31 Ekim 2009 Cumartesi

Bir direnişin öyküsü : Çarşı, Bono'ya da karşı

Böyle yarım kalmış, devamıvar nitelemeler olur ya gazetelerde veyahut film festival kataloglarında; bir direnişin öyküsü, yürekburkan bir dram falan gibi. Şakkadank diye iki noktanın ötesine de bir isim koyunca al sana hazır başlık.

Geçende Deniz, Bono'nun nasıl da çakma mesih olduğundan bahsetmişti, taa o zamandan ona düplik mahiyetinde bir şeyler yazayım demiştim. Kısmet olmadı. Şimdi tesadüfi bir Elton John şarkısı vesilesiyle, şahane bir benzerliğe daha parmak basmak istiyorum. Bir yanda gergin adam rollerinin, hem komiği hem psikopatı aynı yapmacıklıkta oynayabilmelerin adamı Robin Williams; diğer yanda suya sabuna dokunmadan, fakir ülke seyahatleri esnasında jetinin arka koltuğuna kurularak şıpınişi politik çözümler üreten, Beyaz Saray friendly, 21 yüzyılın şık isyankarı Bono. Tabi adam hayata başka bakıyor ağbea, pembe gözlükle bakıyor ya. O çözüm üretmesin de biz mi üretelim? Kıymetli evrak gibi adam alimallah, bonoçekpoliçe.





Bunun yapılmışı varmış meğer. Tespitim tesbih olmuş ellere, dillere.

Ne diyordum, tesadüfi bir Elton John şarkısı. Aslında Elton John'la Sayın Williams'ı benzetecektim de, gönlümce fotoğraf bulamadım. Şimdilik Bono'dan akustikakademik bir parça geliyor: Diplomamı dürdüm de yedim.

