Hayatta en özendiğim insan modeli, kendi temposuna başkalarını ve dolayısıyla hayatı uyduranıdır. Öylesi geç yaşlanır, az yıpranır. Belki de hiç yıpranmaz, sürtünme yok ki. Sürtünme, sürtüşme, yanlış anladın payı, iletişim sapması yok. Kendi hızında, azar azar yudumluyor çayını, çorbasını. Bakalım sırada ne var, diyerek. Aslında o sırada sıradaki şeyler hızla yanından geçip gitmiş oluyor, ama ona ne gam! O istemedikçe, şeylerin sırası gelmez. Her şey onu bekler. Karar verdiğinde ve eyleme geçtiğindeyse solgun, modası geçmiş sözler, milyon yıl önce yapılması gereken işler canlanıverir. Onun dünyasının gerçekliği, alternatif evren gibi açılır bizim bildiğimiz gerçekliğin yanına. Neredeyse gözle görünür olur.
Özeniyorum, öyle bir insan olmayı istiyorum yer yer. Gözün görme açısı nedir? 180 diyelim, yuvarlak bir rakam olsun. 150 belki. (Şu an Google'layarak öğrendim ki "İnsanların görüş alanı, toplam 180°. Ancak, binokular görüş denilen iki gözün görüş alanlarının çakışmasıyla ortaya çıkan alan 120°. Köpeklerde ve kedilerde toplam görüş alanı 150°, binokular görüş alanı 85°. Gözleri, başın iki yanında bulunan hayvanlarda toplam görüş alanı artmasına karşın binokular görüş alanı azalıyor. Atlarda toplam görüş alanı 350°, binokular görüş alanı 65°, güvercinlerde toplamda görüş alanı 300°-340°, binokular görüş alanı 20°-30°. Belki de en şaşırtıcı olan, kafasını 200°çevirebilen baykuşların binokular görüş alanının az, 70° olması. Baykuşların toplamda görüş alanı 110°'dir.") Peki o halde, yalansız devam edeyim, 120 derece. 120 derecenin 120'sini de görmek şart mı? Bu insan 120'nin 20sini görüyor, o da bazen. Canı istediğinde. Kalan 100 derecede ne olup ne bitiriyor umru değil. 20 dereceyi görecek, 20 dereceyi yorumlayacak. Bir gün, canı istediğinde de 120 dereceye belki bakacak. At gözlüğü meselesi değil, "az görüyor çünkü sığ" meselesi değil. Sığ değil, sadece kendi temposunda yaşıyor. Canı istemediğinden, yoksa göremeyeceğinden değil.
Bir masaya oturtalım o insanı. Önüne yemeği geldi, karşısında bir başkası oturuyor. Masanın sol ve sağ tarafında ondan başka 10 kişi daha oturuyor. 10 kişinin 10'unda da ayrı hikaye var, o masada 10 dakikada 10.000 iniş çıkış yaşanıyor. Bizimki çatalını batırıyor etine, bıçağıyla kesiyor. Ağzına götürüyor. Çiğnemeye başlıyor. Karşısında oturanın tabağına bakıyor, o tavuk istemiş. "Acaba tavuğu güzel mi" diye düşünüyor. İçkisinden bir yudum alıyor. Dizinin üstündeki peçeteyi düzeltiyor. Öbür tarafa doğru bacak bacak üstüne atıyor. Tekrar peçeteyi düzeltiyor. Bir yudum su içiyor, bardağı yerine koyuyor. Biraz da etin yanındaki garnitürden tatmaya karar veriyor. Karşısındaki bir soru soruyor bu sırada, "efendim?" diye ilgisini garnitürlerin üstünden koparıp karşısındakine yapıştırıyor. "Efendim?" derken, her bir harf sıra sıra sırasını bekliyor. Hızlı "efendim?" değil bu. Karşısındaki sözünü tekrarlıyor, düşünerek cevabını veriyor bizimki. İlgisinin göstergesi olarak da, sorunun cevabına ilaven, tavuğu beğenip beğenmediğini soruyor. Beğenmiş. Acaba kendi yediği et mi daha güzel, yoksa