23 Mart 2011 Çarşamba

Live! Tonight! Sold out!


Felaketlerin gösterişli yıkımı yanında insanoğlu göz yorucu bir detay sanki. Oradan oraya karınca misali savruluşundaki çaresizlik, küçük dağları o yaratmışcasına davrandığı günlerin ardından bir parça ekmeğe, bir bardak temiz suya muhtaç kalması ne acı. “Nükleer santralin en güçlü depreme bile dayanıklı duvarını ben dizayn ettim” veya “santralin 32-A hangarındaki ultragalaktik kepçeyi kullanmayı bir tek ben biliyorum” cakası satarken, onlarca senede kazandığı uzmanlığı tanımayan, üstelik en basit matematik formülünü bile bilmeyen ama yine de durdurulamayan bir güce yenik düşüp, en başa dönmek. Atom yüksek mühendisliğinden dört işlem seviyesine; kendini toplayacak, yıkıntıların arasından çıkacak, acizliğini mecburen yüzümüze çarpacak ve yardım için uzatılan ekmeği yanındakiyle bölüşecek. Doğrudan felakete maruz kalmayıp, ekran başında bu dört işleme bakakalanlar da böylesi çaresizlik simülasyonunu izledikçe kendi başına gelmediğine sevinip, ölçülü ve kontrollü şekilde endişelenecekler: “Peki BEN? BEN ne olacağım? Ya BENim başıma gelmiş olsaydı?” Sonra sebebi meçhul bir güvenle yüzleri aydınlanacak, sakinleşecekler: “BENim küçük dağlarım işini bilir ve BENi teğet geçer. Küçük dağlarıma güveniyorum.”

Halbuki küçük dağlar ve büyükleri, hepimizin un ufak olup toprağa karışmamızla huzura erecekleri günü bekliyorlar sessizce. Ama kötü niyetten değil bu sessizlik. Kötü niyetten değil; çünkü onları biz yaratmadık. Gerçekten yaratmış olsaydık, sinsilik ve kibir genetik bir bozukluk gibi kusursuzca dağılırdı tepelerine, zirvelerine, yamaçlarına. Gece gibi üzerlerine çökerdi miras bıraktığımız karanlık ve kötücül düşüncelerimiz. Biz sadece zarar vermeyi biliriz.

4 Mart 2011 Cuma

İnsanlıkdışı bir örgüt olarak "Nevzat dede"

Anneannemin evinde oyunlarla geçen çocukluk yıllarımızda pek az gördüğümüz bir can düşmanımız vardı: Nevzat dede. Anneannemin alt katında oturan, nadiren sokakta karşılaştığımız bu adamın en büyük suçu, çocuk ayaklarımızın koşarken parkede çıkardığı patinaj seslerini, bir oyun esnasında oyuncakları çarpıştırmaktan çıkan tıkırtıları veya ufacık bir sebepten ağız yırtarcasına gülerkenki kikirtilerimizi ilerlemiş yaşına rağmen duyması; çocukluğumuzu mazur görmeksizin, şikayetini duyulur kılmak için kalorifere vurmasıydı. Yanlış hatırlamıyorsam öncesinde kısa bir süre, karısını-kızını kapıya göndererek sessiz olmamızı öğütlemişti de, artık kimse kapımıza gelmeye yanaşmayınca kendince çözüm üreterek, koltuğunun yanında durduğunu hayal ettiğim kalorifere bastonuyla "Ton!Ton!Ton!" diye vurmaya başlamıştı. Metalin diş gıcırtadan çınlamasıyla azarlandığımızı bilirdik; bir süre utanarak fısıldaşır, koşmadan, hoplayıp zıplamadan oynamaya çabalardık. Çocuk aklı ama, er geç yine oyunun coştuğu an gelirdi ve yine o ses oyunumuza hükmeder; bizi kâh maymun gibi tırmandığımız kapı kirişinden yaka paça indirir, kâh güldüğümüz şakadan omuzlarımızı silkerek uyandırıp suçlu psikolojisine sevkederdi.

Dedemi hiç görmedim, daha ben doğmadan ölmüştü. O yüzden, dedem sağ olsaydı Nevzat dedenin uyarılarını dikkate alacak mıydık, bilmiyorum. Yaşasaydı, tahminimce, Nubar Terziyan tontişliğiyle ve ağırkanlılıkla burnundan derin derin soluyarak apartman terliklerini giyip aşağı inecek, Nevzat dedenin önünde koca göbeği ve iri cüssesiyle gösteriş yaparak gerekeni söyleyecekti. "Nevzat efendi! Çocuk bunlar! O kadar olacak artık!" diye ünleyerek kestirip atacak, tartışmaya bile girmeden tuttuğu tarafın rengini belli edip, bu kalpsiz adama haddini bildirecekti. Ya da belki ona hak verir görünse de, eve gelince bizle beraber onun aleyhinde şakalı konuşup gülecekti. İnat olsun diye, kimbilir, bir kere de o topuklarını yere vura vurarak salona koşup yarışacaktı. Biz de, şimdikinden farklı olarak, bildiğini sakınmadan yapan, sürekli "yanlış bir şey yaptım ve bunun için kaloriferime vurulacak" telaşında, korkusunda, gölgesinde yaşamayan insanlar olacaktık. Halbuki dedem, çocuk teriyle ıslanmış fanilalarımızın altında uzanan kaloriferden Nevzat babanın şikayetleri yükselmeden seneler evvel bir gün, kriz geçirerek durmuş kalbini saklayan soğuk bedeni çarşafa sarılı vaziyette evine geri getirildi. En küçüğü ortaokula giden dört çocuğuyla beraber çocukların çocukları, yani ben dahil yedi torun da, o günden itibaren dedemin kalkanı altında korunaklı geçecek yıllardan mahrum kaldık. Nevzat dededen ve onun binbir suretinden kucak dolusu korktuk. Otokontrol neymiş, gereksizce erkenden öğrendik ve daha Nevzat dedeler kaloriferlere vurmadan birbirimizi uyararak sesimizi kıstık, oyunumuzu ve oyun alanımızı daralttık.

Dedesiz, boynu bükük çocuklara dünyanın tüm Nevzat dedeleri tarafından sistematik olarak uygulanan taciz, kayıtsız kalınan trajedilerin en büyüğüdür.