27 Ekim 2009 Salı

Karılar koğuşu

Bizde porno sektörü gelişmiş olsa, şu Türk edebiyatının demirbaş eserleri ne güzel isimlendirir her bir filmi, değil mi? Kablolu tv satın aldığımızdan beri geceleri bilhassa onbirden itibaren bir vurpatlasınçaloynasın başlıyor onuncu kanaldan ötesinde. İsimler hep şakalı, hep gülmeceli güldürmeceli. Fiillerin yan anlamlarına abanmacalar, deyimlerden deyim beğenmeler, klasik filmlerin isimlerine göndermeler, ne güzel... Adam şeyiyle düşünse bile, şeyinde bile beyni var adeta çok afedersün.
Neyse, mevzu o değil. Mevzu şey, dün İsveççe kursuna başladım, yine. Dil kursu deyince ağzından incecik salyası akanları hazrola davet ediyorum; öyle modern dekore edilmiş, Taksim'de havalı eski binaların renove dairelerine yuvalanmış estetik eğitim merkezleri Goethe, Cervantes falan gibi değil bu dediğim, devlet kursu. Kitle de öyle multilingual, entellektüel, şantellektüel değil; acilen İsveççe öğrenmesi lehine olan gözleri sürmeli Arap kızları, kocalarının fabrikasyon iş hayatı sebebiyle buralara göçmüş, çamaşırsuyu kokan fenafillah Türk ezogelinleri, master yapmaya gelmiş Bangladeş'ten bir kader mahkumu, ondan sonracığıma, fil gibi bir kadın (Tetris ülkesinin doğu blokundan gibi geldi bana), Azerbaycan televizyasındaki tolk şovdan ışınlanmış, şarkısı bitince "diline, yüreğine sağlık" diye teşekkür edilesi bir süperstar makyajlı dilber, arka taraflarda çarpma işlemindeki bir ve toplama işlemindeki sıfır misali etkisiz eleman iki silik kız, onların bir önünde iki kişilik yer kaplayan, gönlü de totosu da büyük bir abla, adeta bir Totoro. Böyle kadroyla geçtim İsveççe öğrenmek, şey bile yapılmaz. Bak adını koymadım, o derece açık bıraktım ihtimalleri.
Daha önceden anlatmamıştım galiba, geçen kış gibi Serhan'la akşam kursuna gittik devletin. O seferki kitle de işçi partisi gibiydi. Derslere polyester eşofman üstüaltıyla gelen Romen antrenör imajında kamyon şoförü adamlar, makarna fabrikasında çalıştığı için hamur işlerine şüpheci yaklaşan Polonyalı canım Bartuş, metdanıtta patates kürekçisi, literally Hint fakiri abiler, ablalar. Egzersiz kitabımız bu globalleşme sınavında kaydırma yapıp da hayatta bir yer tutturamayanlara uygun hazırlanmıştı hem. İş ve işçi bulma kurumuna gitmeyi, iş dilenmeyi, paraüstü saymayı, "Kusura bakmayın, sizinle aynı dilden konuşamıyorum. Ayrıcalıklı bir ülkede doğup, ciğerime polo şeker gibi ferah nefesler döşemeyi becerememişim. Şimdi ayağınızı çekebilirseniz, altını da paspaslayabileyim, beyim." demeyi öğretiyorlardı. Biz de bir süre fiil çektik, bıraktık. Bir gelişme göremedik. Hocalar İsveçli değildi bikere, fevkalade İsveçsizdi. Aksanları bozuktu, eğitmen nitelikleri büyük ihimalle evdeki mürekkebi sararmış bir diplomada dinleniyordu.
Konuyu dağıtmayalım;
Gıcır gıcır karılar koğuşumda sınıfın gözdesi, eğitimli Türk pozisyonunu başarıyla dolduracağıma inanıyorum. İlk günden Dame De Sion'a başladığımda (ki yirmi gün sonra bu hikaye cehennemden gelen bir telefonla Burakbora (g)ailesine yedekten katılmamla sonlandı da hayatı acı sosla yemeye başladım) yaptığımız gibi, bir isim kartonu hazırlayıp üstüne adımı, altına da Turkiska & Engelska yazdım. Bu hamlemle devasa bir riske girerek, öğle tatilinde cep telefonundan bangır bangır Özcan Deniz, "sen beni üldürcen mi, çıldırDcan mı cınım?" dinleyen biri türbanlı biri sız kızların ilgilerini çekmeyi göze aldım. Her gün, haftaiçi her gün sabbah 8 buçuktan öğlen 2 buçuğa sürecek bu duruma ilaveten, haftada üç gün de şipora gittiğime göre, takdir edersiniz ki Tez Jeneratörü isimli programla tezim de bilgisayarda kendiliğinden yazılıyor.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Radikal Kiki


Habertürk isimli gazetede neredeyse iki kibrit kutusu kadar bir haber çıkanda, buraya bayrak misali dalgalansın diye koymuştum. Şimdi koymazsam, işte o an çok büyük haksızlık yapmış olmaz mıyım dostum?

Şaşı bak şaşır, vallah yarım sayfayı rezerve etmişler. Çekilin yoldan, geliyor kaplan.
P.S. Blogdaki halini 2.5 saat kadar editledim. Okumadan geçeni kulağından tavana vidalarım. Cancun'u vidalamam, o brainscan edip de yollamaya zahmet edendir.

25 Ekim 2009 Pazar

Boom Boom Pow


"İkimizin resmini çıkarsınlar yanyana" isimli türküyü sizden düet beklerim.
Men in extremely white: İlki Pitbull, ikincisi tabiyki Bedük.

