15 Haziran 2010 Salı

Söz Foto'da/Fetiş Fato!

Fatma Girik'i çok severim. Gözünü pörtlete pörtlete bilhassa, Yılanların Öcü müydü, onda, tam da bağlamını hatırlamadığım şekilde hakkını yiyenlere, üstüne varanlara gözdağı vermesi falan. Belki de Müjde Ar'ın yaptığından daha fazlasını yapmıştır dönemin feminizmi adına. Biraz daha köy edebiyatı ağırlıklı şekilde. Çünkü hep başında yemeniyle hatırlıyorum, sırtında testisi. Aniden namussuza çıkıyor adı, hani öyle şeyler olur ya filmlerde. Tarlalarının sahibi olan ağa gelir, el kol yapar, Girik de ağzının payını verir, sonra namussuza çıkar adı. Ki düşününce farkettim ki gerçek hayatta da öyledir. "Bacılarımız, kızlarımız, karılarımız" kapsamına girmeyen gerçekten güzel kadınlar ekseriyet yollu olarak adlandırılır.

Neyse ne diyecektim, o yüzden az sonra yazacaklarım için günün birinde Google'dan arama yaparak gelip "o Türk sinemasının sultanı, safir gözlüsü, menekşe gözlüsü, hav der ya?" diye bıdı bıdı edilmesin. Göz rengi yüzünden insanları Meksika dalgamdan sakınamam. Burada kutsal kitap yazmıyorum, altı üstü bir blog açtık. Sonra bu insanlar "vay Youtube kapandı, hay Google tesettürlendi, anca ucu görünüyor" diye ağlıyor. HOCAM, sen civarından geçtiğin her sitede kafana uymayan şey gördüm mü alayına gidiyorsun. Kendi fikrin dışında fikre tahammül edemiyorsun. Forumlarda kafa göz birbirine dalıyorsun. Sonra vay niye kapandı. Senin başındaki de senin kadar tahammülsüz, ondan olabilir mesela. Senin başındaki adam da aynı derecede dediğim dedik diyor, ondan olabilir. O yüzden bir daha açıklama yapmam, gagalarım hepinizi. Tıkıtıkıtıkıtıkı diye ağaç gibi kakarım.

Evet, bu tehdit silsilesinin ardından son yıllarda erkekliği benimsemiş, yiğit bir delikanlıya dönüşmüş Fatma Girik'le ilgili bir takım fotoğraf ve bilgiler sunacağım. Gerçi son senelerde Girik'i ne zaman televizyonda görsem saçları gösterişli bir gümüşe çalmış, üstüne beyaz bir başörtüsü, "OĞUL! YOLUN YOL DEĞİL, OĞUL! BİZİM GELENEKLERİMİZDE YARI YOLDA KOMAK YOKTUR, OĞUL!" diye ünlüyor. Ölmüş bir ağanın dul karısı olarak, kah başroldeki rol yapamaz manken oğlunu bir yellozdan ayırmak içni çabalıyor veyahut vice versa. Kızın yolunu yapıyor çünkü beşik kertmesilermiş ve konak meğersem kızın üzerineymiş. Hatta oğul da birkaç sene önce kızın üzerineymiş de, yeterince etinden sütünden faydalanmış ve yeni yellozlara pupa yelken açmış.
Bundan birkaç sene önce halbuse, birkaç az kalıyor bir on sene önce, Fatma Girik kısa saçlarıyla işte tam bir yağız delikanlıydı ve Yetiş Fato, Söz Fato'da isimli bazı tuhaf programlar yapıyordu. Bu programlardan birinde alemi yokken camdan stunt yardımı olmadan atlayıverince beli kaydı ve uzun süre yatakaldı. Belki de bu vesileyle, saçlarına aklar düştü ve beyaz örtüsüyle dine ve az hareketli bir hayata ihtiyaç duydu, bilinmez.
Şu baktığım onlarca afişte Fatma Girik hep omuzdan erkeğine sarılmış, hem korumak hem korunmak ister gibi. Yalvarır gibi, hem de "savaşacaksak da beraber, erim" der gibi. Bu delikanlı kırılganlık o zamandan geliyormuş demek.

