30 Ağustos 2009 Pazar

Eski Tarkanları kırpsak yıldız olur mu? (Kafiye canavarı Serdar Ortaç starlığın şiir kitabını yazıyor.)

Old Boy repliği olarak duyduğum ve kendimin de düşünebileceği üzre: Doğru soruyu sormazsan cevabı bulamazsın. Tarkan'ın duraklama, gerileme devri ve serbest düşüşünü sorgularken fark ettim ki, Tarkan'ın yanlış stratejiyle eklediği faktörlerin yanı sıra bir de Serdar Ortaç'ın toplum beklentilerini göz önüne alarak yarattığı bir yeni starlık mertebesi var. Ve bu mertebe insandan, topluluklardan, halktan uzak durmayan, onların entellektüel beklentilerini ileri götürmek konusunda and içmemiş bir yaklaşım içeriyor. Türk entelinin seneler, seneler içinde değişmez vazife bildiği "halk anlamıyor/anlatsak mı/anlatsak anlar mı/biz yaptık, siz beğenmediniz ama o da sizin suçunuz, biz sadece görevimizi yerine getirdik/biz Avrupa standardında işler yaptık ama bu halka var ya, bu halka yaranılmıyor"luk kibirinden, "anlayacağın gibisini yaparız YAVRUM"culuğa geçişin Türk popundaki yansıması, şahane bir kişilik Serdar Ortaç. Çok haklı: Alem buysa, kral o.

Dogmalaşmış Sezen Aksu kriterleri, bu toplumda artık geçerli değil. Bu toplum, artık Sezen Aksu'nun şarkı yazacağı bir toplum değil, bu bir. İkincisi Sezen Aksu, artık şarkı yazabilecek bir insan değil. Sezen Aksu, artık anonim hisleri bir başlıkta toplamak için zevksiz, hevessiz çalışıyor. Anonim derken, Ayşe Özyılmazel'in her yaz Çeşme'ye kaçarayak Aksu'nun son albümünü benzinciden alıp naylonunu açmadan içindeki şarkılara çoktan aşık, çoktan bayılmış triplere girmesini sağlayan, isimsiz/uçucu hislerine, yazlık aşklarına kapak ettiği şarkılar onlar. Bizim gibi, arka koltukta, dizlerin üstünde arka camdan diğer arabaları seyrederken eşlik edilmiyor onlara. Onlar şerrefsiz aşklara adanmış çok afedersün. Hem de her tabakadan insan dinlemiyor. "Herkes dinlemiyor, çünkü kaliteli. Şarkıyı yazan/söyleyen senenin on ayını yurtdışında geçiriyor, çünkü Türkiye'yi beğenmiyor." formülü geçerli değil artık. Başarı halkla, halkın sevdiğiyle tanımlanıyor. Tarkan da bu furyanın, ÖSS değişmeden önceki sene üniversiteye hazırlanan genç misali, son kurbanı oldu. Sezen Aksu taktiklerle önce güzel albümlerle sevildi, omuzlar üzerinde yükseldi, konserlerine stadyumlar dayanmadı. Sonra seyircisini en bağımlı haliyle bırakıp, yabancı sahillerinde gey aşklar yaşayacağı (ki kınamıyorum, nerden istersen oradan yesin) yurtdışlarına gitti. O plajlarda çekilmiş el ele, yanak yanağa, dudiş dudişe fotoğrafların hemen ardından Marmara Hukuk'un Baby Lawyers dans grubunda dansetmekle iştigal eden, hem hukukçu, İsa koymuş Musa tepmiş yüzlü ablayla, o gomba burunlu, o fenafillah öküz gözlü ablayla göstermelik bir aşk yaşadı. Peki. O da ısrar etmedi bak, "illa ki bunla birlikteyim" diye tutturmadı. Bir önerme olarak, orada burada Bilge'siyle görüntülenegezdi.

Tarkan ondan sonra İngilişce albüm yaptı. Aynı yanlışa her gün binnnlerce Türk rak grubu düşüyor. O düşmüş, çok mu? Hem o dönemki yükselen Enrike Iglesyas, Riki Martin misali latino starların yanında aksanı abuk kaçmayabilirdi. Başarılı olması gibi bir ihtimal vardı. Nitekim fark şurada yatıyor, Tarkan'ın kendince Övropalaştırıp, cilaladığı şarkılar, artık Tarkan şarkısına benzemiyordu. Çöpleşmişti, tüm muzipliğini yitirmişti. Bizim için kelime oyunları fevkalade mühimken, lüplüp, dudududu, kuzukuzu, bıdıbıdı gibi ikilemeler bize sevimli geliyorken, İngilişce albümdeki zorlama sözler mesela, itici duruyordu. Tarkan üstüne oturmayan bir gömlek giyivermişti. Burada sultan gibi, on oda+onbeş salon bir evde yaşayabilecekken, orada onbeş metrekare bir evde, starlığından bihaber insanların komşuluğunda, Seven Eleven'dan Lucky Strike alarak Türkçe'yle beslenen damarını yatıştırmaya, filmlerde gördüğü şaaşaanın tam ortasında durarak, bu özlemi bastırmaya çalışıyordu. Home is where your heart is, Tarkan. Yanlış yoldaydı.

En sonunda pes edip ülkesine teslim oldu. Bu sırada aradan çok hızlı, çok değişken yıllar geçmişti. Bir yaz sabahı aniden Handeyner, Of Aman Nalan falan, erkeklere terso çeken şarkılar söylemeye başlamışlardı misal. Gönül işleri ülkesinde, asgari darbe yapılmış, Türk işi Riot Grrl akımı başlamıştı. Kontratakta Serdar Ortaç kızların atağına "Yazdığım mektupları teker teker yakacakmış/Çektiğim mesajları okumadan atacakmış/Bir gün özür dilersem belki huzur bulacakmış/Aman hiçbir şey bulma, canıma minnet(çok da fifi)" diye cevap veriyordu. Ortalık toz duman, birbirine rest çeken aşıklarla doluydu. Tarkan'ın naif, kırılgan, tutkulu, bis'li, yalvarmalı aşkları recycle bin'i boylamıştı. Ne kadar sevdiğiyle değil, ne kadar çabuk vazgeçtiğiyle rütbelenen bu trafikte, Tarkan yerini tanımlayamıyordu. Gururdan, kuyruğu dik tutma çabalarıyla yardımsız ayakta durmaya çalıştı. Sırasıyla papaz olduğu Nazan Öncel ve Sezen Aksu arasında pinpon topuna dönüştü. En sonunda konserleri dolmayan, boş koltuklara da söyleyen bir Tarkan oldu. Başladığı yere geri döndü.

Bu öyküde hem acıklı, hem trajikomik anlar var. Tarkan gitmeyip de kalaydı, burada bu goygoya evet der miydi, bilmiyorum. Takım elbisesini giyip Aksu imzalı şarkılarla yetişkin dünyasına kabulünden önce yaptığı ucuz şarkıların benzerlerini yapacaktıysa, neden o ekstra mili gitmişti, dönecektiyse? Politik cevaplarla geçiştirdiği, yorumsuz savuşturduğu medya ona sırt dönmüşken, şimdi Comic Sans fontla haberde alt yazı edilecek laflar mı söyleyecekti? Söyleyemezdi. Onun yerine, star olduğu zamanlara güvenmeyi, star olduğu gerçeğine güvenmeyi ve sabırla beklemeyi tercih ediyor. Aktifdinamik olunması baş şart olan bu yeni piyasada, pasifagresif tutumlarla, kürkçü dükkanına müşteri akını ümit ediyor. Peki. Bekleyelim görelim.

Gelelim Serdar Ortaç'a.

