31 Ocak 2010 Pazar

Hassolistin fazları

Karen O'nun Bülent Ersoy fazının, tam yerine denk gelmesi münasebetiyle, manzaralanmasını istirham ediyorum. Bugüne madem Zeki Müren ile başladık efendim, o şıklıkta devam etmek icap eder.
Bir kere, Bülent Ersoy her ne kadar travesti, transeksüel ve geylerin haklarını hiçe sayarak, Kuşum Aydın'ın programında el çırpan muhafazakar mutfak robotlarından olmayı tercih etmiş olsa da, yine de tüm bunları ömrü hayatı boyunca yaşamış olduğu travmalara yormamız fevkalade mümkündür.

Karen O bir yana, Bülent Ersoy'un imaj fazlarına şöyle bir bakış atalım mı bir sakıncası yoksa efendim?
İşte early Ebru Gündeş fazı.

Bülent Ersoy'un Ceylan fazı.

Gülben Ergen fazı.

Yıldız Tilbe fazı

Minik Kuş fazı.

Eda Taşpınar fazı.


Şimdi müsadenizle istirahate çekiliyorum efendim. Hoççakalıın!

Hamiş: Çok daha acayip şeyler var elimde, uygun bir zamanda şey yaparım.

Öyle dudak büküp, hor gözle bakma.

Bu sabah ananemin sesinden en çok duyduğum şarkı kafamda çalarken uyandım. General Zeki Müren'den gelsin mi o halde? YÜREK, OMZA!


"Videoyu izleyemiyorum, sen özetle" diyenlere ful skript:

... Hepinize her şeyin, her şeyin en güzelini getirsin. Her şey gönlünüzce olsun, her şey dilediğinizce olsun, her şey her zamankinden daha yüce olsun. Her zaman olduğu gibi hepinize en engin sevgilerimi, en derin hürmetlerimi arz ediyorum. Lütfen kabul buyrunuz efendim, sağ olunuz.

Öyle dudak büküp, hor gözle bakma.
Bırak küçük dağlar, yerinde dursun.
Çoktan unuturdum ben seni, çoktan,
Ah, bu şarkıların gözü kör olsun.

Güzelsen güzelsin, yok mu benzerin?
Goncadır ilk hali bütün güllerin.
Aklımda kalmazdı, yüzün, ellerin,
Ah bu şarkıların gözü kör olsun.

Sonunda tuz bastın gönül yarama,
Nice dağlar koydun, nice, arama,
Seni terkedip de gitmek var, ama,
Ah, bu şarkıların gözü kör olsun.
Ah, bu şarkıların gözü kör olsun.

Canımdan çok sevdiğim aziz ve muhterem dinleyicilerim ve de çok saygıdeğer seyircilerim. Şu anda huzurlarınızda olmak ne kadar mutluluk veriyor bana, bir bilseniz! Kelimelerle tarif edemiyorum efendim. Her şey gönlünüzce olsun diyorum, her zaman olduğu gibi en içten sevgilerimi ve en derin hürmetlerimi sunuyorum sizlere.

28 Ocak 2010 Perşembe

Tövbe tövbe.

Ekşisözlük'e ne zaman bir işim düşse, ne zaman Google'lattığım bir öğenin ilk cevabı beni Ekşisözlük'e taşısa sol tarafta en üstlerde bir başlık: "vermeyen kız", "verip de şey yapmayan", "yapıp da yeterince vermeyen", "hem veren hem alan", "alan razı veren razı". Vermek fiili üzerinden dönen bir sohbet. İnsanın hiçbir şey vermese, o başlığa konu olmayan kızlara fevkalade hak veresi geliyor. Öngörmüşler işte durumun çiğliğini, bir bildikleri varmış. Belli ki adamın harroluğu diz boyu; kimbilir kimlere, ne gibi bir samimiyete ümitlendi. Oraya gidip de öğretmene şikayet eden çocuk gibi yazdığına göre. Beter ol, verilmeyen adam. Seninle bir kahve içmeye giden kıza bile yazıklar olsun. Şikayetini Ekşisözlük'e detaylı rapor edince Kaliforniya'da sörf eden çocuklara dönüşüyorsun sanki; rahat mizacıyla kendine güvenli, işi gücü ya üstüne bindiği ya geçtiği dalgası.

Her akşam eve dönerken yoğurt ve ekmek alıyorsun işte. Çorabınla yatıyorsun, içine atlet giyiyorsun. Hala gülersin Haydar Dümen'in yarı teknik cümlelerine, cinsel organ isimlerine. Senden bir halt olmaz.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Özyılmazel A.Ş.

Saat sabah 9 buçuk. Sabah kalkmışım, gazetemi okumuşum. Cumartesi ekini de okumuşum Radikal'in, durduk yere öfkelenmişim. Sonra Ayşe Arman'ın Ayşe Özyılmazel röportajını okumuşum, üşenmeden bir daha öfkelenmişim. Dün de bir blogda Ayşe Özyılmazel'e denk gelmiş, bir hafta önce Saba Tümer'de izlerken hakkında tvitlemiştim de... Kontrolden çıkmış bu işler. Özyılmazel işleri. Ünlü olması, nasıl/ne hakla yazar olması, şimdi aynı sorgulanabilirlikte nasıl/ne hakla müzisyen olması, ne kadar da tribünlere yaraşırlıkta uyduruk bir şarkısı olması değil de mevzu, içimi yakan keskinlik daha ziyade yorumlardan. Vurun kahpeye hali, hepimizde. Liseli ağızlara, "süper, bomba, yıkılıooo" gibi sığ, dönemsel ifadelere, kendini değiştirme isteği ve spesifik yeni yıl dileklerine batmış yüzlerce kız vardır, if not binlerce. Tüm bunların anıtı gibi orta yerde duruvermesi mi, problem? Yoksa duruverdiği halde herkesin her koldan onu anlamlandırmaya/ezmeye/büzmeye çalışması sayesinde medya balonu, medya zeplini şeklinde büyümesi mi, parmağını kıpırdatmadan. Nazar değer diye TV ekranlarından kaçacak kadar kendiyle saplantılı bir kız sonuçta. Bu endişesini, kendine nazar edildiği endişesini besliyoruz. Beslendikçe "düşmanlarım çatlasın" atağına geçip, her teklife koşacak, her sahneye çıkacak.