Pespayelikten dökülen bir grup var ya, Black Eyed Peas. Bir tane kız koymuşlar gruba, bir de üç adet zencili, kızılderili tipi ortaya karışık çekmişler. Kızılderili olanın böğründe bir yarası, bir izi var galiba ki, ne zaman bir videolarına denk gelsem çenesine kadar gelen boğazlı kazak giyiyor. Yaz kış demeden, boğazlıyla dans ettiriyorlar çocuğu. Misyonları dans şarkılarından ibaret bir repertuar genişletmek. Slow parçalar yapacak bir sinerjileri de yok grupcak. Hep "bastır Cimbom", stadyumlarda sözleri değiştirilerek rakip takım taraflarına laf sokacak, annelerine selam edecek stadyum hitleri. Bumbupav'ın fenafillah, beyin uyuşturan etkisini de bu esnada keşfettim, İsveçlilerin çöp müzik bağımlılığı sayesinde. Çünkü televizyonda karışık albümlerin reklamı çıkıyor bazen, benzincide otuz milyona satılıyor bu bestofthebest şeyi. Albümün bünyesindeki her grubun her şarkısına sabrı olmayana hazır parti soundtracki. Bumbupav, modern zaman kokocamboları, Lady Gaga'dan Poker Face. Böyle bir karmaca. Os milyona.

O karmada Pitbull diye bir adam var, Papiçulo janrından bir şarkı söylüyor. Ne zaman görsem (olmayan) saçlarından yakaladığım Bedük aklıma geldi. Bilmeyenine, diğer gurbetçilere, TGRT Dış Hatlar ekibimize öğğğğreteyim: Türkiye'de Bedük diye bir adam vardı, İngilişçe parça yapıyordu. Seviliyor muydu, o kadarını bilemiyorum. Evropa işi klip çekiyor, yabancı dilde şakırken insanda en azından ağlama hissi uyandırmıyor. Ehven-i şer diyelim. İşte bu Bedük, kendine köpek cinsini mahlas edinmekten çekinmeyen Pitbull'a hayvancasına benziyor. Buradan tüm Bedükseverlere ofansif konuşmadığımı, isterlerse Pitbull'un varlığını şarkı indirmeye üşenen gençliğin Winamp'i Youtube'dan teyit edebileceklerini şey yaparım.

Aa, bu arada aynı albümde bir de şu aralar İsveç'te her yerde, her bestofthebeast toplamasında olan Milow'un Ayo Technology isimli şarkısı da var. Adını "ve-yoo tadaolassase" şekliyle bildiğim için şimdi gerçek adını öğrenince bir mini şok yaşadım. Bu akustiromantik, radyodostu/gönültostu çöp şarkıda bile teknoloji, hem de Ayo Teknoloji Ltd. Şti. Valla insanlık kalmamış, bitmişiz ağbea. Biz küçükken Babylon Zoo diye bir gruptan, Space Man isimli bir şarkı çıkmıştı; yine aynı senelerde Tupac'li California Love. Number One'da klipleri dönedururdu. Geleceği, on sene sonrayı falan bir Mad Max, Waterworld dekoru benzeri görselleştirirdi bunlar. Halbuse üstünden onbeş sene geçti belki, ortamlar ne çöle, ne göle dönmedi tamamen. Ayı postunu bağlayıp bele, tumbabumba çalmadık bak. En kötü, teknoloji slova da sızdı ince ince. Cep telefonlarına kulaklık takıp, başını cama dayayarak sabahları serviste slov müzik radyoları dinleyen arkadaşlara selam olsun.

13 Ekim 2009 Salı

Kaba Saba Tümer

Yıldız Teknik Mak Müh 1. sınıf öğrencileri gibi sırt çantamı takıp badi badi okula sektiğim şu günlerde, tez tutuşmasıyla herhalde, biraz hidayete erdim de duruldum. Oysa taa ne zamandan bir Taba Sümer yazısı yazmayı planlıyordum, ama her seferinde planıma toz kaçtı veyahut ıslak bezle üstünün tozunu aldığımız için ceryan çarpmasın diye kapatmak zorunda kaldık. En iyi ihtimalle evde kalem pil kalmamıştı. Falan filan.