Kapanışta dansöz oynatalım da, reyting düşmesin aman. Biraz meme, kulak arkası edilmiş sönük turuncu gül, bir çift halka küpe, kıpkırmızı rujlu (Elizabeth Arden, Günahkar 48) bir dudak ve boncukları çıldırmış bir takım bileklikler. Göbişi, can simidini (love handle) ise korseli düşük bel külottan göremiyoruz.Ama bu edayı sevdim, yalan değil. Tamba tumba, esmer bomba. Bir sağa, bir sola kıvrıl be canına yandığım!


P.S. Neden Fatma Girik?: Kısa süre sonra siz seyircilerimizle buluşacak bir ortak proje sebebiyle fotö aramalarım sonucu denk geldi, "du koyayım bloga" dedim.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Stockholm Hazz Festival 2010


Adamlar websitelerine yazmışlar, fotoğraf makinası getirilmeyecek diye. Sanki götürsek ne olacak, polisler hızlı giden arabayı bile kovalayamıyor burada, şişeye mi oturtacaklar? Yok ama, götürmedik. Sonra tel tel hayıflandık, kadhayıflandık. Geriye ince naylon poşete konmuş bir festival t-shirtü fotoğrafı kaldı.

Şimdi kısaca festival özetleyeyim.

Öncelikle Türkiye'deki nefis festivaller ve konserlerdeki moda geçidi, o tribal gençler, o fitne fücur bakışlar falan olmaduğından çok konsantre bir sevinç veriyor bana bu tip etkinlikler. Yine enteresan sakallı, yağlı saçlı arkadaşlar yok muydu, vardı. Sırt çantasıyla gezen çocuk keza, vardı. Erkek arkadaşıyla kıçının kılı ağırmış ama çok genciz biz iddiasındaki kırışık kızlar, vardı. "Nolüö" der gibi yarı-şaşkın bakan, orta yaş üstü "ikinci bahar" çiftler de vardı. Ucuz bira içmeye gelmiş gibi duran, alkolden kılcal damarları atıatıvermiş, boyu çekmiş garibanlar vardı. Birkaç haftalık bebekler vardı, yine hiçbiri ağlamıyordu. Gaz, ateşli ishal falan bizim bebeklerde var galiba bir tek, bunlarınki defosuz oluyor. Sonracığıma, mor montlu ve mor ayakkabılı bir kız bile tespit ettim, ki alter camiada "mor seven kız" beni özellikle korkutur.

Festivalin bilet aldığımız Cuma günkü programında Erik Lindeborg Trio, Courtney Pine, Avishai Cohen, Omar, Nils Landgren Funk Unit ve Kool & The Gang'i izledik. Avishai ve Kool için gitmiştik ama Omar bilhassa bitap düşürecek, insanlıktan çıkaracak kadar dansettirdi. Yani son 15 dakikasında sahneye ara ara tacizkar şekilde "YARDIR ÖMER!" diye bağırmam boşa değil. Courtney Pine, her konserde yapıldığı üzre, cansız mankenlik yapan İsveçlileri ayağa kalkıp dansetmeleri için epeyce haşladı. Hatta sonunda sahneden inip yanımıza geldi. Avishai çok karizmatikti, her şarkı sonunda ceket önü ilikleyerek alkışladık. Kool & The Gang ve boyband koreografileriyle yağmur altında çizmeli ve kapüşonlu da olsak çılgın hareketlerle tere kana battık (ki hava 10 dereceydi). Bunca saat spor ayakkabısız dansedince de bugün tüm gün tabanlarım şiş yattım kaldım. Eklem yarası da cabası.

Otuza iki kaldı ama, otuzbin çeşit güzellik gördüm. Şu Stockholm bilhassa, bana çaktırmadan gençlik ışıltısı aşılamış, facelift yapmıştır diye tahmin ediyorum.

PS. Jazz'a İsveçlilerin yaz dediği aklıma geldi. Biz de yaz'a yaz diyoruz. Ama buradakiler ne bilsin, on derece olunca hava Haziran ortası, anca jazz'a yaz diyorlar.