Serdar Ortaç, ortamların en güzel kaymağını yiyen, şimdiden on albümlük materyali olduğunu gururla açıklayan muazzam bir insan. Anlatım bozukluğunun kulakta şaşılık yarattığı, ilk paragrafta kıza aşkını anlatıp, nakaratta bela okuyan şarkı sözleriyle bezenmiş birbirinin epeyce benzeri şarkılarıyla bulamaç zihinlerde, dün duyduğunu bugün unutmacı toplumsal hafızalarda yerini sağlamlaştırıp, liderlikle pekiştirdi. Üstelik ne doğuştan avantajlı, dolu dolu, erkeksi bir tipi vardı, ne de sesi güzeldi. Ama başa oynadı. Ufaktan bizi fethetti. Kendi vitrini toparlayana kadar, başkalarına sattığı şarkılarıyla gündem yarattı. Kaşlar yol yol alınanda, saçlar kesilende, işte o anda Serdar krallığa hazır hale geldi. Taklit marka gömlekler giyen sırtlar, taklit lüivüton çanta taşıyan bilekler için söyledi. Bir kısım hor görürken, bir kısım onu kucakladı. Hor görenler bir çocuk yapıyorlar, kucaklayanlar üç-beş. O da bunun avantajını yaşadı. Önce onu kucaklayanlar, görümceleri, kayınları, eltileri için söyledi. Ukalalık yapmadı, yükselene kadar sesini çıkarmadı. Standartları oturana kadar, her yaz hitlerini plajlarda duymaya alıştırana kadar üstünlük taslamadı. Sabır etti, sebat etti. Devranın döneceğini hissetti, planını ona göre yaptı. Sonra da "şarkılara ne diye klip çekeyim, boş yere masraf niye yapayım, nasılsa hepsi tutuyor işte" diyeceği noktaya geldi. Artık Serdar Ortaç klibinde at oynatsa ne farkeder, manken oynatsa ne? Şimdi toprak ağalarının İstanbul'a demir ağ örmüş ferrarili, porşeli torunları bir tek onu dinliyor. Aşklarını onun felsefesi üzerinden yaşıyor. Zenginiyle, fakiriyle Serdarcı olduk.

Geçtiğimiz hafta sanırım Hürriyet gazetesinde iki sayfa genişliğinde, tek kişilik çarşaf büyüklüğünde, bol fotoğraflı bir Serdar Ortaç röportajı okudum. Yatakta. Anacığımın evindeyken. Yangelyattayken. Anne evinde kahvaltı sonrası kalkıp sofrayı masada bırakarak yatay pozisyona geçmek, ne kadar zevkliydi. Kahpe hayat! Her neyse, Serdar Ortaç sözlük, ansiklopedi okuduğunu anlatıyordu. Kafiye yeteneğini nasıl da geliştirdiğini açıklıyordu: "İkinci satırda felaket diyorsan, dördüncü satırda cehalet diyeceksin. Beşinci satırda nihayet diyorsan, yedinci satırda nefaset diyeceksin." Bu yaklaşımı senelerdir Bad Religion uyguluyor. Ben bizzat şahidim. O yüzden Serdar'ı kınamak tutarlı bir davranış olmaz. Onu dinleyen bünyelerin kafiye arayışı, kafiyeye yüklediği önem, bizden çok Osmanlıca tabir bildikleri inkar edilemez bir kere. O vokabülere hayretler içinde, hayranlıklar içinde bakıyorum bazen. Kah ev yapımı bir Youtube videosunda, kah bir televizyon programında, o sıfat çeşitliliğine kapılıyorum. "Bu adam bu kelimeyi nereden öğrendi?" demediğim bir an bile olmuyor. O yüzden, tribününe oynayan Serdar, tribüne oynamanın bilincinde, ciddiyetinde, samimiyetinde. Şarkısını kendi yazıyor, kimsenin insafına kalmıyor. Kendi yetiştirdikleriyle, ithal etmeden halkını besliyor, kitlesini küçümsemiyor. Yurtdışına firarlarla cezalandırmıyor. Daha da yakışıklı, her albümde daha trendy olarak onları ödüllendirmiyor. Olduğu gibi, her haliyle seviliyor o yüzden.

Bana kalırsa Serdar Ortaç, gerçekçi bir yıldız olmanın meyvesini yiyor, yiyecek. Tarkan'ı da bir yirmi sene sonra "Türkçe pop dinleyicileri, radyoları, televizyonlar, MÜSİAD bana haksızlık etti. Elimden tutmadılar. Emekli maaşıyla geçiniyorum." söylemlerine tutunmuş, koca göbeğiyle, saçsız başıyla görürüz.

Evet candostlar. Bir sonraki yazımda bambaşka bam tellerine basmak üzere, hoççakalın.

28 Ağustos 2009 Cuma

Välkommen Ramadan!

Ramazan geldi, ben gittim. Bu derece tanrıtanımazım ağbea. İstanbul'dan Ştokolm'e sağ salim geldim ve hatta hava çok soğuk olacak ve adamı yaşadığına pişman edecek diye karaları bağladığım halde, görüyorum ki endişelerim fevkalade boş çıktı. Bu arada Stanble günlerimi güncelememişim, fotolamamışım. Fotoğraf makinasını bam diye yere düşürüp, obzektifi paramparça kıldığımdandır. Sonrasında korkudan elime alamadım, diğer obzektifi de kırarım diye. Sirkeci'de makinamı tamir ettirdikten sonra, evin büfesinde gümüşlerin hemen yanına koydum. Döearmişim. Demem. San'at güneşi Burak Şentürk'ü tenzih ederek söyleyeyim, bir de şu model insan var bak:

"Aoyy coonuuum çok mu özlettim? Hiç yazamadım, yaz geldi. Yazmalara kal geldi. Tatildeyim aşşşkuuummm! Çok yakında hiç merak etmeyin şeyimi yazacağım, siz de cırılana kadar okursunuz blogda artık keyifle!!!"

Böyle kendini önemseyen, oramiral blogcu bünyelerin hastasıyım. Herkes ondan yazı bekliyormuş. Kendileri yazsınlarmış ya. Böyle okuma hevesi. Onu okumadan güne başlayamıyormuş hayranları/hayvanları. Yüzelli blogun takipçisiymiş. Her birine bir gün küsse, ohooo. Neden yazmıyorsun Nurcancığım? Yazılarının amansız takipçisiyiz! Aman et, amansızca et. Nobellik yazıyor sanki anasını satayım. Hepimiz nobelspottayız.
Bir de çok saykedelik bir durumdan bahsedeyim hazır takipçi demişken. Sağdaki takipçileri ben de takip ediyorum içten içe. Arada bir azalıyor, genellikle çoğalıyorlar. Ammmaaa, ayın belli bir günü geliyor adeta, mimlenmiş bir zamanmışcasına, deadline gelmişcesine blogumu izlemekten vazgeçiyor bir tanesi. Sayı bir azalıyor. Veya iki. Sayıdan farkediyorum, ama kim olduğunu bilemiyorum. Yoklama alamıyorum, tüh. Sınıf listesi çıkartıp kapının kenarına asamadık ki, ULAN! Bir insan, tanımadığı bir insana ait blogu çeşitli sebeplerle izlemeye alabilir de, ne sebeple vazgeçer? Vazgeçmek en bombası. Vazgeçmek şey gibi, hıh deyip sırt dönmek. "Sarmadın beni, gülüm" demek. Gülü her gün, seni bir gün bile izleyemem daha. Veya konuşurken ben, dönüp başka yere bakmak. Sonra sayı artıyor, ay bir rahatlıyorum kardeş. Pereja kolonyası dökülmüşcesine, petek petek ferahlıyorum vallah.


