değil de, siz yordunuz beni, DULLAR!

31 Ekim 2009 Cumartesi

Bir direnişin öyküsü : Çarşı, Bono'ya da karşı

Böyle yarım kalmış, devamıvar nitelemeler olur ya gazetelerde veyahut film festival kataloglarında; bir direnişin öyküsü, yürekburkan bir dram falan gibi. Şakkadank diye iki noktanın ötesine de bir isim koyunca al sana hazır başlık.

Geçende Deniz, Bono'nun nasıl da çakma mesih olduğundan bahsetmişti, taa o zamandan ona düplik mahiyetinde bir şeyler yazayım demiştim. Kısmet olmadı. Şimdi tesadüfi bir Elton John şarkısı vesilesiyle, şahane bir benzerliğe daha parmak basmak istiyorum. Bir yanda gergin adam rollerinin, hem komiği hem psikopatı aynı yapmacıklıkta oynayabilmelerin adamı Robin Williams; diğer yanda suya sabuna dokunmadan, fakir ülke seyahatleri esnasında jetinin arka koltuğuna kurularak şıpınişi politik çözümler üreten, Beyaz Saray friendly, 21 yüzyılın şık isyankarı Bono. Tabi adam hayata başka bakıyor ağbea, pembe gözlükle bakıyor ya. O çözüm üretmesin de biz mi üretelim? Kıymetli evrak gibi adam alimallah, bonoçekpoliçe.





Bunun yapılmışı varmış meğer. Tespitim tesbih olmuş ellere, dillere.

Ne diyordum, tesadüfi bir Elton John şarkısı. Aslında Elton John'la Sayın Williams'ı benzetecektim de, gönlümce fotoğraf bulamadım. Şimdilik Bono'dan akustikakademik bir parça geliyor: Diplomamı dürdüm de yedim.

27 Ekim 2009 Salı

Karılar koğuşu

Bizde porno sektörü gelişmiş olsa, şu Türk edebiyatının demirbaş eserleri ne güzel isimlendirir her bir filmi, değil mi? Kablolu tv satın aldığımızdan beri geceleri bilhassa onbirden itibaren bir vurpatlasınçaloynasın başlıyor onuncu kanaldan ötesinde. İsimler hep şakalı, hep gülmeceli güldürmeceli. Fiillerin yan anlamlarına abanmacalar, deyimlerden deyim beğenmeler, klasik filmlerin isimlerine göndermeler, ne güzel... Adam şeyiyle düşünse bile, şeyinde bile beyni var adeta çok afedersün.
Neyse, mevzu o değil. Mevzu şey, dün İsveççe kursuna başladım, yine. Dil kursu deyince ağzından incecik salyası akanları hazrola davet ediyorum; öyle modern dekore edilmiş, Taksim'de havalı eski binaların renove dairelerine yuvalanmış estetik eğitim merkezleri Goethe, Cervantes falan gibi değil bu dediğim, devlet kursu. Kitle de öyle multilingual, entellektüel, şantellektüel değil; acilen İsveççe öğrenmesi lehine olan gözleri sürmeli Arap kızları, kocalarının fabrikasyon iş hayatı sebebiyle buralara göçmüş, çamaşırsuyu kokan fenafillah Türk ezogelinleri, master yapmaya gelmiş Bangladeş'ten bir kader mahkumu, ondan sonracığıma, fil gibi bir kadın (Tetris ülkesinin doğu blokundan gibi geldi bana), Azerbaycan televizyasındaki tolk şovdan ışınlanmış, şarkısı bitince "diline, yüreğine sağlık" diye teşekkür edilesi bir süperstar makyajlı dilber, arka taraflarda çarpma işlemindeki bir ve toplama işlemindeki sıfır misali etkisiz eleman iki silik kız, onların bir önünde iki kişilik yer kaplayan, gönlü de totosu da büyük bir abla, adeta bir Totoro. Böyle kadroyla geçtim İsveççe öğrenmek, şey bile yapılmaz. Bak adını koymadım, o derece açık bıraktım ihtimalleri.
Daha önceden anlatmamıştım galiba, geçen kış gibi Serhan'la akşam kursuna gittik devletin. O seferki kitle de işçi partisi gibiydi. Derslere polyester eşofman üstüaltıyla gelen Romen antrenör imajında kamyon şoförü adamlar, makarna fabrikasında çalıştığı için hamur işlerine şüpheci yaklaşan Polonyalı canım Bartuş, metdanıtta patates kürekçisi, literally Hint fakiri abiler, ablalar. Egzersiz kitabımız bu globalleşme sınavında kaydırma yapıp da hayatta bir yer tutturamayanlara uygun hazırlanmıştı hem. İş ve işçi bulma kurumuna gitmeyi, iş dilenmeyi, paraüstü saymayı, "Kusura bakmayın, sizinle aynı dilden konuşamıyorum. Ayrıcalıklı bir ülkede doğup, ciğerime polo şeker gibi ferah nefesler döşemeyi becerememişim. Şimdi ayağınızı çekebilirseniz, altını da paspaslayabileyim, beyim." demeyi öğretiyorlardı. Biz de bir süre fiil çektik, bıraktık. Bir gelişme göremedik. Hocalar İsveçli değildi bikere, fevkalade İsveçsizdi. Aksanları bozuktu, eğitmen nitelikleri büyük ihimalle evdeki mürekkebi sararmış bir diplomada dinleniyordu.
Konuyu dağıtmayalım;
Gıcır gıcır karılar koğuşumda sınıfın gözdesi, eğitimli Türk pozisyonunu başarıyla dolduracağıma inanıyorum. İlk günden Dame De Sion'a başladığımda (ki yirmi gün sonra bu hikaye cehennemden gelen bir telefonla Burakbora (g)ailesine yedekten katılmamla sonlandı da hayatı acı sosla yemeye başladım) yaptığımız gibi, bir isim kartonu hazırlayıp üstüne adımı, altına da Turkiska & Engelska yazdım. Bu hamlemle devasa bir riske girerek, öğle tatilinde cep telefonundan bangır bangır Özcan Deniz, "sen beni üldürcen mi, çıldırDcan mı cınım?" dinleyen biri türbanlı biri sız kızların ilgilerini çekmeyi göze aldım. Her gün, haftaiçi her gün sabbah 8 buçuktan öğlen 2 buçuğa sürecek bu duruma ilaveten, haftada üç gün de şipora gittiğime göre, takdir edersiniz ki Tez Jeneratörü isimli programla tezim de bilgisayarda kendiliğinden yazılıyor.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Radikal Kiki