ÖZET: İzmir'in yaldızının İstanbul'un yalnızıyla çakıştığı, kahkahaşinas kişilik Tümer yazımın outline'ını çıkardıktan sonra, bir süre kendisine el emeği, göz nuru bir sempati besledim.Yazdıklarım sebebiyle "niye öyle diyorsun, çok iyi bir insan" seviyesine geldim. Sonrasında şükür, banyoda şarkı söyleyen İsmail Lupus'u (bu şaka tüm House izleyenlere gelsin, kucak dolusu kucaklarımla) programına davet etti de, kendi edebiyatından vurgun yemiş beynim, aniden normale döndü. İki yandan balıksırtı ördürdüğü saçlarıyla Saba, Sayın Lupus'tan bin beter şaka konusu olabilecek grotesklikteydi. O an kendime gelip, hatırladım.

Önce şunu belirtmek lazım tabii; İzmirli güzellerin/güzel olduğu varsayılanların malı mülkü ortaya dökerek, "aç aç" talebine cevaben hem görsel, hem sohbet esnasında sergiledikleri fiziksel/ruhsal dekolteleri sağolsun, bir tanesi ünlü olduğunda hayatındaki her şeyi bildiği yanılsamasına kapılıyor insan. O kadar uzun süre ve şiddetle maruz kalıyoruz ki bu İzmirli güzellerin dobralığına, memelerine, "sevgilim olsa söylerim, niye saklıyım?" delikanlılık resmi geçitlerine, bir süre sonra evimizden biriymişcesine, BBG'de desteklediğimiz 15 Edi'ymişcesine falan "ay kız çok seviyorum ama ben onu" pembe tüllerine sarıp, gönül tahtımızın üstüne yerleştiriveriyoruz. Daha fazla sorgulamıyoruz. Saba Tümer'i de, ergenliği biter bitmez veya kimbilir ilk gerçek aşkından yediği duygusal tokadın acısını silmek için, oynamaya yer bulamadığı İzmir'den kendini İstanbul'a atıvermiş, çalışkan, azimli, (akrabası Show TV kurucularından biri olduğundan ünü cebinde garanti) İzmirli bir güzel olarak, ilkevvela lazer marifeti bembeyaz dişleri, sonra yatmadan önce komşuda çay saati gibi dizdize sohbetleriyle tanıdık. Tümer, izleyicilerinin mutlak cehaletini öngörebildiğinden karşısındaki konuğuna magazin sayfalarında hakkında çıkan haberlere cevap vereceği, kör gözüm parmağına sorular sorduğunda, "ay biz bizeyiz şurda, bir kaç milyon izliyor alt tarafı AHAHAHAHA" çektiğinde, kameraların arkasında, setten bir arkadaşa bakıp bakıp inside jokelarına güler iken hiç yadırgamadık. Geç saatte televizyon izlemenin cezası gibiydi Tümer; süzülmüş, comic sans fonttan temizlenmiş, ziplenmiş Televole gibiydi. Konuklarının her biriyle on senelere yayılmış, yaş hesapsız, hanımsız beysiz, isimle hitap edilen candan dostluğunu afişlere taşıyıp, hem onlara hem onlarla gülebiliyor, tanık olduğu muhteşem anıları referans gösterip, "bir de şeyi anlatsana" diye direktifler vererek ünlüyü, bu yönünü bilmeyenlere, bambaşka şekilde, daha insani, daha komik, daha sevilebilir şekilde tanıtıyordu. Fakat konuk dediğin bu ışıltılılı, bu kalite, bu kadife camianın dışından, İsmail gibi bir tip olanda, işte o zaman Saba'nın konuğa muamelesi, lisenin popüler kızının en ezik çocuğuna "seni seviyorum" deyip arkadan arkadaş grubuna göz kırparak gülmesi gibi, "yok, gerçekten seviyorum bak" diye uzatıp, hem çocuğu yarı sevince boğarak, hem espirisini arkadaşlarının