5 Haziran 2010 Cumartesi

Sveç & Tears

İsveç'te ortalık az yeşillenmeye başladı mı bir neşe peydah oluyor insanlara. (Sonraki satırlar en az bunun kadar tespit içerse de, başka ülkenin hülyasına dalıp biz&onlar kamplaşmalı ve karşılaştırmalı edebiyat amacı gütmüyor. Daha ziyade, ben ve insanlığın geri kalanı arasında bir karşılaştırmayla, kendime sonsuz hak vereceğim bir yazı olacak. Yine. Galiba.) Olur olmaz sohbetler, kaynaşmalar, gülümseşmeler, ufak aksiliklere "heh" deyip geçmecilik, yaz gerçeği. Yaz geldi diye gaza gelmek. İşte, insanın yeşilin her tonunu bir arada görebilmeye hayranlığı, güneşle yıkanmış sütlü sarı, kavun sarısı bir gökyüzüne ve güneşin az önce battığı şeftali turuncusu o yere hayranlığı, nesnelerin batmaya ve yatmaya giden güneş sebebiyle eğik düşen ışıklara yenik düşerek romantizm sosuna banılması ve insanın "kimbilir önümüzde kaç kiraz mevsimi var" diyecek kadar Cenk Erenleşmesi. Kaç kiraz mevsimini varsa, kaç tane de "yağmır demem, çamır demem, yollarına-ı-a-ı-a-ı-a düşşüyorum" diye Ferdi Tayfurlaşması var asıl. Yani yingyang HOCAM bu işler, her toplu iğne başı kadar güzelliğin kafam kadar bedeli var çok afedersün.

Bir süredir Stockholm'den bildirmiyorum, çünkü bu kış çok zor geçti. Çünkü ananem öldü. Çünkü ananem öldü diye her şey bok geliyor. Bok gelmesi mesele değil de, her zamanki arsızlık uçup gidiyor insandan. Her sevginin bir sonu var diye insanın içi sıkışıyor, yüreciği adeta sanayi tipi tost makinası içine sıkışıyor. Sanayi tipi tost makinası var mı, bilmiyorum. Şaka olsun diye demedim, olduğunu varsayıyorum.

Neyse, hayat durmuyor elbette. Kiraz mevsimi, muz mevsimi derken al işte, Stockholm maratonu geldi. Ne kadar outdoor spor aktivitesi karşıtı bir insan olduğumu cümle alem biliyor, böyle dışarıda koşmalı şeyleri pek anlamıyorum. Bir insanın maraton koşmaktan zevk alacağı fikrini anlayamıyorum. Anlamam da gerekmiyor, biliyorum. ("Bana benzemeyen milyorlarca insan var ve hepsine teker teker kızamam. Anlayışlı olmam lazım." düşüncesini, tek çocuk olarak anca 28 yaşında kavrayabildim.) Başkaları da sabahları gazeteyle beraber Sacit Aslan okumamı anlamayabilir mesela. Saatlerimi ünlülerin bir gün sonra bile geçerliliğini ve önemini yitiren, kullan-at demeçleri ve bembeyaz flaşla yıkanmış fotoğrafları, fazla rimelden pürtükleşmiş kirpik ve kalemle belirginleştirilmiş kezban kaşları arasında geçirmek, bacaklarım ve kalçam için koşmak kadar faydalı bile değil. Gerçi biri birine laf soktu mu arada "yağlarım eriyor" diyorum, ama direktoman eriyor mu, şu ana kadar kesin bir sonuca varamadım. Eminim erimiyordur; çünkü Semiramis Pekkan kaşlarını alıp maymunluktan uzaklaştı uzaklaşalı, hiç o kadar şiddetli "yağlarım eriyor" çekmedim. Bu deyime dair kredimi çabuk tüketmedim.