Habertürk isimli gazetede neredeyse iki kibrit kutusu kadar bir haber çıkanda, buraya bayrak misali dalgalansın diye koymuştum. Şimdi koymazsam, işte o an çok büyük haksızlık yapmış olmaz mıyım dostum?

Şaşı bak şaşır, vallah yarım sayfayı rezerve etmişler. Çekilin yoldan, geliyor kaplan.
P.S. Blogdaki halini 2.5 saat kadar editledim. Okumadan geçeni kulağından tavana vidalarım. Cancun'u vidalamam, o brainscan edip de yollamaya zahmet edendir.

25 Ekim 2009 Pazar

Boom Boom Pow


"İkimizin resmini çıkarsınlar yanyana" isimli türküyü sizden düet beklerim.
Men in extremely white: İlki Pitbull, ikincisi tabiyki Bedük.

Pespayelikten dökülen bir grup var ya, Black Eyed Peas. Bir tane kız koymuşlar gruba, bir de üç adet zencili, kızılderili tipi ortaya karışık çekmişler. Kızılderili olanın böğründe bir yarası, bir izi var galiba ki, ne zaman bir videolarına denk gelsem çenesine kadar gelen boğazlı kazak giyiyor. Yaz kış demeden, boğazlıyla dans ettiriyorlar çocuğu. Misyonları dans şarkılarından ibaret bir repertuar genişletmek. Slow parçalar yapacak bir sinerjileri de yok grupcak. Hep "bastır Cimbom", stadyumlarda sözleri değiştirilerek rakip takım taraflarına laf sokacak, annelerine selam edecek stadyum hitleri. Bumbupav'ın fenafillah, beyin uyuşturan etkisini de bu esnada keşfettim, İsveçlilerin çöp müzik bağımlılığı sayesinde. Çünkü televizyonda karışık albümlerin reklamı çıkıyor bazen, benzincide otuz milyona satılıyor bu bestofthebest şeyi. Albümün bünyesindeki her grubun her şarkısına sabrı olmayana hazır parti soundtracki. Bumbupav, modern zaman kokocamboları, Lady Gaga'dan Poker Face. Böyle bir karmaca. Os milyona.

O karmada Pitbull diye bir adam var, Papiçulo janrından bir şarkı söylüyor. Ne zaman görsem (olmayan) saçlarından yakaladığım Bedük aklıma geldi. Bilmeyenine, diğer gurbetçilere, TGRT Dış Hatlar ekibimize öğğğğreteyim: Türkiye'de Bedük diye bir adam vardı, İngilişçe parça yapıyordu. Seviliyor muydu, o kadarını bilemiyorum. Evropa işi klip çekiyor, yabancı dilde şakırken insanda en azından ağlama hissi uyandırmıyor. Ehven-i şer diyelim. İşte bu Bedük, kendine köpek cinsini mahlas edinmekten çekinmeyen Pitbull'a hayvancasına benziyor. Buradan tüm Bedükseverlere ofansif konuşmadığımı, isterlerse Pitbull'un varlığını şarkı indirmeye üşenen gençliğin Winamp'i Youtube'dan teyit edebileceklerini şey yaparım.

Aa, bu arada aynı albümde bir de şu aralar İsveç'te her yerde, her bestofthebeast toplamasında olan Milow'un Ayo Technology isimli şarkısı da var. Adını "ve-yoo tadaolassase" şekliyle bildiğim için şimdi gerçek adını öğrenince bir mini şok yaşadım. Bu akustiromantik, radyodostu/gönültostu çöp şarkıda bile teknoloji, hem de Ayo Teknoloji Ltd. Şti. Valla insanlık kalmamış, bitmişiz ağbea. Biz küçükken Babylon Zoo diye bir gruptan, Space Man isimli bir şarkı çıkmıştı; yine aynı senelerde Tupac'li California Love. Number One'da klipleri dönedururdu. Geleceği, on sene sonrayı falan bir Mad Max, Waterworld dekoru benzeri görselleştirirdi bunlar. Halbuse üstünden onbeş sene geçti belki, ortamlar ne çöle, ne göle dönmedi tamamen. Ayı postunu bağlayıp bele, tumbabumba çalmadık bak. En kötü, teknoloji slova da sızdı ince ince. Cep telefonlarına kulaklık takıp, başını cama dayayarak sabahları serviste slov müzik radyoları dinleyen arkadaşlara selam olsun.

13 Ekim 2009 Salı

Kaba Saba Tümer

Yıldız Teknik Mak Müh 1. sınıf öğrencileri gibi sırt çantamı takıp badi badi okula sektiğim şu günlerde, tez tutuşmasıyla herhalde, biraz hidayete erdim de duruldum. Oysa taa ne zamandan bir Taba Sümer yazısı yazmayı planlıyordum, ama her seferinde planıma toz kaçtı veyahut ıslak bezle üstünün tozunu aldığımız için ceryan çarpmasın diye kapatmak zorunda kaldık. En iyi ihtimalle evde kalem pil kalmamıştı. Falan filan.