gözünde ölümsüzleştirmesi gibi, insanın içini acıtan, hüzün buğusu bir durum yaratıyordu. İsmail, işe yeni başlamış kuaför çırağı saflığında, yontulmamışlığında, canlı yayına bağlanan Gülben Ergen'in "nasılsın" sorusuna "iyiyim" diye cevap verip, kurnazlıkla "siz nasılsınız, hayranınızım" bağlamalarını falan bile yapamayacak bir toylukta tek silahşör şekilde dururken, GülbenHepbenoğlu ve Saba kolejli kızlar misali, İsmail'in çocuksu erkeksiliğiyle, yok efendim yakışıklılığıyla falan inceden de değil, kalın kalın, fosforlu kalemle altını çizerek dalga geçiyorlardı. İsmail'i muhtemelen aynı hafta içinde ağırlayıp, garibanlığının bıçaksırtı gülünçlüğünden rant sağlamak isteyen Beyaz gibi, Saba da biliyor ki, Youtube videolarında saklı bu ünsüz harfleri bir gecede ünlü ederse, ilk darbeyi kendisi vurursa, leşi çıkana kadar ortada dönüp duracak görüntü/beyan/şarkı/şiir kirliliğinde en büyük parsayı o toplamış olacak. Sanatçıların cingözleşip, gazeteci tuzaklarından etkilenmez hale geldiği bir çağda en büyük reyting, ünlü olmanın, gazetelerde, televizyonlarda boy göstermenin ne kadar etkili olduğunu bilmeyen, bir şey üretmediğinden tüketilmesi yorucu olmayacak ve unutulması aynı nisbette çabuk olacak çakma ünlülerin prematüre doğuşuna vesile olmak, her şeyi kamera şakası gerçekliğinde yaşayan bu dalgın hergüninsanlarını, sabah işe giderken otobüs camından özel otoların içine doğru hayaller kuran hayat hikayesi saman kağıda basılmış bu insanları ortaya salmakla geliyor. Türk medyası farkına vardı ki, haute couturede gelecek yok; bir sanatçıyı saçından makyajına, fırfırlı gece elbiselerinden Maksim gazinosuna, üvertürlükler assolistliğe kadar yaratmak çok emek istiyor. Üstelik kısa vadede onu yerden yere vuramayacağından, kar da yok. O zaman prêt-à-porter'a dönüyor. Günü kurtarıyor. Yarın olana kadar nasılsa Youtube'a bir milyar video daha yükleniyor ve nasılsa bunun dörtte üçü delibozuk, bu oyuna alet olmakta sakınca görmeyecek kişilerin başrollüğünde çıkacak. O zaman arzla talebi, görülmek isteyenle, gülmek isteyeni buluşturuyor. Bu buluşturmadan, izleyiciye karşısındakine ne kadar gülüp, onu ne kadar ciddiye alması gerektiğini de kendi örgütlüyor. Öyle bir bilinç hali yaratıyor ki, domino etkisiyle izleyicilerden en az İsmail kadar saf, toy olanı bile dışlanmamak için bu seyir esnasında İsmail'e sempati duymayacak, şarkısını beğenmeyecek. Roller belirlenmiş, İsmail de, sıradakiler de gerçek hayat Şaban'larını oynayacaklar, bilinçlenip kendilerini naza çektiklerinde, daha çok para veya olmaz ama, saygı istediklerinde de tedavülden kaldırılacaklar. Sonra medyadaki iyi niyet avcılarının canı istediğinde "şimdi neredeler?/bir gecede ünlü olanlar" başlığı altına toplanıp, sirk hayvanları gibi sergilenecekler. Aynı ateşte yürütülerek eğitilmiş bir köpek veyahut ayı gibi de, yer yer doğasına dönüp gururunu hatırladığında "höst" çekip, had bildirecekler. Senkaçkuruşlukadamsın diyecekler, benseningibiontanesinibirgecedeyarattım.