Enivey,

İstanbul'dayken saçlarından yakaladım ramazanı. Ramazan bambaşka bir ruh hali. Küçükken bir anda mecburiyetten huzurlanmışız gibi hissederdim. Toparlan, şimdi huzur zamanı. Ziplenmiş bir huzur. Televizyonlardaki dönüşümdendir. Koca bir masada toplanmış, afacan torunların bardağına kola döktüğü nine-dedeli reklamlar falan. Herkes mutlu bir arada olmaktan. O masada yaşananlar, o akşam yemeği sanki saatler, on saatler sürecek. Öyle iştahlandırıyor. Gazeteler hemen kutsal kitaplar olsun, peygamber öyküleri olsun, çeşitli hediyeler verirlerdi. Hala veriyorlar sanıyorum. Belki vermiyor, link veriyor, internetten bak diyor. Olabilir. Wikipedia'dan peygamber öyküleri. O dram ilüstrasyonların yokluğunda. Renkler ağlıyormuş gibi, koyu koyu olurdu. Bordo, hardal sarısı, yüzler lekeli lekeli. Zaten çoğu kısmı sakala gidiyor, siyah. Geriye kalanı da boz renklerde. Kahverengiye dönük. Belki gazete basılırken üstüste binmiş karşı sayfayla. Peygamberin yüzünde karşı sayfadan bir kaç harf, ödünç. Veyahut tam tersi, çizimler, içinin boyalarından ayrışmış. Senkronize olamamışlar. Ayrık dururlar. Dış çizgiler içsiz, içler dışsız.

Bir keresinde Erdek'e gitmiştik, dram ötesi bir yerdi. Yol üstü mü uğranmıştı, başka yere mi geçilecekti veyahut kaç gün, ne amaçla gidilmişti, bilinmez. Bayram olsa gerek. Okumayı yeni öğrenmişim herhalde, gazeteyi köşe bucak okuyorum. Deniz kenarında, bir ağacın gölgesine sığınmışız. Saçmasapan deniz çantalarının yanında gazetenin bir sayfasına tekrar tekrar bakışımı hatırlarım. Yarım yamalak anladığım sözcükler. Kabe'de facia: Yüzellibin kişi birbirini ezmiş. Kaç kişiyse artık. Şeytan taşlarken bir karambol mü oluyor... Sana da zahmet oluyor şimdi, sayıklamalarımı okumak. Emin olmadığın şeyden ne bahsedersin işte. Ama mevzu açıldı bir kere. Durmak yok, saçları yola yola devam. Üstte büyük bir resim, durumu ilüstre eden, faciayı tasvirleyen. Şeytana vururken evdeki bulgurdan olmaca. Nasıl korkmuştum, nasıl içime işlemiş. O zamanlar dinle ilgili pek çok ayrıntının yaptığı gibi. Tüm o dini çizimlere hapsolmuş koyu renkler, bemolü-diyezi bol ilahiler, badem bıyıklı televizyon imamlarının ses tonu, bilmediğim, yakınından bile geçmediğim, tanımadığım, bende kredisi eksik kalacak bambaşka hayatların yaşandığı izlenimini uyandırıyordu. Sonradan hayali bir akraba evinin sandıklar ve yüklüklerle dolu arka odasında kikirdeşen başörtülü kızların nefeslerinin tencerede kavrulan arpa şehriye gibi koktuğunu hayallendim. O havalandırılmadığından yazdan yaza veyahut kıştan kışa çıkarılan elbiselerin, bluzların acı kokusu burnumda tüm burukluğuyla canlanır. O gece sohbetleri, büyüklere sınırsız çay ikram edilen. Erkekler salonda, televizyon önünde toplaşmış, kadınlar arka odada. Bir odada onlarcası. Onların arasında da yaşla ölçülen bir hiyerarşi. Çorap renkleri kakao köpüğü, deve tabanı, bej. İnce çorapların rengi bile bacağı göstermez. Kiremit kırmızısına, saçma bir turuncuya boyar. Otobronzan marifeti gibi. O odada şeker çaya atılmaz, bardağın kenarında durur, kıtlama yapılır. Geviş getirir gibi, incecik ağızlar oynar hep. Dudak kenarında yemek kalıntıları. Dişler hiç fırçalanmaz. Takma dişler ama, fırçalanır. Gerçeğini niye fırçalamıyordun be kadın! Altın dişler, ah, o altın dişler. Bize estetik gelmese de, yakışmasa da herkes yaptırıyormuş/yaptırmak istiyormuş Azerbaycan'da, annem söylemişti bir keresinde. Ananeme bakan kadından duymuşmuş. Güleyim mi ağlayayım mı bilememiştim. Koluna bilezik edip takmıyor da, dişinin üstüne koyduruyor.

Benzer şekilde beynime kazınmış anılardan bir tanesi de, evde tekli koltuğa oturmuş Nokta dergisi okurken televizyonda Show TV'nin önderliğini yaptığı "beş dakikada beşiktaş haber furyası"nın gergin müziği ve sonrasında yine televizyonda çıkan Seda Sayan "Sseviyor mussun? Seviyorum. Bir daha sssöyle. Seviyorum. Bir daha. Seviyorum. BEN DE SSSENİ, SSSEVGİLİM." diye diye tısladığı, kamçılı kadıncasına sadomazo arayışlardaki şarkısı. Tam o sırada Bursa'daki baltalı sapıkla/katille ilgili bir makale okuyordum ve nedense bu gergin aşk şarkısı, baltalı bir katile şahane bir fon müziği oluyordu. Sonraki yıllarda ne zaman duysam, elimde Nokta dergisi, tekli koltuğa büzüşmemi hatırlarım. Hazırlık sınıfına gelene kadar, belki daha da uzun bir süre karanlıkta uyuyamayışımın, görüldüğü üzere zilyon sebebi var.

Şimdi de biraz hafifleyelim. Ağdalı hayatlardan özümüze dönelim. Bizim hayatlarımızda ağda, sadece bacağa, kol altına uygulanır şekerim. Ayşarman yaklaşımlara akalım hadi, arkayı beşleyelim. Light ramazanlar! Bu tip ramazanla ilgili en sevdiğim şey, güllaç isimli sütlü-yufkalımtrak tatlı, bir o kadar en sevmediğim şey ise ramazanda dedikodu etmek günahtır diye Şenay Düdek-Müge Anlı programının "iftarda-sahurda ne yemeli, önce su mu içmeli, üzerinize afiyet hurma mı emmeli" temalı dandik programa dönüşmesiydi. Konuk olma sırası memede cömert ablalardan, doktorlara-diyetisyenlere geçerdi. Senelerce bu iki yüzlü dedikodu molasından bıktım. Herkeş oruç tutuyor, yemiyor da, ben niye dedikodu orucu tutmak zorundayım yahu! Sırf onları seyretmek için erken uyanıyorum, battaniyemle televizyon karşısına geçiyorum, olana bak! O yüzden Stokholm'den bu açığı kapatıp, Ramazan boyu olmasa da, bu post boyu tam gaz dedikodu yapmayı planlıyorum. Bir çeşit ağıt yakacağım böylece, dedikodusu eksik, ahlak kontrollü, tatsız-tuzsuz ramazanlara.

Olimpiyatlara katılmadan, kendiliğinden bronz madalyaya dönüşen Eda Taşpınar var ya, meğersem old fart Nurettin Has-Man'ı aldatmış ve üstüne üstlük Yunan tanrısı vücutlu yeni sörfçü sevgilisi Bora Efilefilgil'le evlenme planları da kuruyormuş ve Nunu bu durumu duyunca fena alınmış ve demediğini bırakmamış. Çünkü 7 (yazıyla yedi) kere evlenme teklif ettiği halde, bu lise sonda Rabırt Kalıc'dan atılmış, bu babasının arkadaşıyla aşnafişna yaptığından evden uzaklaştırılıp yurtdışında okutulmuş yavru, bu son mohikan görünüşlü sosyetiko, ona bir keresinde bile "EvEt AshkıMmM" dememiş. Shame on you, NUNU! Kıçının kıllarının ağırdığını görüyorsun da, bu kızın prestij ailesine katılmak için seni hayvancasına kullandığını, senin de bu esnada onun hem etinden, hem sütünden, hem bambaşka fasilitelerinden yararlandığını bilmiyor musun, durumun farkında değil miydin? Andropoza girdikten sonra yüzün ninelere dönmüş, erkeklik hormonu çiş olmuş akmış gitmiş o pipiden. Dede olsa iyi bak, kadınsılaşıp nineleşmişsin bir de. Ha un ele anaya bağlamışsın. Bu kızla beraber ilerki yıllarda çekirdek mi çitleyecektin balkonda? Bu birinci veryansın.