ÖZET: İzmir'in yaldızının İstanbul'un yalnızıyla çakıştığı, kahkahaşinas kişilik Tümer yazımın outline'ını çıkardıktan sonra, bir süre kendisine el emeği, göz nuru bir sempati besledim.Yazdıklarım sebebiyle "niye öyle diyorsun, çok iyi bir insan" seviyesine geldim. Sonrasında şükür, banyoda şarkı söyleyen İsmail Lupus'u (bu şaka tüm House izleyenlere gelsin, kucak dolusu kucaklarımla) programına davet etti de, kendi edebiyatından vurgun yemiş beynim, aniden normale döndü. İki yandan balıksırtı ördürdüğü saçlarıyla Saba, Sayın Lupus'tan bin beter şaka konusu olabilecek grotesklikteydi. O an kendime gelip, hatırladım.

Önce şunu belirtmek lazım tabii; İzmirli güzellerin/güzel olduğu varsayılanların malı mülkü ortaya dökerek, "aç aç" talebine cevaben hem görsel, hem sohbet esnasında sergiledikleri fiziksel/ruhsal dekolteleri sağolsun, bir tanesi ünlü olduğunda hayatındaki her şeyi bildiği yanılsamasına kapılıyor insan. O kadar uzun süre ve şiddetle maruz kalıyoruz ki bu İzmirli güzellerin dobralığına, memelerine, "sevgilim olsa söylerim, niye saklıyım?" delikanlılık resmi geçitlerine, bir süre sonra evimizden biriymişcesine, BBG'de desteklediğimiz 15 Edi'ymişcesine falan "ay kız çok seviyorum ama ben onu" pembe tüllerine sarıp, gönül tahtımızın üstüne yerleştiriveriyoruz. Daha fazla sorgulamıyoruz. Saba Tümer'i de, ergenliği biter bitmez veya kimbilir ilk gerçek aşkından yediği duygusal tokadın acısını silmek için, oynamaya yer bulamadığı İzmir'den kendini İstanbul'a atıvermiş, çalışkan, azimli, (akrabası Show TV kurucularından biri olduğundan ünü cebinde garanti) İzmirli bir güzel olarak, ilkevvela lazer marifeti bembeyaz dişleri, sonra yatmadan önce komşuda çay saati gibi dizdize sohbetleriyle tanıdık. Tümer, izleyicilerinin mutlak cehaletini öngörebildiğinden karşısındaki konuğuna magazin sayfalarında hakkında çıkan haberlere cevap vereceği, kör gözüm parmağına sorular sorduğunda, "ay biz bizeyiz şurda, bir kaç milyon izliyor alt tarafı AHAHAHAHA" çektiğinde, kameraların arkasında, setten bir arkadaşa bakıp bakıp inside jokelarına güler iken hiç yadırgamadık. Geç saatte televizyon izlemenin cezası gibiydi Tümer; süzülmüş, comic sans fonttan temizlenmiş, ziplenmiş Televole gibiydi. Konuklarının her biriyle on senelere yayılmış, yaş hesapsız, hanımsız beysiz, isimle hitap edilen candan dostluğunu afişlere taşıyıp, hem onlara hem onlarla gülebiliyor, tanık olduğu muhteşem anıları referans gösterip, "bir de şeyi anlatsana" diye direktifler vererek ünlüyü, bu yönünü bilmeyenlere, bambaşka şekilde, daha insani, daha komik, daha sevilebilir şekilde tanıtıyordu. Fakat konuk dediğin bu ışıltılılı, bu kalite, bu kadife camianın dışından, İsmail gibi bir tip olanda, işte o zaman Saba'nın konuğa muamelesi, lisenin popüler kızının en ezik çocuğuna "seni seviyorum" deyip arkadan arkadaş grubuna göz kırparak gülmesi gibi, "yok, gerçekten seviyorum bak" diye uzatıp, hem çocuğu yarı sevince boğarak, hem espirisini arkadaşlarının gözünde ölümsüzleştirmesi gibi, insanın içini acıtan, hüzün buğusu bir durum yaratıyordu. İsmail, işe yeni başlamış kuaför çırağı saflığında, yontulmamışlığında, canlı yayına bağlanan Gülben Ergen'in "nasılsın" sorusuna "iyiyim" diye cevap verip, kurnazlıkla "siz nasılsınız, hayranınızım" bağlamalarını falan bile yapamayacak bir toylukta tek silahşör şekilde dururken, GülbenHepbenoğlu ve Saba kolejli kızlar misali, İsmail'in çocuksu erkeksiliğiyle, yok efendim yakışıklılığıyla falan inceden de değil, kalın kalın, fosforlu kalemle altını çizerek dalga geçiyorlardı. İsmail'i muhtemelen aynı hafta içinde ağırlayıp, garibanlığının bıçaksırtı gülünçlüğünden rant sağlamak isteyen Beyaz gibi, Saba da biliyor ki, Youtube videolarında saklı bu ünsüz harfleri bir gecede ünlü ederse, ilk darbeyi kendisi vurursa, leşi çıkana kadar ortada dönüp duracak görüntü/beyan/şarkı/şiir kirliliğinde en büyük parsayı o toplamış olacak. Sanatçıların cingözleşip, gazeteci tuzaklarından etkilenmez hale geldiği bir çağda en büyük reyting, ünlü olmanın, gazetelerde, televizyonlarda boy göstermenin ne kadar etkili olduğunu bilmeyen, bir şey üretmediğinden tüketilmesi yorucu olmayacak ve unutulması aynı nisbette çabuk olacak çakma ünlülerin prematüre doğuşuna vesile olmak, her şeyi kamera şakası gerçekliğinde yaşayan bu dalgın hergüninsanlarını, sabah işe giderken otobüs camından özel otoların içine doğru hayaller kuran hayat hikayesi saman kağıda basılmış bu insanları ortaya salmakla geliyor. Türk medyası farkına vardı ki, haute couturede gelecek yok; bir sanatçıyı saçından makyajına, fırfırlı gece elbiselerinden Maksim gazinosuna, üvertürlükler assolistliğe kadar yaratmak çok emek istiyor. Üstelik kısa vadede onu yerden yere vuramayacağından, kar da yok. O zaman prêt-à-porter'a dönüyor. Günü kurtarıyor. Yarın olana kadar nasılsa Youtube'a bir milyar video daha yükleniyor ve nasılsa bunun dörtte üçü delibozuk, bu oyuna alet olmakta sakınca görmeyecek kişilerin başrollüğünde çıkacak. O zaman arzla talebi, görülmek isteyenle, gülmek isteyeni buluşturuyor. Bu buluşturmadan, izleyiciye karşısındakine ne kadar gülüp, onu ne kadar ciddiye alması gerektiğini de kendi örgütlüyor. Öyle bir bilinç hali yaratıyor ki, domino etkisiyle izleyicilerden en az İsmail kadar saf, toy olanı bile dışlanmamak için bu seyir esnasında İsmail'e sempati duymayacak, şarkısını beğenmeyecek. Roller belirlenmiş, İsmail de, sıradakiler de gerçek hayat Şaban'larını oynayacaklar, bilinçlenip kendilerini naza çektiklerinde, daha çok para veya olmaz ama, saygı istediklerinde de tedavülden kaldırılacaklar. Sonra medyadaki iyi niyet avcılarının canı istediğinde "şimdi neredeler?/bir gecede ünlü olanlar" başlığı altına toplanıp, sirk hayvanları gibi sergilenecekler. Aynı ateşte yürütülerek eğitilmiş bir köpek veyahut ayı gibi de, yer yer doğasına dönüp gururunu hatırladığında "höst" çekip, had bildirecekler. Senkaçkuruşlukadamsın diyecekler, benseningibiontanesinibirgecedeyarattım.