Bu avcıların arasında Saba Tümer'in eşsizliği, kadınların anca ciddi durarak, anahaber bülteni sunarak yer kazanmaya çalıştıkları bir sektörde, hafifliğiyle kontrast yaratarak başarı kazanması aslında sürpriz veyahut sıradışı değil. Amcasının çiftliği Show TV de, TRT'nin insanı isyana sürükleyen uzunlukta ayrıntılı haber turlarına beşdakkadabeşiktaş haber anlayışıyla resti çekmişti. Akşam sekizden dokuza kadar TRT Haber'le Edirne'den Ardahan'a, her şehirde teker teker ne olup bittiğini dinlemekten yorulmuş, popa hasret halkımız, bulaşık makinası gibi, çamaşır makinası gibi, mikser gibi orta sınıfla yeni yeni buluşan ve hayatı kolaylaştıran bu yeni tarzı anlayabildiği için, çok sevdi. Maymun Çarli'nin anahaber bültenine konuk olup çeşitli konularda fikrinin sorulmasıyla hazım kapasitesini genişletti, şimdi Papağan Yaşar'la röportaj yapan Tümer, pek tabii katlanılabilir geliyor. Saba Tümer de, şefkat temsil etmeleri sebebiyle hemcinslerine biçilmiş kadın programlarındaki "şehit anası", "kayıp evlatlar", "çözülmemiş namus cinayeti" temalarını, programda senelerdir birbirlerini görmemişlerin sarılıp ağlamalarını, telefon bağlantılarında buluşmalarını, gözyaşlarını sonraki reklam arasına kadar akıtmalarını elinin tersiyle itip, aynı saatte program yaptığı diğer erkekler kadar acımasızca avını didikliyor. Ertesi günün ana haber bültenine malzeme çıkarmayı iyi biliyor. Yara almadan savaşmak için zırhını kuşandığı, kadınlığını sakatlayıp yarı-erkeksiliğe bürünmeyi göze aldığı bu camiada etçilliği, bir kadeh kırmızı şarabıyla şalına sarınıp Boğaz manzarasına karşı aşksızlığına, dengini bulamamaya efkarlandığı gecelerle kol kola gider gibi geliyor. Başardıklarının gölgesinde kalacak, bir kadının adıyla sıfatlanacak, "Saba'nın aşkı" kartvizitiyle iş dünyalarında işsiz kalacak o erkek, o işsiz adam, yalan sarışın kraliçeliğine yelpaze sallamak istemez nasıl olsa.

Bir de ufak şaka yapayım mı? BÖ.


FOTO ALBÜM





Papağan Yaşar da kahkahalarla eşzamanlı, kamera arkası ekipten arkadaşına bakıp "nası geçiyorum elemanla dalgamı" diyordu.


Hükümet gibi kadınsın vallahi. Bir kadın bile değil, iki kadınsın, çok afedersün. Etine butuna.

Kısmetse o günleri de göreceğiz, çocuklar.

9 Ekim 2009 Cuma

İntergalaktik kurt açılımı ve kürtlerle dans

Siyasal Bilimler Fakültesi'nde Palyaço Bozo'yla etkinlikler düzenleyip hoppidi boppidi eğlenerek politik stratejileri öğreniyor, Türk politik tarihini ders kitaplarında 1938'de sonlandırıyor ve açılmalara doyamıyoruz.


Devletin önemli kademesinde görevli üç politikacının belirttiği üzre: İntergalaktik, ultrabiyonik, ultrabiyonik, intergalaktik.



Ben ki kurtlarla dansetmiş adamım, böyle çakallık görmedim.

1 Ekim 2009 Perşembe

Kader/kısmet

Her başarısız kadının arkasında bir erkek vardır. Hatırlat da bir ara bu tezimi kanıtlayayım.

Yazık oldu kıza. Hem acıklı, köpek gözleri vardı. K-Fed hem ceplere, hem gönüllere toksik geldi. Hem saçkıran, hem kalpkıran bir adam. Adını harf harf azaltması boşa değil, insanlığı kısalmış demek. Kurnaz, çakalkarlos, kunduz tipini de hiç gözüm tutmamıştı zaten.