Sibel John Miami dönüşü, Amerikan rüyasının mahmurluğu gözlerinden gitmeden, evde ne buldu da Sulhi Aksüt'ten şeyediyor? İkinci veryansın bunun cevabını bilmeyen arkadaşlarıma gitsin. Vaktinde Sacit abi çarşaf çarşaf yazıyor, okumuyorsunuz. Sonra da spekülasyon çok afedersün. Erkekle mi şeyediyormuş. Tövbe de. Evde diyorum, içinde de altınlar ve çeşitli değerli taşlarla paracıkların kuzu gibi yattığı bir kasa varmış da... Karahan Çantay'la vidyolu çapkınlık yapmazdan önce, kotgillerden Hakan Ural'la evliliği esnasında biriktirdiği çok nadide taşlar falan. Bayii ekstralarında babydollumtrak elbisesinin kenarını tutup, bacağını aça aça bir o yandan bir bu yana sahneyi arşınladığı yıllardan kalma. Hey gidi. İşte, o kaşıkçı elmaslarının falan durduğu kasayı Bay Aksüt, karısından izinsiz gelip açtırmış, paraların yerinde yeller esiyormuş kadın geldiğinde. Kadın derken, biraz zor da olsa Sibel Can'ı kastediyorum. Bak, ne büyük bir şokla karşılaşıyor. O okyanus ötesi uçuşun, o biçimsiz bulamaç uçak yemeğinin, o şiş ayakların üstüne, kot pantolon düğmesinin gazla şişmiş karın üzerinde bıraktığı yuvarlak iz daha silinmeden, gördüğü manzarayı bir düşün. O yüzden de evden uzaklaştırma çekiyor, karar falan aldırmaca. Adeta Amarıkan suç dizisi. Siesaya gelesin. Şimdi "uzaklaştırma kararı çıkartıp ayrılmamın sebebini ifşa edemem, bu sır benle mezara gidecek" diyormuş John. Süthi Aksül de üzülüyormuş. "Benim de bir anam var, beni zan altında bırakmasın açıklasın (yiyosa)." diyormuş. Ben ona da üzüldüm kız. İşadamı sonuçta. Bu karısından hırsızlık sonucu çişadamı etmesinler sorna. BÖ. Çokkomük.

18 Ağustos 2009 Salı

Cinlendirenler

Şu gazeteyi internetten okumaya başlamam hayatımın en zor kabullenişiydi. Şu gazeteyi internetten okumaya başladıktan sonra da, kağıttan okumaya başlamak zulüm gelmeye başladı. Sonrasında, şu gazeteyi internetten okuyup da yorumlayan insanlar beni hayrete düşürdü. İnsanın her türünü, her kompleksini, her modelini gördüm, hatmettim yanılgısına sık sık kapılıyorum. Neyse ki, insan karakteri derya gibi. Farklı huyların kombinasyonu, permutasyonu bitmek bilmiyor. Her kombinasyonun neticesi farklı. Hepsinin kimyası ayrı. Çay bahçesinde arkamda oturmayanını da, internet marifetiyle gözlemleyebiliyorum. Ne mutlu ki. Böylece sevdiğim eski bir yazarın, okumadığım son kitabını da bitirmiş olmanın acısı benzeri bir acı, hiç çekmiyorum. Nasılsa kökü bir yerlerde ve mütemadiyen uzuyor. Beni cinlendirecek, hayrete düşürecek insan, hiç bitmiyor. Böylece hayat boyu eğitim görüyorum, açık öğretim görüyorum.
Gazete yazarlığı diye bir meslek var. Köşe yazanı var, günlük köşe yazısı yazıyorlar. Sağlık köşesi de olsa, dış politikayla ilgili de olsa, adam bir emek sarfediyor. Bilgilendirme amaçlı bir çaba gösteriyor. İçeriği her zaman herkese hitap etmese bile, birileri belki bir şey öğreniyor. Kollektif cahilliğimiz belki kenarından köşesinden eriyor. O yüzden yazsın, Güzin ablanın kızı da yazsın, 32 fontlu, cümlelerin her birini paragraf eden, satır başı eden kallavi köşe yazarları da yazsın, cümlelerinin arası beş yıldızla süslensin. Büyükayı-küçükayı hepsine feda. Veyahut Ayşarman var. Sevmesek de yazsın. O da çeşittir. Herkes bir olacak değil ya. Hatta onun bile imitasyonları var, caddede yaşayan ve kapının önüne inip North Shields'ta oturandan farklı, taa Maltepe'den gelip cadde arşınlayanlar misali, yakınından bile geçmediği bir hayat hakkında deneyimlerini yazıyor. Onlar da sağolsun. Minibüste rahat insan gözlemlemek için güneş gözlüğü çıkarmayan bir insanım madem, ayağıma kadar gelmiş varoşun hası, onu da okurum. Herneyse işte, uzun lafın kısası her tip adam yazıyor, bu meslekten para kazanıyor veyahut kimbilir kazanmıyor. Zevk için, prestij için, hayat jübilesinde bir köşeyazısıtoplamasıkitaplık saltanatı olsun diye yapıyor. Olsun. Ona da kocaman bir aferin yollayalım mı buradan. Radyocu kız ağızlarıyla.
Gazetelerin internette çarşaf çarşaflanması sonucu, sektörde yer açıldı da gazete yorumlayıcısı diye bir meslek de çıktı. Bu da, işgüzarlığın yirmibirinci yüzyıldaki karşılığı oluyor. Okuyucu yorumucusu, her şeye verecek cevabı olmacılık, öyle kolay kolay beğenmezlik. Ağız eğmecilik, büzmecilik. Gazeteci yazıyor, o değerlendiriyor. Bakalım, geçirecek mi bu kompozisyonu. Bakalım kaç verecek. Erken emekliler, geçkin kızkuruları, bu memleketin çözümünü rakı sofralarında arkadaşlarına anlatanlar ama bir türlü lafı dinlenmeyenler toplaşıp, özgeçmişsiz, hiç beklemesiz bu işe girdiler. Yirmidört saat internet başında, ataktalar. Çocuklarından kalma PC'lerin başına oturup, içlerindeki günlük hayat bilgeliklerini kusuyorlar. Gazetede yazmıyor, ama gazeteye yazıyor. Yazdıkları gazetede görünüyor. Hard copysinde değil belki, ama webde görünüyor mu, e tamam. O da seviniyor. Artık sesi duyuluyor. Peki. Buraya kadar da tamam. Açılalım. Oturmaya gelmedik. Sonradan rahatsız etmeye başladı beni, neden herkes okul müdürü? Neden herkes "bilmiyorsun, dur öğreteyim"ci. Neden herkes birbirine ayar veriyor? Neden hiyerarşisi olmayan ortamlarda, sanal ortamlarda bile bir hiyerarşi yaratmaya, birbirimizi ezmeye programlıyız? Ne oluyor hepimize ULAN? Eşitlik, kardeşlik, bilmemnelik diye yürümeyi, geri yürümeyi biliyoruz madem. Neden ilk fırsatta kuduz köpek gibi bir önem sıralaması, kademeleşme, rütbeleşme yaratıyoruz? Yazar günlük köşe yazısını yazıyor, o gelip yazara "olmamış" çekiyor. Alta diğeri gelip konuyla alakasız bir şey yazıyor. Diğeri gelip o konuyla alakasız şeye kontr gidiyor. Beriki ilk yazana ters gidiyor, sonra "ilk yorumu aslında ben yazmıştım, ama görünmemiş." diye rütbe iadesi dileniyor. Haddini bil, kendine gel. Sonra yorum seksiyonu başlıbaşına bir BBG evine dönüşüyor. Küfür, inceden küfür, inceden ayar merkezi oluyor. Herkes 24 ayar oluyor. Öpüşüp uzlaşanlar, "hayır efendim" diretmecileri, "en büyük Fener"ciler, a.q.giller, yazım klavuzu yedirip, sindirimlerini endoskopi, olmadı kolonoskopiyle gözlemlemek istediklerim, ki'ciler, de'ciler, bu ki ve de'leri hem kullanmayı bilmeyip, hem saça saça kullanmak isteyenler... Düşünce özgürlüğü olsun, düşünce özgür olsun. Ama düşünmeme, ama cahillik, ama cahil olup düşüneni bastırmacılık yasak olsun ARKADAŞ! ÖSS'yle, bilhassa Türkçe netine bakılarak bu mesleğe adam istihdam edilsin. Ha, bir de ne var bak, orada yazarın yazısına mouse'la dokunabiliyor, sağ klikleyebiliyor, altına döktürebiliyor diye yazarı babasının oğlu sanmalar, yorumladığı yazarın her gün onun yorumlarını okuyup, güne onun sözlerini düstur ederek başladığını düşünmeler, romantik kaygılar. Yahu, ne biçim bir açlık, ne biçim bir muhtaçlık bu. Ne kadar yüksek beklentiler, ne kadar düşük kalite eldeki. Ne büyük hayal kırıklıkları. Ne kadar çok söylenmek istenip de, içe atılan. Bir Youtube videosunun altında, vatanını Yunanlılara karşı savunmak gibi, nicklerin etimolojik kökenini araştırıp "sen zaten metalcisin/sabetaycısın/eski solcusun/yeni liberalsin/senneanlarsın/bennebiçimanlarım"cılık. Bir yandan diyorum, bırak dağınık kalsın. Böyle olması gerekiyor, o gaz, o karın ağrısı inceden çıksın böylece. Rahatlasın Türk insanı. Sakinleşsin. Bu tıkanıklık sanal yorumlarla, birler sıfırlarla açılacaksa, açılsın. Kaç gigabayt, kaç megaherz tutacak ki kendimizle kavgamız? Bir yandan da diyorum ki, çinicilikten sonra yarattığımız en muazzam sanat dalı sanal yorumlamacılık mı olacak? Neden böyleyiz? Neden değişemedik? Neden rönesanssız/reformsuz bünyelerimiz saten boya tutmuyor, her yerimiz parça parça dökülüyor, alttan sıvamız, çıplak çimentomuz görünüyor? Neden sıkışıp kaldık, böyle güzelsek be canım? Neden Avrupa'yla Asya arasında köprü olacağımıza, Avrupa'yla Asya arasında pestil olduk? Köprü olmanın, seneler içinde goygoylanmanın, stratejik bölge diye adlandırılmanın mükafatını kendini kral görüp, dilenci yaşamakla alıyoruz işte. Şişirdiler, şişirdiler, kalıbımızın adamı olamadık. Kendimizi doğru konumlandıramadık. Ya konveks, ya konkav mercek anacım. Bir gerçek boyumuzu göremedik. Ne fena. Haydi, Rafet El Roman'dan gelsin mi o halde, Gençliğin Gözyaşları desin mi?