Bu avcıların arasında Saba Tümer'in eşsizliği, kadınların anca ciddi durarak, anahaber bülteni sunarak yer kazanmaya çalıştıkları bir sektörde, hafifliğiyle kontrast yaratarak başarı kazanması aslında sürpriz veyahut sıradışı değil. Amcasının çiftliği Show TV de, TRT'nin insanı isyana sürükleyen uzunlukta ayrıntılı haber turlarına beşdakkadabeşiktaş haber anlayışıyla resti çekmişti. Akşam sekizden dokuza kadar TRT Haber'le Edirne'den Ardahan'a, her şehirde teker teker ne olup bittiğini dinlemekten yorulmuş, popa hasret halkımız, bulaşık makinası gibi, çamaşır makinası gibi, mikser gibi orta sınıfla yeni yeni buluşan ve hayatı kolaylaştıran bu yeni tarzı anlayabildiği için, çok sevdi. Maymun Çarli'nin anahaber bültenine konuk olup çeşitli konularda fikrinin sorulmasıyla hazım kapasitesini genişletti, şimdi Papağan Yaşar'la röportaj yapan Tümer, pek tabii katlanılabilir geliyor. Saba Tümer de, şefkat temsil etmeleri sebebiyle hemcinslerine biçilmiş kadın programlarındaki "şehit anası", "kayıp evlatlar", "çözülmemiş namus cinayeti" temalarını, programda senelerdir birbirlerini görmemişlerin sarılıp ağlamalarını, telefon bağlantılarında buluşmalarını, gözyaşlarını sonraki reklam arasına kadar akıtmalarını elinin tersiyle itip, aynı saatte program yaptığı diğer erkekler kadar acımasızca avını didikliyor. Ertesi günün ana haber bültenine malzeme çıkarmayı iyi biliyor. Yara almadan savaşmak için zırhını kuşandığı, kadınlığını sakatlayıp yarı-erkeksiliğe bürünmeyi göze aldığı bu camiada etçilliği, bir kadeh kırmızı şarabıyla şalına sarınıp Boğaz manzarasına karşı aşksızlığına, dengini bulamamaya efkarlandığı gecelerle kol kola gider gibi geliyor. Başardıklarının gölgesinde kalacak, bir kadının adıyla sıfatlanacak, "Saba'nın aşkı" kartvizitiyle iş dünyalarında işsiz kalacak o erkek, o işsiz adam, yalan sarışın kraliçeliğine yelpaze sallamak istemez nasıl olsa.

Bir de ufak şaka yapayım mı? BÖ.


FOTO ALBÜM





Papağan Yaşar da kahkahalarla eşzamanlı, kamera arkası ekipten arkadaşına bakıp "nası geçiyorum elemanla dalgamı" diyordu.


Hükümet gibi kadınsın vallahi. Bir kadın bile değil, iki kadınsın, çok afedersün. Etine butuna.

Kısmetse o günleri de göreceğiz, çocuklar.

9 Ekim 2009 Cuma

İntergalaktik kurt açılımı ve kürtlerle dans

Siyasal Bilimler Fakültesi'nde Palyaço Bozo'yla etkinlikler düzenleyip hoppidi boppidi eğlenerek politik stratejileri öğreniyor, Türk politik tarihini ders kitaplarında 1938'de sonlandırıyor ve açılmalara doyamıyoruz.


Devletin önemli kademesinde görevli üç politikacının belirttiği üzre: İntergalaktik, ultrabiyonik, ultrabiyonik, intergalaktik.



Ben ki kurtlarla dansetmiş adamım, böyle çakallık görmedim.

1 Ekim 2009 Perşembe

Kader/kısmet

Her başarısız kadının arkasında bir erkek vardır. Hatırlat da bir ara bu tezimi kanıtlayayım.

