14 Aralık 2010 Salı

Acun sevmemek neye işaret ediyor?

Bu umursamaz gibi, "sıkıldım senden amaan uf" der gibi, adeta ilişkinin son döneminde kızın yaptığı kıskançlıklardan baymış erkek ifadesinin büyük hastasıyız Acun ağbiy. Hamdi ağbeye de selamlar. Yok, yok, telefonu vermene gerek yok, sen deyiver selamımı.

Acun Ilıcalı'yı ne gibi düşünmek lazım aslında biliyor musun; lisede arka sırada oturan, hocanın her dediğine cinsel göndermeli şakalarla/imalarla cevap veren (tutmak, kavramak, koymak gibi kelimelerin edebi metinde geçmesi üzerine mesela), teneffüs oldu mu "beyler!!! beyler!!!" diye ünleyerek başka sınıflara koşturarak giren, öyle bir hızla giren ki, kapıyı duvara çarpan ve en ön sırada toplaşmış, fısır fısır dedikodu yapan kızların bu sesle yüreğine indiren bir delikanlı; alnı hep terden parlak, elinin ayağının ayarı olmayan, buram buram hormon, traş losyonu ve arka bahçede içilmiş de taze söndürülmüş sigara kokan bir delikanlı. Ama bir kontekstin içine çekip "Acun ve Türk televizyonlarında asortik yarışmacı fetişi", "Acun ve kankaları: Caddede gezen Fenerbahçeli ve polo yakalı genç Türk erkeği" falan gibi şeylerin içinde yorumlayınca da enteresan olabilir. Yine de, hiçbiri iştahımızı "Acun ve cehaletine rağmen paranın canına okuması" kadar çekmiyor. İşte bu konu başlıbaşına sosyolojik tespitler geçidine sebep olur, irili ufaklı bir sürü tespit Acun Ilıcalı'nın şahsiyetinden ziyade Türk insanının başkasının zenginliğini çekememesi üzerine yapılabilir. Çünkü bir diğerinin fazlaca para kazanmasını hep "oturduğu yerden" şeklinde görmeye ve dolayısıyla haksız bir kazanç olduğunu düşünmeye alışmışız. Para kazanılması için uzun yıllar okul sıralarında dirsek çürütülecek veyahut alaylı olmak için birilerinin yanına çırak girilecek. Güçlükler, acıyı bal eylemeler ardından gün gelecek, ki o gün mid 50'lerde gelecek, biz de o paranın hakedilmiş olduğuna kanaat getireceğiz. Arkada asılı diplomasıyla, mühendisliğiyle, avukatlığıyla, meslek birlik odalarına ödenmiş aidatlarıyla o insan haklı zengin. Halbuki dünyanın düzeni artık bu değil; medyanın, (lüzumlu/suz) bilginin, iletişimin (daha doğrusu kendini aktarmanın, kendini sergilemenin, "ben anlatayım sen dinle"nin), kölesi olmuşuz. Bu köleliklerden bir sürü meslek icat edildi ve oturduğun yerden para kazanmak aklandı artık. Yanlış/adaletsiz bir sisteme göre aklanmış bile olsa, bu sistemi eleştiriyor bile olsan, değil mi plazalarda yüksek topuklularınla, kösele pabuçlarınla sisteme can veriyorsun, o zaman çapını gör, anlamaya çalış şu işi yahu! Kuru kuru sistem karşıtlığıyla ömür geçmez. Fak dı sistım da, o sistemin içinde duruyorsun. Sisteme bir şey oldu mu, dolar düştü mü, altın fırladı mı, paradan onbeş sıfır atıldı mı canından can çıkıyor.[1] Hem artık oturduğu yerden para kazanmak bir hakaret değil, bir tercih, yeni oyunun kurallarını bilene.