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Güzel Marmara

Stanble'a geldim geleli hiç fotoğraf yok. Eskiden bu blog aile albümüydü halbuse. Burası Marmara Hukuk. Ben burayı çok sevmiştim. Vapurdan öyle bir çekmişim ki, her yerde L'ler.

14 Ağustos 2009 Cuma

Ortaya karışık

İsveç'teyken ayağıma oje sürerken mi ne, popomun altında kalan kumandanın azizliğiyle açılan oranın TRT'sinde bir belgesele rastlamıştım. İstanbul Üniversitesi'nin klasik kapısının da kolajlandığı bir takım görüntülerin arasına serpiştirilmiş, "Eski Dinci, Sonradan Çağdaş ve Yakın Zamanda Yine DinciMinci eğilimlerde Türkiye'nin Gençliği neye benziyor?" temalı, şahane bir belgeseldi. Röportajcı kadın mutlaka ki çevreden aldığı duyumlara uygun giyinmiş, nasıl mesela, üstünde bir uzun tunik, altında pantolon. Veyahut elbise, altında tayt falan. Hani her yola gelir. Eğer uygun ortam olursa flip flopla kısa elbisesini giyecek. Yok uygun ortam olmazsa, şalını başına örtecek. Yine de bir İsveçli, en paçoz İsveçli, en paçoz Avrupalı kadın, bir Amerikalı kadından yeğdir. Amerikan kadını, adeta kadınlığın bambaşka bir salkımsaçaklığını, kadınlık hallerinin defosunu, seri sonu mamüllüğünü, ihraç fazlası olma halini yaşıyor. Bir: Zaten ağızlarını cadde kızları gibi yaya yaya konuşmak ve ortamda olmayan bir arkadaşları hakkında atıp tutmak, ona nasıl da terso çıktıkları sözde diyalogları "dedim/dedi" şeklinde anlatmak faaliyetinden ekmeklerini çıkarıyorlar, hem de giyinmek, süslenmek sevmiyorlar ve bunun için takdir bekliyorlar. İki: AYAKLARINA CROCS GİYİYOR VE BUNUN İÇİN TANRI KATINDA, OLMADI BENİM KATIMDA YARGILANIP CEHENNEMİN DİBİNE GÖNDERİLECEKLERİNİ BİLMİYORLAR. CROCS, I MEAN, C'MON GENÇLER. Paletle gezin oldu olacak şehirde, pratik olur. Adımlar büyür. Crocslar yazlık izindeyken giydiğiniz flip floplarınızın içinde, leş gibi ayaklarınız, leş gibi tırnaklarınız, toynaklarınız. Üç: Her yola geliyorlar, zahmetsizler ve bu yüzden de dünya onlara bayılıyor. Dertsiz örtü adeta, kir de tutmaz, kin de. Dünyada hiçbir ülke yoktur herhalde ki, kadınını Amerikanın rahatlığıyla kıyaslamasın. Güzellik için demiyorum bak. O zaman Ukrayna falan filan. İki erkek arkadaşla dışarı çıkan her Türk kızının dinlemek zorunda kaldığı malum bayık sohbetler. Ukraynalısıymış, Rusuymuş. Yanındaki kıza gönderme yapıyor, hedef saptırıyor güya. O öyle anlatacak, o kız da diyecek "vay bak kaçırıyorum, çocuğun bende gözü yokmuş, gözü taa yükseklerde", sonra senle mi olacak? Hadi de ki bu ütopik fikirlerini gerçekleştirdin, Ukraynalıyı alıyorsun da ne oluyor? Pamuk hali, mermer gibi teni baki mi kalacak? Mezara mı götüreceksin? İki bebekten sonra karnı yere yaklaşınca, kaşı gözü stresten, et yemekten, yağ yemekten irinli sivilce dökünce, "onu giyme bunu giyme" vetolarıyla onu mahalledeki Cansever Giyim'e abone ettikçe, ayağına "gueaggghh, çok şükür" diye geğirip, şükreden ablaların giydiği burnu açık, mantarlı dolgu topuk ayakkabılardan giydirince o da Halime olmuyor mu? Oluyor. Ama bak, Amerikalılardaki rahatlık, koyver gitsincilik, yuvam yıkılmasıncılığa ek olarak Avrupa'ya maledilen "sürekli yalnızlar, anne babaları hiç sallamıyor adamları, kapının önüne koyuyor"culuğun kralı da kendilerinde. Yangelyatturizm güya ilişkileri. Her erkeğin hayali onlar. Yok canım. Külahıma anlat. Öylesi makbul olaydı, o zaman o erkek peşinden koşan da bir türlü bulamayan kadınlar piyasada dımdızlak kalır mıydı? Soruyorum. O zaman vapurda, kafede, barda, alışverişte yanımızdan geçip giden binelli tane kadından ayrı ayrı "mesaj attım cevap gelmedi/aradım açmıyor" duyar mıydık? Bak, bunlar da muhtaç. Bunlar da yazık. Sen önce kendi ülkendeki Çocuk Esirgeme Kurumu'na gitsene, daha büyük sevap değil mi? Bak, onun da yapılmışı var işte. Bak, hazır kadın her yerde. Neden sanki rahatı istiyormuş, zahmetsizi tercih ediyormuş gibi triplere giriyorsun? Ondan, erkekler aslında bize bayılıyor. Fettana bayılıyor. Kaprise bayılıyor. Ama söze geldim miydi, vay yabancı kadın bambaşka. Yabancı kadın insanı rahat bırakıyor. Bunlar pazar kızıştırma taktikleri ve kimse kanmasın lütfen. Bu mesajı onbeş kişiye daha şeyyaparsanız bu kötü şans bozulacak ve bir anda zenginleşeceksiniz. Ahanda şuraya yazıyorum: Bunlar tamamen ekonomiyi, piyasadaki huzuru bozmak için yaratılan spekülasyonlar. Öyle miden genişse, o zaman sen aldatınca kadının rahat davranması anının tatlılığını takiben, onun aldatışının nasıl midene gaz yapacağını düşün, ARKADAŞ! Kıskanmıyor nasılsa diye tüm arkadaşlarıyla yatıp kalktıktan sonra, acaba aynısını o da yapıyor mu diye uyuyamadığın geceleri hesap et şimdiden. Bak bakalım, kar zarar tablosuna göre hangisi daha karlı kısa vadede.