karşısındakinin tavuğu mu? O an bizimki bunu düşünüyor. Etine yabancılaşıp bir parça daha kesiyor. Ağzına götürürken ilk parçaymışcasına, tadı konusunda meraklı. Güzel. Fena değil. Tavuktan iyidir. Biraz kuruca. Yine de kötü değil. Garnitüre yöneliyor yeniden. Haşlanmış kabak, karnıbahar, brokoli. Neredeyse çekirdek gibi çitlenecek dirilikte pirinçlerden bir pilav. Arada kahverengiden siyaha dönmüş arpa şehriye. Tek tük ama, yoğun değil. Tuza uzanıyor, tuzluğu yerinden alıyor. Önce elinde test ediyor, bir sallayışta ne kadar dökülüyor diye. Avucundakileri pilavına serpiştiriyor. Biraz da tuzluktan döküyor. O sırada yanındaki ani bir hareketle ve yanlışlıkla biri ayağına çarpıyor. Masanın örtüsünü kucağına doğru çekerek sanki göreceğini bilmiyormuş gibi ayağına bakıyor, öbür yöne doğru bacak bacak üstüne atıyor. Yanında oturan ve çarptığı için özür dileyen kişiye bakıyor. Gülümsüyor, sorun değil der gibi bir hareket yapıyor başıyla. Yanındaki kişi bir soru soruyor kulağına doğru eğilerek. Basit, cevabı açık, sadece dostluğu pekiştirmeyi amaçlayan bir soru bu. Yeni tanışanlara özgü "Siz ne iş yapıyorsunuz?" veya az tanışanlara has "Sizinle aynı liseden mezun çok yakın bir dostum vardı, ismi Falan. Tanıyor musunuz?" gibi bir soru. Nereye gittiği belli olmayacak, neredeyse ağızdan çıktığına çıktığı an pişman olacak, "yahu, benim bu sohbette işim ne" diye kendi kendine düşünecek bir soru. Soru değil, sonuna nokta konsa yeri. Bizimki soruyu soru olarak görüyor ama; altındaki sebebi, o sosyal mecburiyeti görmüyor. İletişmin illet-işime dönüştüğü anlar başlıyor böylece. Soranın sorduğuna pişman olacağı anlar. Çünkü bizimki ellerini masadan, çatal bıçağından tamamen çekip, uygun bir pozisyon alarak anlatmaya başlıyor. Ne iş yapıyor, birkaç saniye önce kimsenin umrunda değildi. Fakat o, tek seyircisi dahi olsa hayalinde kapalı gişe oynayan bir tiyatro oyununda başrol oyuncusu. İşini anlatıyor, fakülteyi bitirdiği seneki sıkıntıları, çalışmaya nerede başladığını, nereye gittiğini, o gidişatta neleri sezdiğini, neden yol değiştirdiğini veya yükseldiğini, kariyeri geliştikçe kendi kendine sorduğu soruları ve iç sesini nasıl dinlediğini... Karşısındaki ilk birkaç cümleyi dinliyor, sonra bizimkinin yüz hatlarını incelemeye başlıyor. Konuşma adabının gereğine göre yüzüne bakması icap ediyor nasılsa. Söylediklerinin içeriğini dinlemese de, bari bu durum bir işine yarasın. Böylece bizimkinin çenesi, dudakları, burnu, alnı, sol ve sağ gözü sırayla inceleniyor karşısındaki tarafından. Sonra elleri, arkasında oturanın yemeği, bir ilgi dağınıklığı anında kendi tabağı kaçamak şekilde süzülüyor. Sonra tekrardan bizimkine dönüyor bakışlar; ağzı, dudakları bir daha, bu sefer daha dikkatle inceleniyor. En sonunda pes edip dinlemeye çalışıyor yeniden bizimkini, samimi bir ilgiyle eğilmek istiyor söylediklerine. Ama yine yenik düşüyor konunun kişiselliğine, alsız pulsuz sunumuna. Doğal bir şekilde söz bölünüyor, aniden beliren garsonun omuzlarının üstünden uzanıp sorduğu "başka bir isteğiniz var mıydı?" sorusu üzerine. Herkes yine yemeğine dönüyor.