Acun Ilıcalı'nın variyetinin hak-lı/sızlığı eleştirilecekse eğer, önce paranın kaynağına bakmak lazım: Bu insanın mesleği nedir? Yapımcılık, yer yer sunuculuk. Sunuculuğu artık zevki için yaptığına göre asıl mesleği, televizyon yapımcılığı, neleri gerektiriyor? En basit haliyle, düşünebildiğim kadarıyla düşünüyorum. Yapımcılık, yani yapımları satınalımcılık, bir televizyon programının formatına parayı basıp Türkiye'ye getirmecilik. Acun, Survivor'ı, Açtırdın Kutuyu'yu, Zor Gibi Görünen Basit Sorunun Cevabını Bilen Beri Gelsin'i formatını satın alarak Türkiye'ye getiriyor. Yani para peşin cebinden çıkıyor, kimse korkmasın, bankadaki parası ilk etapta eksiliyor. Sonra bu programlar yayınlanmaya başlıyor; tutuyor-tutmuyor-ataçla tutturuluyor, Türk öff ve ayyhdetlerine uydurularak. Yayın süresince araya reklam sokuşturuluyor, o reklamları verenler belli miktar para ödüyorlar. Sonra masraflar düşülüyor herhalde; kanalın, kameramanın, makyözün, çaycının, yönetmenin parası veriliyor. Sonra geriye kalan para da Acun'un banka hesabına gidip yatıyor. Acun bir anlamda parasını işletiyor, yatırım yapıp faiziyle geri alıyor. Böyle böyle, yapımcılar başarılı formatın kokusunu en erken almak için pusuda beklerken, yabancı televizyon kanalları da kıymetli yapımlarının formatlarını başka ülkelerdeki kanallara ihraç edip işlerine bakıyorlar. Yüzyıl öncesi gibi geliyor ama Susam Sokağı'ndan ışınlanmış gibi duran kuklamsı Doğa Bey vaktiyle BBG formatını Türkiye'ye getirmişti. Armağan Çağlayan'ın bitmeyen Popstar serisi de, ithal edilmiş bir formattı. Yani uzun lafın kısası: Yapımcı eşittir parayı basmacıbaşı. Kimse diplomasına, lise karnesine falan bakmıyor. Halbuki Acun herhangi bir üniversite eğitimi, master kastırmasına gerek olmayan bir işte (yapımcı) başarılı olduğu halde, Türkçe okuma yazma oranının bile yüzde eksi beş olduğu bir ülkede İngilizce konuşamıyor diye aşağılanıyor. Aşağılayan insana bakıyorsun, derme çatma İngilizcesiyle Facebook'ta, Twitter'da ileti paralıyor, kaşı gözü yarıyor. E bu ne? Kör köre ce demese körün bağrı çatlarmış hesabı. Dinime tan eyleyen bari müslüman olsa vak'ası. Kültür Bakanlığı'na bağlı İngilizce'yi en güzel konuşmadan sorumlu müsteşar falan mı bu adam ağbiyciğim? On sene önce sahilde turist kızlara "esküzmi, havaryu, eheheööehehe" diye başlayıp "duyuheveboyfren? reli? verizhi?" düzeyinde gelişen ve Türk erkeğinin her ülkede, her ırktan rahime giden yolu rahatlıkla bulacağı varsayımına dayanan bir program hazırlıyordu işte. Ne istiyorsun, TOEFL'a mı sokalım? Sonradan o sahil formatını deneyen başkaları tutmamış, en azından bu konuda öncü olmuş. Sığsa da izlenmiş, izlendiği için daha çok para kazanmış. Arkasında sosyetik babası yok, dayısı yok, amcası yok, kanal sahibi görümcesi yok, kendi kendine hırto bir gençliğin sesi olmuş işte. Hangi gençliğe bakıp Acun'u beğenmiyorsun sonra, adama sormazlar mı? Gençlik dediğin elinde Zara poşetiyle gezen gömlekli delikanlılardan ibaret bir ordu, hangisini Acun temsil etmiyor?