Ha, ne diyordum köpüklenmeden önce;
Kadın soruyor, cinsel hayatımızı soruyor. Bak. Cinsel hayatımızı soruyor, kızlar da yabancı ülkenin devlet kanalında diyor, "If we want, we can sex." Böylece ingiliş gramerine, English Time, English World isimlerinde Kadıköy arka sokak kurslarından yepyeni bir fiil ekliyor. İşi kolay kılıyor. You can sex, I know. Nasıl bilmem? Hepiniz saldırıyorsunuz üniversite birinci sınıfta, bir anda o erkekler neye uğradığını anlamadan kapanın elinde kalıyorlar. Sonra bu kızlara soruyor röpcübaşı: "Yaptınız mı peki?" Cevap da hiç şaşırtıcı değil ne yazık, yalan refleksi, İsveç devlet kanalı da olsa, sorumluluk bilinci epey yüksek: "No." Çünkü evleninceye kadar saklamak istiyormuş da. Özel olsunmuş. Olsun. Bu kızlar beyin denen şeyi annelerinden miras alıyorlar direktoman. Vücuda ekli gelmiyor o parça. Annenin eskisini kullanıyorlar ya. Anne sözleri ağızlarında. Özel olacakmış, güzel olacakmış. O kukuya gelesiye, nereler var kıymetli. Onlar için hususi öğüt veriyor mu o anne? Yok. Bir tek o kuku, saklanmalı. Yangında ilk saklanacak şey. Kukumav kuşları sizi.
Sonracığıma, şimdi de görüntüde Nevizade var. Dejenere gençlik, elde biralar. Ooo. Röpcü hemen onları enteresan bir tür, çölde Alaska kurdu misali inceliyor. Soruyor. Dinle ilişkileri nedir, Allah'a inanıyorlar mı? Ailelerinde dinci var mı? Namaz kıldılar mıydı? Kızlardan bir tanesinin kafası iki milyardan, üçe doğru atan bir taksimetre. Üstelik gece tarifesinde. Kız ilk başta "rahatım ağbeaa, yemişim dini, tanrıyı" modlarda. Sonrasında kendine ayar çekiyor, diyor "I pray to god every night. I say, thank you for everything. Every night before I sleep." Tabii röpcü bizim ülkedeki hassas poponu yiyim ayakları bilmediğinden, kızı bir yere oturtamıyor. Soracak gibi oluyor. Kızın klasik kabarık, bukleli, metalci saçları, yüzünü kapatıyor. Görüntü değişiyor. Ülkeme bir kere daha hayran oluyorum.
Bunu anlatacaktım işte.

13 Ağustos 2009 Perşembe

Şefin tavsiyesi: Yemekteyiz buğulama

Günün sözü: Emeksiz yemek olmaz.
Bir Yemekteyiz güzellemesine daha başlayalım. Ama lütfen ev sahibi gelince, hüpürdetmeden, aynı anda, marş marş.
Bardaklarda leke vardı. Yemeklerden kedi tüyü çıktı. Üstüme bir yük çöktü. Kuş uçtu, kervan geçti.
Yemekteyiz isimli fevkalade eksantrik programı herkes biliyor ve yine herkes önce saf köylü kızları gibi eliyle ağzını kapata kapata güldü bir süre, sonra ezdi, şimdi de akşamlarına soğuk mezelerden ezme etmiş, yiyor. Eşşek gibi bu programı seyrediyoruz çok afedersün. Ve seyretmeye de devam edeceğiz. Ömrümüz yettikçe. Ve ömrümüzü yedikçe.
Aslında bu programın adını oy birliğiyle değiştirelim. Halk çikolatadan yapılmış oy pusulalarını, lahmacundan dikilmiş sandıklara atsın, iradesini göstersin. Zira bu programda gerçekleşenler adeta bir milletin iletişim yeteneklerinin gayriresmi tarihi. Yemekteyiz değil, adı "Çarşıdayız", "Bardayız", "Evdeyiz", "Gezmedeyiz", "Komşudayız" olsaydı da aynı çekemezlik, aynı çingenlik, görgüsüzlük gerçekleşebilirdi anacım. Farklı bir durum ortaya çıkmaz, sadece fon değişir. "Kuafördeyiz" yapsan mesela ismini, fön de değişir. BÖ. Çokkomük.
Yemekteyiz'i Ekşisözlük'teki abilerim-ablalarım gibi bir adım geriden uzlaşmalı, Sertaberenerli, sanki bir anda içeriye bir turist girmiş de ona, hiç izlemeyen birine anlatıyormuşuzcasına triplere girmeyelim. Beş adamı, beş gün bir sofraya oturtsan ve ne yemekleri yapan, ne de yiyen o yemeklerden haz almasa ne olurdu? Bunun resmini Abidin çizsin ve o resim Show TV'ye wallpaper olsun, yemekteyiz.biz.var.ya.biz ofisyel websitesine de kapak da olsun, arka kapak da olsun. Böyle de bir program, adeta bağımlılık. Öldürmüyor, süründürüyor. Hasta ediyor, ciğerlere yerleşiyor. Aman evlerden uzak. Benimkine değil. Benim gibi insan izleme manyağı için görsel şölen. Hatta seneye IF Film Festivali'nin tahammül zorlayanlar kategorisinde tanıtılan geceyarısı film gösterimlerinde, sabbaha kadar ardarda izletilse bir sezon, o kaffaları var ya, o Asmalımescit sarhoşu, o Otto, Ghetto kaffaları çok güzel cilalar. Sonra sinema salonunda tüm seçkin üniversite mezunu, seçkin danışmanlık şirketleri ve bankalarda çalışan çiftdilliler (hem ingiliçce, hem türkçe, hem fettanengiz dillerde) fevkalade elit, Havzkafe'de bir kahveye on tele veriyor diye sevinçten çıldırasıyalar da saçlarını yola yola "aney aney" diye şarkı okurlar. Ne Bambi, ne Bumbi, direktoman soğan ekmek, Anayurt Oteli'ne bağlarlar.