Yazık oldu kıza. Hem acıklı, köpek gözleri vardı. K-Fed hem ceplere, hem gönüllere toksik geldi. Hem saçkıran, hem kalpkıran bir adam. Adını harf harf azaltması boşa değil, insanlığı kısalmış demek. Kurnaz, çakalkarlos, kunduz tipini de hiç gözüm tutmamıştı zaten.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Biletleri cebimde.


Yonca Evcimik boşuna dememiş.

Built to Spill dedik, GELDİLER. Sebadoh dedik, GELDİLER. Mogwai dedik, GELDİLER. Yo La Tengo yolda, geliyor. Arkasından Tortoise. Ahmet San bu kadarını getiremezdi vallahi. Dünyada cenneti yaşattı Stokholm.

28 Eylül 2009 Pazartesi

Mahallenin Dali'si. Cidden.

Toplumsal zaafiyetimiz olarak Eurovision, Eurovision değil de Dünya Kupası, Dünya Kupası değil de Oscar derken görüyorum ki kendine güven zaafiyeti geçiriyoruz toplu vaziyette, üzerimize zaafiyet. Her tür platformda Türk'ü kanıtlamak için canhıraş atılıp yarışmacalara katılmamızın başka bir sebebi olamaz. Strateji ve çok çalışma haricinde ne arka yol varsa deneyip, her "tuzum var" diyenin koştuğumuz hıyarına bir türlü ulaşamadığımızın tescilli resmi geçidi. Times'da yüzyılın lideri Atatürk seçilsin diye sitesini göçertmek misal, NEDEN? Atatürk seçilip de kapağa resmi basıldığında, bir kapaklık, bir kolektör işuluk saltanat yaşatsan ne olacak ulu öndere?

Eurovision derken, birdenbire köpükler saçmayıp konuya dönelim:

Haftasonu Dali sergisine gittik. Önceden İstanbul AKM'de bir Dali sergisi gezmişliğim vardı 99'da, hatırlayan hatırlar, zengin dursun diye aynı şeyden on tane koymuşlardı. Tabii o zaman bizim için çok büyük bir aktivite, Dali gelmiş de kopyanın kopyası da olsa bir tablosuna, bir eskizine bakmak falan, lüks tüketim. Neyseciğime, bu seferki biraz farklıydı, Dali'yi ticari işler yapan bir sanatçı olarak da irdelemişlerdi. Ben Dali'nin bu yönlerini bilmiyordum. Öğretmemişler anacım.

Eskiden Kadıköy Pasajı'nın altında bir posterci vardı, (herhalde şimdi hummerla gezip, Bebek'teki villalarında havuz kenarında burbon içiyorlardır) orada haftasonlarımızı çarşaf çarşaf poster bakmakla geçirirdik. Paracıklarımızı bu kağıt yığınlarına yatırır, elimizde kağıttan borularla Akmar'ın önünde kurulan çekme kaset pazarında metalci abilere "Abi, NOFX var mı abi? Vandals var mı abi?" çekerdik. Onlar da bize "haftaya gel al." çekerlerdi. Bu çekme kaset sanayii böylece, çekmek fiilinin birden fazla ve birbirinden farklı anlamlarında gerçekleşir ve ekseriyet uzun, kıvırcık saçlı bu abilerden aldığımız sözün sevinciyle seke seke 10B'ye binip eve dönerdik. Dali'yi de, bu ortaokullu yıllarda sanata yönelimler esnasında iyi kötü keşfetmiştik, en azından büyük ve önemli işler yaptığını, efendime söyleyeyim, akan saatler, pipilere benzeyen vücut uzuvları, uzun bacaklı filler, çöl ortası rüya gibi sahneler çizdiğini falan pekala bilir ve desteklerdik de. Normal olmayan her şeyin reva, üstün zeka ürünü göründüğü anneye isyan yıllarda, böyle nedensiz niçinsiz kaffasına göre takılan sanatçılar, candı canandı.

Sonradan liseye gelende, müzik grupları, ilgi alanları arasında köşe kapmaca oynayanda, işte o günlerde Tuğçe'ye doğumgününde bir Dali tablosunun posteriyle bir Massive Attack albümü alıp, mini set olarak armağan ettiğimi hatırlarım. Lise sonda da işte, ayarsi arkadaşım Caner'le AKM'nin önünde ilk defa buluşup, yaldır yaldır bu sergiyi gezdik. Çıkışta Bereket Döner isimli tükkanda, (henüz Arap Emirlikleri gibi kocaman avizelerle süslememişlerdi) döner yerken bir güzel elektrikler gitmez mi? Adamlar masalara bildiğin amele beyaz mumlardan dikmez mi? O mum ışığında kikir kikir döner ısırırken Caner benim Therapy konserinde kimsenin sırtına çıkıp çıkmadığımı sormaz mı? Meğersem biz önceden tanışmış çıkmaz mıyız? Therapy konserinde?