Evet, Pazar günü iş olmadığından mecburen evde duran ve şaka bombardlayan baba espirilerimi bir yana bırakalım (ki o kadar Pazar günü babasıyım ki, espiri yaptığımı bile düşünmediğim halde espiri kakacıklıyorum). Bugün Stockholm maratonunda insanlar önümden yarın yokmuşcasına (HA!) depar atarken badem ezmesinden fıstık yeşili bir hamurla kaplanmış, kurbağa şeklinde bir pasta yiyordum. Milyorlarca İsveçli tüysüz baldırlara(çünkü sarışınlar, akıllım) yapışmış polyester şortlarıyla uzuuunca bir yol boyu kilometrelerce koşuyor; efor, enerji, ter, çaba konseptleri soluduğumuz havayı ağırlaştırıyor; alkışlar sel olup koşucuların bardaklarına doluyor; çağrıştırdığı duygularla beraber unutulmuş parçalar terden ıslanmış favorilerinin ardında kızarmış kulaklarına dolanıyorken ben arkadaşımla pasta lüplüpletiyor, sütlü bir takım içecekleri hüphüpletiyordum. Ağzımı silmekten fırsat kalırsa, alkışlıyordum da. Bir yandan da kafamın içindeki bir Internet Explorer penceresinde bloga şunları yazıyordum: Stockholm sevgisinin yaz sıcağında köpürmesi/şeftali rengi gün batımı/tarçın rengi köpek/uçuk pembe çilekli dondurma ve seyrek bulut beyazı ve masmavi gökyüzü ve en güzel pastel ve canım renkler./Kimse çıkarı olmadan, diğerleri güneş gözlükleri ve ince gömlekleriyle, köpekleri ve bebekleriyle ve ellerinde dondurma külahlarıyla efil efil onlara bakarken hoh-höeh diye sesler çıkararak koşan olmayı istemez./İşin içinde bir çıkar olacak ki bu adamlar sonunda birinci olamayacaklarını ve yorulacaklarını bilseler de bir bacağı öbürünün önüne atacaklar, tereddütsüz./Tereddütsüz, otomatik davranmak, ne yapacağından sorgulamadan emin olmak bu işin motivasyonu o halde./Bu gizem de çözüldü, artık koşuculara bile tolerans göstermem gerekecek./Sponsor logolu atletlerle polyester şortlar ise tolerans yelpazesinden yellenemeyecekler.

2 Haziran 2010 Çarşamba

uncapslocked


Merhaba Cankuşlar,


Nice nice tweetler, nice blog postları, nice e-maillerle forwardlar ve türlü şaklabanlıkların arasından, bir kez daha MERHABA! Hayatta çok mühim şeyler oluyor; cep telefonlarının pili bitiyor, taze basılmış gazete elleri kirletiyor, ojelerin kenarı sürtünüp beyaza çalıyor ve manikürler bozuluyor (amman, evlerden uzak!). Ama bizim keyfimiz çok yerinde, şükür. Her yeni gün Hititlerle başlayıp Atatürk'ün ölümüyle sona eren tarih bilgimizle ve mizah dergisi jargonumuzla yorumlayabileceğimiz türlü türlü olaylar oluyor; denizler kirleniyor, andan sonracığıma, gemimizi de şeye sokmuyorlar ve üstten helikopterle askerler tepemize iniyor. Tayyip şey yapıyor, beriki Recep Bey deyince ortalık karışıyor, milletvekili maaşı almasına rağmen 450 telelik gömleğini konuşuyoruz. Bir sevindik, bir sevindik, Kılıçdaroğlu RuLeZ dedik. Fenerbahçe'nin Bağdat Caddesi'ne kurduğu takları ustalar eritti lahmacun fırınında, baştan şekil verdi, hepimiz sokağa döküldük ve Kılıçdaroğlu -K(ey)-Dar- t-shirtlerimizle yürüdük böyle. Sanracığıma, daha neler neler oldu. Hepsini yazdık, Twitter'da da yazdık, (da'ların hepsini bitiştirdik hatta, yerden kazandık, noktadan sonra space yapmadan yazdık), bloglarımızda yazdık, herkese haber verdik "gelin yazımı okuyun, ben blogda bu konuyu yazdım düdük kadar bilgimle yorumladım, hadisenize!" diye. Sonra benle aynı şeyi düşünenler geldi okudular ve çok beğendiler. Hepimiz başımızı salladık, birbirimizin saçını sevdik. Zaten andan önce de Baykal'ın boxerlı kaseti çıktı, Nesrin Baytok diye de biri çıktı, ama kaç hafta geçti üstünden artık o ismi hatırlamanın alemi yok.