"Kim geliyor bu Yemekteyiz'e, bu insanlar nerden çıkıyor yahu?" diye sormamak gerek. Gerek derken, sizi tenzih ediyorum, Otto tayfası. Ottomanlar. Zira cümlealem tanış o tiplerle. Hepsinin prototip, silikondan dökme kalıp model misali, temsil ettiği kitleyi tanıyoruz. Oradaki o polyester bluzlu, koltuk altı fenamena kokan kızları, o hanzoluktan kırılan ama serçe parmak havada yemek yiyen beyefendileri canıgönülden seviyoruz. Her birini çatalları, bıçakları, kaşıkları, tekrar kaşık, çatal, bıçakları ve küçük kaşık, çatal, bıçaklarıyla Brezilya pembe dizileri düzeyinde yapmacık lüks sofraların başında görmedik elbet. Şimdi bir yaşımıza daha girdik ki, mobilya dükkanlarının showroomları estetiğinde düzenlenmiş, yan yana dizilmiş koltukların süslediği, yalan deri kokan salonlarına misafir olup da görebiliyoruz.

Programın en sevdiğim kısmı: Yarışmacıları konuşturuyorlar, masada olanları yorumlatıyorlar. Aynı CNN Türk "Oradaydım" programı ciddiyetinde, bir kuru sandalyeye oturtmuşlar. Fonda yemekleri yiyilip bitirilmiş, o delibozuk sofra. Alkol dolu bir gecenin ardından, sabah yastıktan başını kaldıran bir kadının yüzü gibi, tüm makyajı akmış. Albenisi tarumar. Yaldızlı peçeteleri, memnuniyetsiz ağızların yağı ile lekelenmiş.
Başroldeki tanık için özel ışıklandırma; bir alttan, bir üstten, omuz gölgede falan. Gören de bu insan neye tanık oldu, ne anlatacak bu ciddi yüzle, çatık kaşlarla diye merak edecek ha. Türk kadınındaki ciddiyet sembolü çatık kaşlar. Ha un ele ana. Cepheye mermi, sırtında roketatar, tank taşıyan anneannelerimiz misali. Çatık çatık. Minibüse, otobüse binerken de refleks olmuş, çat'a dur. Minibüsçü meylediyor sanmasın diye, mutlaka ki bir ciddiyet. "Seninle sadece işin yüzünden muhatap oluyoruz ha, fazlasını bekleme, şuradan iki Göztepe alıver." dercesine. Cefakar Türk kadını. GÜLME, aslında kadın kaşını çatıp, o kaşla "Bacın sayılırım." çekiyorsa boşa değil, ULAN! Yolda mors alfabesi gibi, ısrarcılık ve gizli anlamlar yüklü tekrarlarla çaldığı korna marifetiyle yaya ve sürücülerle diyalog kuran, tek taraflı flört eden toplu taşıma aracı şoförleri Anadolu kadınını bu hale koymuş. Şimdi ortalık Ezogelin, Nazocan. Ortalık botoks tutmaz kaş arası çizgisi. Vaktine sen sırtında tank taşı, ordu taşı, bölük taşı, şimdi fantazmagorya şeyler başına gelemeden minibüse bile binemiyorsun. Vallahi medeniyet gelmekle iyi mi etti, kötü mü etti, bilemedim kardeş.

Yemekteyiz'e son çıkış:
Gölgedekilerden sırası gelen diyor "Kapıda karşılaması... güzeldi. Fena değildi yani. Çok istekli değil, soğuktu. Soğuk derken, sanki bizi umursamıyor gibiydi. Ben şahsen rahatsız oldum." Bir paragraflık laf bile etmiyor, ama altı-yedi, çok zorlar ve özne-yüklem düzensizliğinde sapıtırsa sekiz-on kere kendiyle çelişebiliyor. Bir de işin güzel tarafı "iyi, güzel, lezzetli, kötü, bayat" gibi her eğitim düzeyinden vatandaşın, Türkçe'yi bilmekle kendiliğinden öğrenmiş olacağı kelimeleri, niteleme sıfatlarını tekrar tekrar açıklıyor. "Ekmek bayattı." demek kesmiyor mesela, yeterince ikna edici bulmuyor. Başlıyor tasvire. Bayat derken ne demek istediğini, kendisinin şimdiye kadarki hayat deneyiminde (ki varoş ağızlarda her zaman yaşantı denir bu duruma, istisnasız) bayatın ne demek olduğunu, masadaki ekmeğin halini, Tabu oynuyormuşcasına, bayat kelimesini kullanmadan, çevire çevire anlatıyor. Sonra en başa dönüyor, yolunu bulabilirse. Bitiriş cümlesi kuvvetli dursun diye, "yani" ile bağlayarak tekrarlıyor: "Yani ekmek bayattı."

En gözalıcı, çalmadanoynarbizimayılar tarafı da, yeni formatta süpppriiiz kısmı eklenmiş ve ne mutlu ki yarışmacılar birbirinden korkunç yemekleriyle yarıştıkları yetmemiş gibi, bir de bet sesleriyle olsun, külot izini belli eden dar elbiseleri, erkekler kilo ile döktükleri terleriyle şarkı söyleyip, dans ediyor. Bu danslar edilirken karşılıklı yazışlarda olanlar iş bağlıyor, küsler barışıp cankan oluyor. Daha ne olsun? Dur dur, baştan say.
70 milyon parizyen tek yürek oldu, bizi izliyor.
Kilit itham cümlesinin "Sen mi yaptın? Hazır mı aldın?" çoktan seçmelisi olduğu bu nefes kesici yarışmada, bir süre sonra yarışmacılar öfke salyaları saçarak halı ve peçetelik için bile üretim yer ve tarihi ayrıntılarını ev sahibine sormaya başlayacaklar. Ama önce illa ki çorba. Her evde çorba pişer en azından sanıyordum, bu yarışmayla dünyaya bambaşka bir ayarda bakmaya başladım hakikaten. Her şehrin farklı yörelerinde senelerdir yöresel yemek programı yapıyorlar binelli tane. Onlar figüran mıydı yahu? Senelerce koca kazanlarda, gömme odun fırınlarında "tümteme, süpseme, gıtlama, lüpürdek, sımsım" gibi tuhaf sound eyleyen yemekler pişirmedi mi milyar tane yaşlı insan? Yok, yalanmış dostum. Truman showmuş hepsi. Bizde de bu kadar Turuman şov.
Çorbanın ardından masada zevksizce tabaklara ittirilmiş zeytinyağlılar. Kupkuru salatalar. Sonra yemek. Yemek derken, yemek gibi bir şey kastetmiyorum. Pastanelerin biraz da kar amaçlı yemek çırpınışları olur ya hani. Menülerde fotoğraflarla tasvir ettiği. Kafedöpari soslu şey. Bakın, bunu umut ediyoruz. Bir şey pişirip, en sonunda bu fotoğrafa benzemesini umut ediyoruz. Allah sonunu benzetmesin. Sonracığıma aynı menüdeki o makarnalar, saçmasapan soslarla. Veyahut et, balık, tavuk, yine kedi kusmuğu bulamaçların içinde. Yanında kızarmış patates ve yeşillikle gelir hani. Şahtın, şahbaz oldun, bravo. Orada patron iki kuruş patatesten kaçınır, yalandan salata koyar, ki kızartması cebinde kalsın. Ne zaman yense, en iyi ihtimalle sadece mideyi bozar. Aynen o hesap yemekler. Yemekteyiz'de de bu korkufilmi yemekleri kimse sevmiyor, o onu sevmiyor, o da öbürüne gidince sevmeyecek, sevmemedeyiz, yememedeyiz, allahbelanıversindeyiz. Sonra tatlı ikramı. Nerede yaptın ya, sosunu şeyle mi yaptın? Hazır şey vardı, ona süt karıştırıp mi yaptın? Yoksa ineği bile kendin sağdın ve hatta elinle mi beslemiştin? Kreması ekşi mi olacak, şerbeti tatlı mı olacak? Fazla pişmiş, kuru mu olacak? Ooh, sonra da Türk kahvesi. Türk kahvesi fincanı olmayan mokaçino-papiçulo bardaklarda. Garibanlar kahve mi gördüler ULAN, sayenizde bir starbak gördüler. Böyle başa, böyle starbak. Sonra yemek ziyafeti bitti diye, müzik ziyafeti işte. Yediğiniz lastik gibi etler kesmedi, şimdi de sallanan et ziyafeti. İlla ki hafif muhafazakar yarışmacının mahçup, yerinde saymadan ibaret dansları eşliğinde. Diğer etçil bayanlar löpür löpür. Sonra arabada beş, evde onbeş. Puanlamalar. Hep gerekçelendirmeli. Yargıtay bunlar kadar gerekçe yazmıyor vallah. Yazsa da tevede okumuyor ki böyle bedavadan dinleyelim. İşte orada veriyor herkes puanını, sonra eve gidiyor. O yaldızlı elbiseler çıkıyor, naylon çoraplar suya basılıyor. Mutfağa gidiliyor, ekmek kutusundan BİM, MOPAŞ poşeti çıkarılıyor. İçinden yarısı gündüzden yenmiş ekmek, dolaptan biraz peynir zeytin. Al sana yemekteyiz. Al sana dizi. Asıl kısım evde çekiliyor.
Ben, şahsen, kendi adıma iddialıyım yani. Başkaları adına konuşmak istemiyorum, çünkü bana düşmez. Herkes kendi iddiasını iddia edebilir. O yüzden daha fazla sözü uzatmak bile istemiyorum. TEK kelimeyle: şahsen iddialıyım. Ve bu iddiamın da sonuna kadar arkasındayım. İddialı olan başka bir rakip göremiyorum. Çıkışta Tarabya Yakamoz'daki sahneme beklerim.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