"Haksız yere çok kazanılan para" iddiasına biraz da şuradan, karşılaştırmalı edebiyatla bakmak lazım: Mehmedalibey, mesela, senelerdir her gece program sunuyor. Özellikle Çarkıfelek isimli programa Tarık Tarcan'ın ardından fevkaladenin fevkinde bir seviyesizliği taşıyıp getirdi. Canlı yayında yanlışlıkla ve kasten küfretmesi olsun; yarım akıllı, zihinsel özürlü kim varsa toplayıp tiklerini/tıslamalarını/kötü danslarını sergiletmesi, donlarını indirmesi olsun her olası ucuz yola saptı. Arkası da var; İbrahim Tatlıses'in kankası, Kıbrıs otellerinin göz bebeği falan. O zaman insanın aklına geliyor; onun da Acun kadar aklı olaydı, o da bir medya devine dönüşeydi ya, tutan mı vardı? Kumarda hortumlattıklarını kenara atsaydı, kendi programını yapsaydı en azından. Başkasının programında amaç değil araç olacağına. (Burada bir parantez açmam lazım, sonsuzluğa uzanan: Zaten Memedalibey'in de foyası çıktı meydane. O da İbo'su gibi programının bitişini kasten hazırlayanlardan. Onuncu sınıf cinsel göndermeli fıkralar, şakalar, başta bahsettiğim "koydum mu/girdi mi/tuttun mu" lise espirileriyle ısıttığı stüdyoya, bir kısım medyanın cansuyunu teşkil eden "tehlikenin farkında mısınız"cılık fışkırttı bir süre. Her sözünü alkışlayan yarım akıllı seyircilerine olur olmaz yok yere çıkıştı, sanki sözünün aksini iddia eden, karşı çıkan varmış gibi "Hayır efendim, hayır, bu millet oyuna gelmeyecek! Bu millet kan-top-tüfekle, canını toprağa gömmekle bugünleri kurdu. Bu millet var ya bu millet, bu oyunun hep farkında!(?)" falan diye muhalifpipiliklerle ortaya döküldü. Baktı lafını ciddiye alan yok, "beni tehdit ediyor bu hükümet!!!" diye taklalara girdi. Mehmedalibey'in muhalefetliği de o biçim, belin hemen bir karış altında ikamet eden şakalarıyla öyle bir güç ki, korku saçıyor, tehditle şımarık ağzı anca susturuluyor. Ulan, tehdide ne gerek var, at üçbeş önüne, bak nasıl da neşeleniyor. At bir sakal! Kah çorba parası, kah üç dul karısının nafakası. Taksicinin, manavın, küçük esnafın günlük geyiğinden eksik olmayan tüm klişelerle biraz da o protest sanatçı olmayı denedi işte, bir tur bindi hevesini aldı ağbisi. O da olmayınca Güner Ümit'in başını yakan ve başını yaktığı herkesçe bilinen espirisiyle şimdilik televizyona veda etti. Bizim için farketmez gerçi, pırt diye unuturuz. Annemden görüyorum; önceki gün sövdüğüne, sonraki gün gülüyor. Alışıyor. Eve geliyor, yüksek ses ve ışık bombardımanı haberleri seyrediyor önce. Sonra lokomotif halinde diziler seyrediyor. Ki bu aralar Türkiye'de en popüleri "Hüzün gofretleri" isimli dizi. Bilmeyenine kısaca konuyu özetleyeyim: Her kapı çaldığında babasının geldiğini sanan küçük Osman (ki ben yetim veya öksüz sanıyordum, ikisi de değilmiş) koşturuyor, kulbu çeviriyor, açıyor, aaaa meğersem başkası gelmiş. Bunun üzerine sürekli lise formasıyla dolaşan ve okuldaki koro çalışmalarında sadece Santa Luçiya'yı okuyan abisi ve ablası elele verip bunu bakkala götürüyorlar. Osman'ın hayalkırıklığını yatıştırmak için çeşitli gofret ve çukulatalar alıyor, o kenarda her şeyden habersiz çocuk sevinciyle yerken durumun kritiğini yapıyorlar. Bu çocukların bir de kaptan olduğunu unutmayalım diye günlük hayatta da denizci şapkasıyla gezen bir babası ve babasının da Türkçe konuşamadığı için üstüne şimşekleri daha çok çeken sarışın bir metresi var. Osman'ın garibanası ise Türk malı. Bu arada kaptan baba, eski Türk filmlerindeki kötü adamlar gibi, radikal kötü, çok kötü bir insan. Zaten dizi eski zamanda geçiyor, o yüzden dönemin modası bu kadar kötü olmak olabilir. Baba bunları evden atıyor, metresi eve getiriyor. Metresle mumlu akşam yemekleri, tangolar falan. Çilekeş Ha un ele ana'ya ise ucundan koklatmıyor bile. Cefakar ana evlatları için mahpuslara mı düşmüyor, kimbilir şimdiki bölümlerde belki de hayat kadınlığı mı etmiyor, hepsi caiz. Evlat için yapılan orospuluk caizdir, Binbir Gece ve Bergüzar Korel'in gözlerini pörtlettiği müthiş oyunculuğuyla bunu öğrenmiştik. İşte, onun yetmişlerde geçeni bu dizi. Sonunda herkes biliyor ki kaptan eve dönecek, garibanamla barışacak, çocuklar Santa Luçiya'yı söyleyerek metresin bir sopanın ucuna takılmış cansız başıyla yerleri viledalayacaklar. Olsun. Yine de arada yüz bölümlerce gerilim müziği, yanlışlıkla odaya girip bir manzaraya tanık olan elti, kapı önünden geçerken bir sırrı duyuveren komşu kızı belirmeli ki içe sinsin. Tüm Türk hanımları kaptanın eve dönmesini bekliyor, ki kendi vakalarında gerçekleşmeyen şey gerçekleşsin. Gerçek hayattaki evlilikleri onarılmış gibi olsun. Veya tutkusuzluktan yakınanlar "uuu, evlerden uzak, öylesi de var be kardeş" diye patates çuvalı kocalarına o gece daha sıkı sarılsın.)