AAAAAAA, bunu anlatmadan bırakmam vallahi, ölümü öpersin. 97 yılında Bostancı Gösteri Merkezi'nde Therapy bir konser verdi gariban cemiyetimize, sağolsunlar. Sonradan alter camiayı oluşturacak herkes bu konsere gitti. Ankara'dan, İzmir'den otobüs kaldırılarak gelinen bir konser, öyle diyim. Şimdi Sonic Youth Ankara'ya konser ayarlıyor da, kafası pek çalışmayan karakuru Ankara alterleri ayaklarına kimin geldiğini anlayamayıp bilet almadıklarından iptal ediliyor, sen düşün. Şimdi Jay Jay Eskişehir'e bile konsere gidiyor, Edirne'den Ardahan'a İsveç açılımı. Seneye Mor ve Ötesi'yle Fanta turuna çıkacak neredeyse. Halbuse o zaman bir Therapy gelmiş, yaldırallah koştur koştur, annemlerden güç bela izin alıp gitmişiz. İşte, o konserde sonradan halvet olacak, sonradan kanka olacak, kankalık bitip düşman kesilecek, birbiri arkasından konuşacak herrrkesler, henüz tanışmaksızın, gelecekten bihaber aynı havayı soludu. Minibüs caddesine uzanan, punkie öğelerden oluşan bir kuyruk vardı girişte, sanki Londra'dayız anasını satayım, sıradakileri gören de ülkeyi şaşıracak. Therapy konserine gidiyorsun, minibüse binerek. Bu ülkede rak tabi gelişmez ağbea. Akşam konser çıkışı arkadaşın babası arabayla alıyor, bu ülkede isyankar ruh nasıl gelişsin? Orta sınıfın evladı nasıl rak yaşasın, pankrak yaşasın?

Neyseciğime, ben bu konserde önümdeki kafalardan ve yarım yamalak pogolardan bir süre sahneyi göremedim. Görmeye azmettiğim bir anda da, yanımda duran uzun boylu çocuk dikkatimi çekti. Cüsse olarak beni taşıyabilecek kapasitede görünen bu arkadaşa bir şarkı arasında mı, şarkı esnasında mı, uzanıp "beni sırtına alabilir misin, sahneyi göremiyorum" deyiverdim. O da, belki patavatsızlığımın karşılığında söyleyecek söz bulamadığından bir süre beni omuzuna aldı ve "sahneyi göremiyorum" hezeyanlarımı yatıştırdı. Sağolsun. İşte, o Bereket Döner gününe dek, biz bunu bilmeksizin nette Hacivat Karagöz gibi bıdır bıdır konuşmuştuk. Sen tut o mum ışığında beni bir güzel tanı. Ben onu tanımadım, çünkü saçında sarı röfleler vardı. Benim sarı röflelenmeme ise, daha yıllar yıllar vardı.

Evet, şimdi konuyu biraz toparlayalım mı?

Bu haftasonki Dali sergisinde, bir delinin kafa atarak tabloya zarar vermek istediği o AKM sergisinden farklı olarak ortamslar upperadvanced ve Camcı Hüseyin'de kestirilmiş küp camların içinde ufak Dali heykelcikleri konseptinden uzaktı. Dali'yi izledik; resimlerini değil, kendisini. Röportajlarda, Amerikan yarışmalarında, reklamlarında (evet reklam, heyecanlanmaca yok şimdiden), favorimiz Chupa Chups lolipopun logo tasarımlarında, başka havalarda görünce Dali'yi canımıza daha bir bastık. Zülfü Livaneli şarkısını Turkcell'e satmış diye tırpanı yedi, herkeş dalga geçti ya... Dali, vaktinde kendini ticarileştirmekten o derece çekinmemiş ki, manevi ve ekonomik değer yargılarımızı karıştırmakla ne kadar üçüncü dünya ülkesi olduğumuzu anladım da içime kapandım. Dali dediğimiz insan, ötelemiyor. Zamanın içinden tünel gibi, suya sabuna dokunmadan geçmiyor, Dali yaşıyor, zamanın gereklerini görüyor ARKADAŞ! Vogue'a kapak yapıyor (ki bunu sonradan moda tutkum üzerine yazmayı planladığım bir masterpiece'de dile getireceğim ayrıca), Alka Seltzer'e reklam yapıyor, Eurovision 69'a afiş yapıyor. Yazık olsun ki biz onu sadece hanımevladı atölye sanatçısı olarak tanımışız. Ayıp olsun.

Ayrıca müzenin gift shopundan aldığımız ikişer çilekli Chupa Chups'la lezzetin de dibine vurduk. Şappi şappi diye gezdik, salyayla sümükle gezdik vallah.


Vogue demişken, September Issue İstanbul'da gösterime girdi mi, SORARIM. Biz izledik de biraz. İmza: Görgüsüz


Eurovision'un senelerdir delisi biziz çok şükür, vaktinde Dali'si de var ımış. Gülseren'le katıldığımız sene hayatta olmadığı için inan çok mutluyum.

Alkolle yıkanmış Taksim gecelerimize güneş gibi doğan Alka Seltzer'e bu yakışırdı. Yatmadan önce iki tane attım mıydı çirkeften eser kalmaz.

Bu haberi yorumsuz aktarıyoruz. Ne desem "aouy conum, Dali de iyiymi$ cnm. Herf çk mtrak." kaçacak. Kaçmasın. Biz sevdiğimizi saygı duruşunda sevmeyi severiz.

23 Eylül 2009 Çarşamba

İşte Elmoşdiyorki farkı!


Yine bir gazeteye, yine Habertürk'e ilham olduk. Sacitaslan'da aynen gördüm. Evet. Kaynak gösterilmediğimiz için fevkalade bozuldum. ORTAYA ÇIKTI DA, KİM ÇIKARDI? Taa Stokholm'den sizlere dedikodu takviyesi yapıyorum, bari Dedikodu Seksiyonu'nuza alsaydınız aloy. Şamdan, Kürdan, ne dergi ayarlasanız yazarım bak. Dertsiz örtü gibiyimdir.

Ayrıca Fikri Mülkiyet Hukuku dalında Stanble Barosu'na kayıtlı bir avukat olduğumu hatılatırım. Just in case.

22 Eylül 2009 Salı

Ondan sonracığıma.


Al sana masaüstü.