İstanble Upon

Canım insanlar, sonunda bana bunu da yaptınız! Tam 7 saat ruh hastası titizliğinde başına oturduğum AyşarMan yazımı bir tuşa değip de silmenin hırsıyla, ilerde aynı şekilde elimin tersiyle sildiklerimi RSS'den bulabileyim diye, gittim Google arama motoruna açtırdım ya sitemi. Yıllar sorna. Bir gün daha aynı cinnet başıma gelmesin, ağlama krizlerim dinsin diye. Daha önce bu blogu, mabed misali, el değmeden saklamak ümidiyle fellik fellik kaçırıyordum ya cümle alemden. MSN dostlarımdan, sanal muhabbet tellallarımdan. Muhatap olacağım "niye öyle dedin/beni mi kastettin/sen anama laf mı ediyorsun/aaa böyle düşündüğünü hiç bilmiyordum, İLAHİ" feedbacklerinin önünü, arkasını kuşatmak, kendimi sakınmak için. Sanki yazdıklarım süperultramegaturbo gizliymişcesine. Ahanda işte bak ne oldu. Google'a boyun eğdik, Google'ın köpeği olduk da ne oldu.
Ordu'da, Yozgat'ta, Kuşadası'nda, Trabzon'da, Antalya'da vatani görevini yapmakta olan gencecik delikanlılarımız! Evde bilgisayar yok diye netkafelerde kamera açıp, kız bağlayanlar! Yapayalnız bir cinsel hayata demir atanlar!
Çarşı izinlerinde, doluştuğunuz, ismindeki A harflerini tabelalara @ şeklinde yazmış, espiri pınarı netkafelerden Google arama motorunuza "mini etek", "turist+mini etek", "mini etekli turist" diye yazıp da siteme geldiğinizde aradığınızı bulamadığınız için çok özür diliyorum. Ama sizler için yazan bir AyşarMan var, bacakları da var, sarı saçları da. Hemen reçetenizi yazıyorum, ilacınızı en yakın gazete bayiiden cüzi bir ücretle temin edebileceksiniz. Ayrıca üzülmeyin, nasılsa İsveç'te yaşıyorum. Bundan sonra düzenli olarak sizlere otuzbirhattaotuzikiotuzüç hizmeti sunacağıma and içerim.
Bir de söylemezsem olmaz, Tahran'dan bağlanıp da, sırf Google images'tan 5 dakikada bulduğum memesine buz süren kız fotoğrafını görmeye gelenlere de teşekkür ederim. Ben "Stockholm sıcak" demek istemiştim, siz "soğuturum anamm" demeye getirmişsiniz. Varolun.
Bu meni imparatorluğu sizlerin katılımıyla, omuzlar, neler neler üzerinde yükselecek.
Gelelim diğer kesime;
"Flavor Wave turbo fırın" dediniz, üzmedik. "Flavor Wave arıza" dediniz, keza, üzmedik. "Flavor wave ucuz", "Flavor Wave fırın yorumlar" yazdınız, sizleri hayal kırıklığına uğratmadık. A Takımı'ndan zenci adamın kariyerinin serbest düşüşünü anlattığımız yazımızla, sizlere yardım ve yataklık ettik. Bir milyoncu dükkan olduk kamu hizmeti uğruna. Çin yapımı biblo, dandik saat, su püskürten şaka tabancası, dallı güllü imitasyon küpe olduk. Tüketiciyi koruma derneği olduk, Doğubank olduk.
"İbo güzel elbiseleri giyip kuşanacağım" yazdınız, size şarkı sözü sitelerinin bam güm açılan reklam pencereleri olmadan, tertemiz bir Yıldız Tilbe yazısı sunduk. Siz de onu popinizle okuma fırsatını, çok şükür, kaçırmadınız. Biz de, halk için edebiyat, halk için taşlama yapmış olduk. Halka rağmen, halk için, halka halka. Bir denizyıldızı atalım dedik, denize geri. Bir sunatanaltay atalım dedik. Bir tavuk suyuna çorba mayalayalım dedik. Tüm popolare kültür gözlemlerim, Google search barınızdaki salyalarla birleşip, analyticse veri oldu, can oldu kan oldu, tsunami oldu, geri geldi. Hepinizin allahbelasınıversin.
Google arama motoruyla katıldığım bu jet ski alemlerden jet skiyle kaçıyorum ben. Google'a tesettürleniyorum, hem de bunun için teşvik bile beklemiyorum. Pirinç, bulgur, il olma vaadiyle kandırılmadan, blogu tesettürle süslüyorum. Ben de Tayyipçi oldum ağbeaaa.
Bir de onca zahmete girip, Chicago Illinois'ten bağlanıyormuşcasına Vtunnel'lı arkadaşa şunu söylemek istiyorum müsadenizle;
Ne olur zahmet etme güzelim, İstanbul'dan bağlananım çok, arada kaynarsın. Cağğnım Mac'ini engelletmene lüzum yok. Ondan bağlananım da çok var. Hususi senin kim olduğunu araştıracak, bulacak değilim. Ayağın alışmış madem, saatlerini geçiriyorsun bu sitede. Madem gözünü kırpmadan gözetlemek hoşuna gitmiş. Buyur gel. Otur. Bir çayımı iç. Köşede indirimli yalan pırlanta kolyeler, küpeler var, kulağına takmadan üstten tut, dene. Keza arka tarafta peluş hayvanlar var, gözü kah eğri yapıştırılmış, kah bıyığı kopmuş. Onlardan al bir tane. Kasanın yanında taşının rengi duygularına göre değişen yüzük var. Tak hele bir parmağına. Ben Stanble'dan kaçmışım, fitnefücurfettanfenafillah dünyaları arkamda bırakmışım zaten. O yüzden saklankaç oynamayalım. Ama diyorsan ki "suckmydick.com bağlantısıyla vallahi de Chicago'dan bağlanıyorum", o zaman hayatta durduğun yeri sorgulamanın vakti gelmiş. Allahsenindebelanıversin.
"İstanbul 3G'ye bağlamış." diyor ya şair. İstanbul hakikaten g'lere bağlamış. Üstelik 3 taneye değil, 13 milyon tanesine.