Tüm bunları yazmak on dakikamı aldı. Bizimki on dakikayı aynen böyle, bu hızda yaşadı. Halbuki başkaları, mesela benim gibiler o on dakikayı bir ömür gibi yaşadılar. Fazla belli etmeden laf sokuşup bir anda küsüveren çifti, garsonun mini etekli kızın başında uzun süre durduğunu, birinin sürekli tabağındakini çatalına alıp geri düşürdüğünü ve bu esnada gömleğine yemek yağı sıçrattığını, bir diğerinin telefonda kardeşiyle konuşurken sesini değiştirdiğini, çocuksulaştığını hep gördüler. Lafa girmeye çalışırken sesi duyulmadığından sözü eziliveren adamı, az şey bildiği halde çok konuşmak isteyen kadını, o kadının az şey bildiğini bildiği halde onu dinlemeyi çok seven bir diğerini, çocuğuyla ilgilenmediği için bir anlamda ortalığı çocuk gürültüsünden bir tüfekle tarayan anneyi ve sevimsiz çocuğunu, o sevimsiz çocuğa "allah bağışlasın, çok sevimliymiş, canım" diye el uzatanları, çocuğun taşkın ve ağzına büyük gelen laflarına koyu kahkahalarla gülen sevimsiz adamı, hepsini gördüler. Erkenden yemeğini bitirmiş, gözleri yarı kapalı oturanı, müziğe şarkının sözlerini bilmediği halde sadece sesli harflerini tahmin etmeye çalışarak eşlik edeni, hepsi, hepsi benim gibilerin hayatının o anını doldururlar. Tabağımdaki et hiç bitmez, soğumadan bitmez en azından. Bir şey ve her şey bir diğeriyle yarışır, öne geçer. Hepsini büyülenmiş gibi izlerim. Şaşarım. Etrafımdaki tüm bu cahilliğe, bilgeliğe, bilmişliğe, körlüğe, saçmalığa, duygusallığa ve kabalığa, sözde ve özde kibarlığa, insancıllığa, tuhaflığa, gerçekliğe. Her renge. Ne biçim bir şey yaşamak, diye düşünürüm. Yaşamanın hiçbir alternatifi yok, yaşarken. Sigarayı bırakmak gibi değil bu iş. "Bir de öylesini deneyelim" denecek iş değil. Sevgi dolmam, nefret dolmam, hüzün dolmam, teker teker hiçbir şey dolmam. Tümü benim içime dolar. Ne renge gireceğini bilemeyen bukalemun olurum. Yerimde duramam. Çeşitliliğin göz boyayıcılığında kendimi kaybederim. Sadece üç renge indirgemeye çalışırım durumu, kolay anlayayım diye. "İyi, kötü, çirkin" diye kategorize etmek isterim. Böylelikle hislerimin yuları elimde olacak, kime karşı ne hissedeceğimi bileceğim. Fakat bazısı olur, bir kare olur, tam bilemem hangi ismi vermeliyim. Emin olamam. O an kötü desem, sonraki an içim ısınır veya tam tersi. Böylece sofradan kalkılır, eve giderim. Masadaki diğer on insan da içimde benimle beraber gelmişlerdir. Beraberce yastığıma baş koyarız. Tüm gece rüyamda onları anlamak için çalışmaya devam ederim. Onları anlamam yücelikten değil, meraktan değil, bir reflekstir. Kendimin ne olmadığını anlamak için, içten gelen bir çabadır.
Yıllardan bir şey istemeyi, peçeteye istek parça yazmayı bırakalı çok oldu. Ortaokulda aynı Cosmopolitan Aralık sayısı özel yeni yıl dosyası düzeyinde listeler yaptığım olmuştu, ama o listeler de "kızım sana söylüyorum, gelinim sen duy" mesajlıdır bir yerde. Yazayım ki kendimi zapturapta alayım, gibi. Neyse, konumuz o değil de, bir imkanım olsaydı, bir hediye paketi içinde bana bir şey sunulacak ve bu şey bana bambaşka bir kişilik verecek olsaydı işte böyle bir adam olmak isterdim. Kendi hızında yaşayan adam. Saatte 10 kilometre.
4 yorum:
Görünüş yanıltıcı olabilir...Dışarıya karşı saatte on km hızla yaşıyormuş pozları verip içinde saniyede bilmem kaç km hızla sol şeridi kapayan insanlar da vardır muhakkak...önemli olan aslında bir şeyi bilinçli olarak yapıp yapmamak...Zeka diye bir şey varsa ,bu yaptıklarının ne kadarı senin kontrolünde ile ilintili bence...
bu yazinin altina shraaakkk diye imzami atiyorum elmos. aynen, denden, ayni ben..
Bir ömür böyle geçti gitti.
nerde okudum buna benze bişeylerdi:
insan hayalciyse daha da fazla hayal kurmalı,gözlemciyse daha da fazla gözlemlemeli,yılmamalı.. çivi çiviyi söker gibi bir mantık sanırım. Ya da tamamen vazgeçip önündeki yemekle ilgilenmeli,doğrusu ilk seçenek çok daha heyecanlı ve vaatkar.Nice Mutlu yıllar(a)..
Yorum Gönder