Bu kirpikleri önemli günler ve haftalarda takmak için almıştım. Sen tut, unut bunları bir köşede. Yapıştırıcısı ağda kıvamına gelsin. Kuzenin nişan yemeğine hazırlanırken kutusundan bir çıkardım ki, eyvah eyvah. Şükür kirpikşinasızdır, ailecek. Sorun olmadı. Boş vaktimde bir kupaya taktım, bari onda yaşasın hatırası. Boş vakit derken, sanki dolu vaktimiz varmış gibi. Sanki tüm ömür mühim işlerle haşır neşir geçiyor gibi. İnsanlar kendini ne çok önemsiyor. Boş vakitlerimde şey yaparım. En büyük hobim. Nasıl boş o zaman o vakit? Dolu işte. Her an dolu. Ben de boş vakitlerimde, boş vaktim var diye üzülüyorum işte. En büyük bobim o.

Bu etkinliği gerçekleştirirken, aklıma Bayan Armut düştü. Bayan Armut, BurakBora tarihimde şahane yer tutan bir resim dersi ödevidir. Lise son sınıfta.

Önce arka planını anlatalım: Lise hayatım dönem ödevlerimi anneme yaptırmakla geçti. Genellikle dönem ödevi kavramını, verildiği Cuma günü henüz servise bile binmeden unutup, okul açılmadan önceki haftasonu hatırladığımdan, tutuşarak anneme voleybolun kurallarıyla ilgili röportaj olsun, ne bileyim, coğrafyadan bir şey olsun, Türk şiir antolojileri veyahut tarihle ilgili olsun ödevimi bildirirdim. Yaptığı kadarıyla artık, o kadar da mühim değil. Sonunda ölüm yok ya. Elinden geldiği kadarını. Sonra bu ödevleri alıp HEHE diye okula giderdim elimi ayağımı sallaya sallaya. Yazılarımız da o kadar benzemiyor değildi. Okuldakiler forenzik eğitimi almadıklarına göre, çok da kafayı şey yapmıyordum. Sonra da not alıyordum, üç beş, neyse artık. O da mühim değil.

Lise sonda şımarıp seçmeli ders olarak hem müzik hem resim aldım. Senelerdir koroda olduğumdan, gitaro falan da çaldığımdan müzik dersleri benim için bambaşkaydı. Ortaokulda beni koroya almak için çaba göstermiş müzik hocam, hocalıktan istifa ederek Hawaii gömleğiyle kliplendirdiği bir albüm çıkardığından sonra bile hevesim kırılmadı. Özellikle blokflüt dramı ortaokulda kaldığından (hatırlatın, sonradan bilahare blokflütteki o ufak notalara basabildik/basamadık diye streçe girdiğimiz, gençliğimizi solduran, kavuran günlerimi de anlatayım), müzik dersi okuldaki en büyük eğlenceydi. Resim desen, çocukken özel ders alacak derecede huşu içinde resim yaptığımdan, lisede yarı deli, korkunç yeteneksiz resim hocalarıyla hareketlenen eksantrik bir deneyim yaşıyordum. Müzikte iyiysen iyisin de, resimde kötüysen kötü demiyor galiba kimse. Daha sübjektif. Müzik eğitimi alıyorsa adam, mutlaka ki gitar çalıyor, piyano çalıyor, nota okumayı biliyor. Resimde o adamlara nasıl eğitim veriyorlar, anlayamıyorum ama adam oraya buraya müdahale edeyim derken adeta baştan çizdiği bir resme "ne biçim perspektif, aa burası böyle mi olur" diye puan vermiyor falan. Sanat damarı da kopuk, beyin damarı da tıkanmış, Atam. Enivey, bir hafta canım istiyor müzik dersine giriyorum, öbür hafta canım çekiyor resime giriyorum falan, böyle böyle geçiyor son senem. İşte o ara, resim dersinde hoca camın üstüne mozaik mi, boyalarla kontur çizip cam boyalarıyla doldurmalı bir ödev vermiş ve ben o ödevi tamamen unutmuşum. Önceki gün serviste birileriyle konuşurken hatırlıyor ve eve gelir gelmez anneme telefon açıyorum. Şimdi siz bilmiyorsunuz tabii, benim annem ilkokulda müdür yardımcılığı yaptı yaklaşık yirmi sene. Okul sonuçta orası da, böyle camlı atraksiyonlar olabilir diye bir şansımı deniyorum. Çünkü evin karşısındaki camcıdan cam kestiricem de, boya alıcam da, ölme eşeğim ölme. Annem "bir bakarım"diyor.