Bu adeta paraşütleşmiş, kocaman parantezi güzelce katlayıp, asıl meseleye gelelim. Akşam oldu mu haberlerin gümpatından temizlenmek istiyor insanlar. Eskiden radyoda yayınlanan tiyatrolar var imiş, şimdi de televizyondaki tiyatrolara sarılıyor. Diziler, dizi bitti mi interaktif kötü komediler; Her şey çok komik olacak, Çok komik hareketler bunlar başlıyor. Sonra Beyaz'ın uysal ve ölçülü espirileri ve Okan Bayülgen'in old fart alterliğiyle, Ekşisözlük kadrosuyla cilaladığı modası geçmiş tespitleriyle gençlerin gazı alınıyor. Sonra da kadın-erkek-genç-yaşlı-küçük-büyük-ihtiyar herkes gidip yatıyor. İşte, aralarda bir yerde, Acun'un tatlı-ekşi soslu yarışma programları var. Yarışma halinin kendisinden çok, yarışmacıların kişiliklerinin pazarlandığı reality show tadında yarışmalar. İzlerken "kazanacak mı, kazanmayacak mı"nın değil, "var ya o adada çok şerefsizler var, yüreği şerefsizlikle sotelenmişler var, inşallah benim adayım kazanacak" diye kişiselleştiriyor durumu seyirci. Arabeskize ediyor. Kutudan para çıkma yarışmasını, "ayy içine 13 doğuyormuş ama 23'ten ve arkasında duran Hülyacığından da güzel bir elektrik alıyormuş bak" diye izliyor. Kaderkısmetize ediyor. Canlı Para isimli, çok basit sorularla büyük paralar kaybetmece yarışmasında da iki sorunun arasında geçen 45 dakikada yarışmacı ikilinin duygusal hayatları ve aile çalkantılarına dair her şeyi öğreniyoruz, robot sunucu çocuğun aksi yöndeki çabasına rağmen (Hal 9000 sunsaydı şu yarışmayı ya). Psikanalize ediyor. Ee, yani ortada bir senaryo yokken filmin büyüğünü çeviriyor Acun. İnsanı doğasına bıraktığında en güzel hikayeyi yazmaya meylettiğinin farkında. Farkında değilse eğer, içgüdüsel olarak prim yapanı keşfetmiş.