Hepimiz birbirimizi retweetledik, dendenledik. Ama hepimiz farklıyız. Herkes öyle farklı ki, sonuçta aynı yere geliyoruz. Hepimiz hep tepkiliyiz, hep haklıyız. Hep agresifiz, hep alayına gideriz. Herkes, diğerleri kadar orjinaldi bu hafta da, diğerlerinde de. Her hafta ayrı orjinaliz.

Sonra arada ciddiyeti savuşturduk, magazin okuduk, ay dalga geçtik. Çok severiz dalga geçmek, biz üst düzey entellektüelleriz, magazindekiler hep basit insanlar. Herkese ilk adıyla hitap edip güldük, bazı haberleri arkadaşlarımızla paylaştık, ayrıntılardaki sakilliği birbirimize işaret ettik. Bizim gülmemiz çok önemli. Buruk da olsa, buruğun içinden gülüneceği bulup çıkartırız biz. Kendimizi kendimiz eğleriz. Kendimiz pişirir, yeriz.

Öyle öyle bir haftanın da ortasına geldik. Çoğumuz hayatın da ortasına geldik.

Şu an dünyada bir şey olsa ve internet aniden emilip gitse bir sanal karadeliğin içine, hepimiz aniden siliniriz. İnşallah, dua ediyorum, internetimize hiçbir şey olmaz ve sonsuza dek Facebook'tan ekleşir, çıkarır, çarpıp böleriz. O olmasa Google'larız, formspring'de birbirimizle röportaj yaparız ve ciddi cevaplar veririz. O da olmasa blogumda canım arkadaşım Ponpon'dan bahsederim, Ponpon da canı arkadaşı benden, ve böylelikle sonsuza dek aynanın içinde ayna şeklinde karşılıklı yansıtmalar ve hoooop bir bakmışız ki Tweety t-shirtünün içindeki kart kadına dönmüşüz. Bir bakmışız ki kızıyla arkadaş gibi olan kadına dönmüşüz. Kızıyla arkadaş, çünkü zeka yaşımız orada kaldı.

Ne diyordum, o da olmasa Twitter'dan @canoş diye mention ederiz. Canoş da kim onu sözüne konuk etmiş, mention etmiş diye bir bakar aaaa elmoş beni mentoş etmiş. "OYyyy, conum" diye o da topu bana atar. İki tane de gazete küpürü değerlendirdik mi, bu iş tamamdır. Artık sanal ama kanlı canlı, tamagoçi gibi adamız. İnternetten beslenip, altımıza yorum kakalıyoruz. Kakişliyoruz.

Vallahi bayılıyorum ben bu işe. Sim City gibi olduk, değil mi? Hiç oynamadım ama Sim City de böyle bir şey olsa gerek. Hatta adeta Hin City.

Bu oyunda bir karaktere yatırım yapmak için gerekenler:

- Cool avatar: Manipüle edilmiş flu bir fotoğraf - Günlük tweet sayısı : 39
- Günlük politik tweet sayısı: 20
- Günlük alaycılık oranı: %85
- Küfür (kelime başına): 3 kredi
- Arkadaşlarla selamlaşma (kişi başına): 5 kredi
- Arkadaşlara selam vermemek (kişi başına): 50 kredi (daha karakterli duruş, ağır ol molla desinler hesabı)
- Haftalık blog post: 3
- Takip edilen Tumblr account sayısı: 456



RT @canoş Bugün ülke yönetenler dün zartzurtcubaşılık ediyordu, o zaman zartzurt is the new black hatta new block!!!
Retweeted by you and +250 suckers

Şimdi hepimize kafamızı sokalım müsadenizle. Biraz da popişciğimiz açılsın, değil mi? GÜNDEM BAYDI. Vallahi baydı. Tüm söylemler de tükendi, bir blog açtım hayatım değişti. Ben bu blogu aslında şey olsun diye açmamıştım. Vay öyleydi, vay böyleydi.

Bir sonraki blog postumda, daha güzel şeylerden bahsetmek üzere.

Günün sözü: Ayıdan dost, gündemden post olmaz.

Sonsöz:  

"Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. 'Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin?' diyorlar. 'Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden; cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden; doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?"

Sabahattin Ali'ye sözkonusu eleştiriyi yapan arkadaşlarını, bu yüzyıla davet ediyorum. Fakirlik tükendi gitti. Şimdi hep eğlen coş, işte Kiboş.