Akşam annem elinde gazete kağıdına sarılmış ufacık kare bir camla geldi. Seviçten deliye döndüm. İçini bir açtık ki, camın ortasına çizilmiş titrek bir armut, armutun üstünde iki nokta (göz oluyor) bir de yan yatmış parantez (ağız). Fakat çizen çocuk ilkokul ikinci sınıfta olduğundan galiba, biraz kırçıllı kırçıllı, yamuk yumuk çizmiş. Aza tamah eden yapımla, hemen sahiplendim. Sağ altta yamuk elyazısıyla taçlandırdığı bu eseri içselleştirdim hemen. İmzayı 0.5 kalem ucuyla kazıdım bir güzel. Sonra da ertesi gün yine HEHE diyerek, elimi ayağımı sallayarak okula gittim FAKAT O DA NE! Okulun tüm altınbaşak-ayran çılgını, kocapopo kızları olsun, siyah boğazlı kazakla okula gelen deliyürek delikanlıları olsun, kollarının altına boyum kadar camları alıp gelmişler. Hepsinin ev kadını anneleri folyodan tabak, tahtadan cam heykel yapma kurslarına gitmiş olsalar gerek amanallah bir tablolar döktürmüşler. Mozaikle monalisalama üstadı hepsi. Ben karış kadar cama yapılmış mozaiğimle, anca kültür mozaiği olacak bir durumdayım. Sonracığıma, hoca defterden beşer beşer isim okuyor. Mini sıralar oluşuyor masasının yanında. Ben bir yandan boncuk boncuk terliyor, bir yandan boncuk boncuk gülüyorum çünkü geçer not almasam bile hoca fevkalade yarım akıllı ve nasılsa sonraki hafta telafi ederim diye çok da kafama şeyyapmıyorum. Derken sıra bana geldi. Gittim. Merhaba, merhaba. Sesimi çıkarmadan masanın üzerine koydum camı. Hoca, bana saygısından, sevgisinden bir süre baktı. "Hepsi bu mu?" dedi sonra. Bu hocam. Hepsi bu. Yavrum bu ne? Bayan Armut bu hocam. "Allah aşkına söyle Elmira, sen olsan buna kaç verirsin?" dedi. Dedim, "bilmem, 80 falan verirdim galiba.". Farkındaysanız 100 demiyorum, o esneme payını bırakıyorum. 80 desem belki 60 da olsa verecek, ama 100 desem belki iyice sinirlenecek. Tüm lise hocalarının yaptığı gibi, bir süre "beni yediğini mi sanıyorsun ULAN, ben senin gibisini meze bile yapmam soframa/seviyorum, öğretmenliği, çocukları, her şeyiyle, tüm komplikasyonlarıyla seviyorum işte" gelgitlerinde boğuldu. Ben de gittim yerime oturdum. 80'li birşey vermiş, sonradan söyledi. Sağ olsun. Vermese ne olacak, okulun girişine resim çizmiş adam. Martı çizmiş. O da kariyerinin acı bir anını yaşıyor belli, how could hell be any worse? Biz 7 sene sonra mezun oluyoruz da, adam çürüyor o çocukların pati izlerinden lekelenmesin diye yarısı plastik boyayla boyanmış, turuncu sarı koridorlarda. Ömür boyu milyonlarca on kasım, yirmidokuz ekim, ellibeş nisan temalı resim çizdiriyor.

80'li bir şey demişken, geçen günlerden birinde yine bir forumdan, Kayahan'ın seksenlerdeki İskender Paydaş'la paslaşmalı şahane birkaç albümünü indirdim. Siyah Işıklar adını taşıyan albümde ardarda "Canım sıkılıyor canım", "Gurbette akşam", "Hep karanlık" ve "Ve melankoli" şarkılarını duyunca Serhan, "üstad bu albümü İsveç'te yapmış galiba" dedi ve kişneye kişneye güldük.

Bir de ufak kültür turizmi:

Dün Kings of Convenience konçertosuna bilet kalmadığı için cinnetlerdeyken Patrick Wolf mailinglistten bir haber geldi. Adamım her yeri geziyor, Helsinki'den U dönüşü yapıyor da, bir Ştokolm'e uğramıyor. Sonrasında Helsinki için bir minik organizasyon yapabilir miyiz diye tartarken vidyolara iliştim. Bir de baktım yeni vidyo koymuş. Yeni vidyo derken, bu yaz çıkmış.



Bu şarkı Türk pop piyasasında çok tutar, benden söylemesi. Bilhassa Funda Arar'dan bir atak bekliyorum. Tam onun model, biraz çirkef sosuna batırsa, yaygaracı yaylılar falan. Önde cayır cayır, uçuşan tuvaleti, saçı başıyla, yaldır yaldır, kunduz kunduz söyler şarkısını.

19 Eylül 2009 Cumartesi

Damar FM

Efem, bir çizgifilm vardı, oradaki ayılardan biri diğer ayıcığa mı, diğer hayvan çeşitlerine mi, sesleniyordu böyle. Efem, nezleli, sümüklü burun ses tonuyla.

Al sana Damar FM. Al sana retro yürek fotoğrafında double exposure. Al sana Bonnie Prince Billy. Elektroleş alemlere inat, gitarla yapılan müzik dinliyoruz efem. Elektroleşte de gitar var bazı, onları gitardan, kimseyi adamdan saymıyoruz efem.

18 Eylül 2009 Cuma

Rihanna can, Tarkan, I can't.


Bu sabah Sacitaslan'da gördüm, Tarkan yeni imaş yapmış ve fanları (buna dedikodu siteleri ve programları ısrarla FUN diyorlar, demek ki bir bildikleri var ve şair burada tüm sektöre veryansın ediyor) hiç mi hiç beğenmemişler. Tarkancoll.com.tr (kol gibi Tarkan) isimli sitede dile gelmiş, ağlaşmışlar. Üzülmeyin, gençler, TARKAN DÜNYA STARLIĞINA OYNUYOR. Nazan abulası ona "Şemşiyemin altında" diye bir şarkı yazıverir ve hemen İngilişçe hali kliplenir. Klipboardlara gelesin,Tarkan.

Şimdi o şarkının tahayyül edilmesi kolay sözleri geliyor:

Damdamdağınık bir günde gönül bangır bangır,
Serçe parmak kadar hüzünde, sevenler mahmur, dargın,
Boğuluyordum sanki dünde, anılar cazgır,
Yaşadığımız senle, yürekte yare, yürekte hır gür.

Bıktım artık gönül grevinden, beter oldum,
Daral geldi bu şehirden, sen neden oldun,
Gel damla damla ak bu yağmur giderinden,
Gönül kaldırımları temizlensin kederden.

AAAAAAAAH!
Sevcen mi kapına gelsem bu sonbaharda,
Montları çeksek, dünyaya dur desek bir anda,
Yağmur altında yürüsek, ıslanmadan da,
Kor dudaklar dansetsin şemsiyemin altında (altında-altında-he-he-he)
Şemsiyemin altında, evet, altında (he-he-he)

Bu arada bir önerme olarak:



Yılları durduracak,
Güneşi doğduracak,
Dünyamı dolduracak,
Bir düet istiyorum.