Bir de Acun'a diş bilemek, Türkçe popu küçümsemekle benzeşen bir tepki gibi geliyo bana. Yani nedir, gerçeğinden kopuk gençliğin ergen diretmeleri. "Hayır, dünya benim istediğim gibi olacak işte!" tutturması. Veya daha kötüsü: "Tüm bunların ötesinde tam bizim istediğimiz gibi bir dünya var zaten, biliyorum" diyerek bilmişçe durduğu yeri yok saymak. Halkının gerçeğini inkarla örtbas edip, şıklaştırmak. "Acun çok cahil", "Türkçe pop da çok amele" diye ağız yırta yırta gülmek. Bu blogda Türkçe popa da laf söyletmiyorum, malum. Her türlü elitizme karşıyız, HOCAM! İyi niyetli elitizm olmaz, elitizmin her türü dayatmadır. Ondan, bu Acun'a veya Türkçe pop'a, magazin figürlerini yok saymak falan çok ayıp geliyor bana. "Eve giderken annesinin açtığı telefon üzerine bakkala uğrayıp ekmek-yoğurt alan insanların metalciliği-pankçılığı olmaz" diyordum on sene önce, düşüncelerime şöyle bir yoklama çekince görüyorum ki hala aynı şeyi düşünüyorum. Böyle kendi ülkendeki popüler kültüre yabancılaşmaya lüzum yok. O yüzden Acun'u parmakla gösterip bir neslin koftiliğini işaret etmek için kullanmak faydasız. Acun'un yapımcı olmayan/olamayacak 40 milyon kopyası var Türkiye'de, ve yapımcı olmadıkları ve para kazanmadıkları için Türkiye çok daha güzel bir yere dönüşmüyor. Bilgilerinize selam ve arz ederim.


[1] Kısa yoldan "fak dı sistım" diyip, içini rahatlatanlara dair çok sevdiğim Hevesli Bardak'tan çok sevdiğim bir tespit: http://heveslibardak.blogspot.com/2010/08/beyaz-yakal-koleler-duzeni.html

6 yorum:

hevesli bardak dedi ki...

Senin deyiminle "zevkten kişneyerek okudum", tadı damağımda kaldı ayol.

Yalnız memedaliyerbil'i tam adıyla yazmışsın. Yarın öbür gün tırnak içinde adını gugullatır da "anam bi tazminat alsam da kıprızda yesem" derse diye ürktüm. allahesirgeye.

Elmoş dedi ki...

Afiyet olsun. (Böyle bozacının şahidi şıracı, karşılıklı övgü fıskiyesi kankiş blogları sanılıp, hor görülmeyelim sakın ha! Del-lik-kanlı , Sezar'ın hakkı Sezar'a bir sevgi, bizimkisi.)

Doğru diyorsun, isim meselesini hemen düzelttim. Benim etim ne budum ne ki onları besleyeyim. Ancak bir Atlas jet bileti çalışır benden Mali'ye taş çatlasa, o da tek yön.

Hakan Yavuz dedi ki...

Acun mevzusu,aslında hem TV temelinde hem de memleketin genel iş-statü meselesinde üzerine akademik makaleler yazılacak kadar istisnai bir örnek; tabi bu onu kıymetli yapmaz ayrı.Ama,mektepli değil de alaylı olup,şans eseri işin bir yerlerinden girip yükselme örneği, aslında yıkılması,aşılması gereken ahbap-çavuş seyrinin sağlam panoraması.diğer yandan -ideolojilerden bağımsız söylüyorum-işinde gücünde ve efendi bir TV figürü yaratmaya çalışan cemaat tayfasına da iyi kapak olmuş bir olaydır Acun'un özel hayatının akıbeti.
Velhasıl, konu uzun ama yazı harikulade.Yazarını tanımıyorum fakat bir akademisyen ağırlığı,hanımefendi yerindeliği var.Sevgilerle...


http://kalemkahveklavye.blogspot.com/
http://bekaretibozulmusbirbeyin.blogspot.com/

Elmoş dedi ki...

Tanışmasak da şevk veren güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Benden de sevgiler, selamlar.

Ömür Yılmaz dedi ki...

İneklik bakidir. Mektep ineği adam yapmaz. İneğin görevi süt vermekse mekteplide olsa alaylıda olsa eninde sonunda onun yeri ahırdır.
Yazını beğenerek okudum. Başarılarının devamını dilerim.

Elmoş dedi ki...

Benzetmene göre, yeri eninde sonunda ahır olması gereken inek Acun mudur?