Yaptığı da Nil'den farksız yahu. Nil, tabii ki öncelikle BoğÜn'lü olduğu için daha elit. Kelimeleri de müzisyenliği de daha seçmece. Daha kalite. Nil bir şey söylüyorsa, mutlaka ki sosyolojik tespit diye kucaklanıyor. Reklam ajanslarında da cilalandığı için metin yazarlığı, şarkıyı yazarken kafiyenin ötesinde bir muziplik sunuyor dinleyene, sadece bu yüzden bile nisbeten saygı hakediyor olabilir. Ama tüketicisine bakarsak işin, Nil de bestseller okuyan yürekleri serinletiyor, Ayşe de. Her ikisi de aynı ölçüde narsist. Tabii ki bu esnada bir takım yatmakalkma skor farklılıkları olacak, o değil mevzu. "Haşmet'le mi nispetle mi yattı" değil bence kökü. Haşmet büyük bir, ne bileyim, yazar, oyuncu, manken değil ki, Haşmet'le yatmak ve bu sayede yazarlığı kapıp, ayrılınca dost kalmak büyük mesele olsun. Kıçının kılı ağırmasına rağmen boynunda düdük, gözünde güneş gözlüğüyle trance partilerine giden bir çocuk-adam, bir amman-tutun-gençliğim-kaçmasıncı alt tarafı. Gazetenin genel yayın müdürü mü bu adam, bir telefonuyla Ayşe'ye sayfa kıyağı yapılacak? Veya Ayşe "bütün kızlar toplandık, Sezen'in albümünü dinledik, tam bennnnlik şarkılar yapmış yine/erkek dediğin duracak, gel deyince gelecek, höst dedim mi çifte atmayacak" gibi ayak bileği seviyesinde, yaş 17 yazıyorsa, ne olacak? Amma tutucuyuz, ULAN! O yazmayınca, yerine yeni boktan bir tip gelmeyecek sanki. Ayşe Özyılmazel gibi insanlar var işte, iki haftalık aşkına yeni aldığı Sezen albümündeki bir şarkıyı katık edip "elveda" çekecek, onlar da bu köşeyi okuyacak tabii. "Türkiye'yi türbanlı sanıyorlar, inanılmaz bişey bu" diye şaşıranlar misali, "AKP'ye kim oy veriyor allaşkına aaa? Çevreme sordum, hiçkimse vermemiş" diye tepinenler misali niye şaşıralım ki? Özel liselerden her sene oluk oluk şu kızlardan akmıyor mu allasen? Onlara da her gazetede bir Ayşe, bir sus payı olacak elbet.

Asıl anne Özyılmazel çok deli, farkında değilsiniz ha. Otuz yıllık evliliğinde bir gün kocasının makyajsız ve topuklu terliksiz görmediği bu kadın, boşanmanın özgüvensizliğiyle, titrek bir program yapıyordu TV'de de, geçen Türkiye'ye gittiğimde denk gelmiştim. İşte o zaman, karısının bakımlılığından sıkılıp, biraz da dağınık yemek isteyenler; makyajsız, şiş yüzlü, kot gömlekli, salaş kadına aç kalmışlar hakkında düşündüm. Şıkır şıkırlıktan yorulmak diye bir şey var, erkeklere bu çok oluyor galiba. Hanım hanımcık kız arkadaşını spor giyinmeye teşvik eden, fönlü saçların tokayla yukarda kuş yuvası edilmiş haline vurgun erkekler, topukludansa Converse giysinciler. Kapşonlu gri bir sweatshirtün içinde garaj kapısı açmak için apartman önüne kadar inmişken, dönüp alıcı gözle bakanlar. Kadınların büyük kısmı fondötendi, kapatıcıydı, ince külotlu çorabıydı uğraşırken, kirli diye makinaya atılmış buruş kırış bir t-shirt'ü çıkarıp giyebiliyor diye özgüvenden seksi görülebilmek. Bakımsızlık ve dağınıklıkla ifade edilen bir tür özgüvenden seksi seçilmek, karneye kanaatten 5 getirmek. Asıl hikaye burada.


Altımıza çekmişiz blucinleri, ağbi. Kıyak. Balık Pazarı'nda bir biracıya oturmuşuz, biramızı içtikten sonra elimizin tersiyle ağzımızı silmişiz.

22 Ocak 2010 Cuma

Politik nezaketsizlikte yerli dizi etkisi

Böyle başlık atınca nasıl havalı durdu, değil mi? Vayt, diye okunabilecek bir yazı. Yine öğretici bir yazı, dedirtiyor. Dedirtmesin, aman. Baskıya gelemem. Biraz sevilmenin baskısı omuzlarıma bindi mi, öldür Allah bir şey yazamam.

Türkiye'deyken gözümle gördüm, televizyonlar akşam dizi kuşağına bağlandım mıydı, normale dönmek bilmiyor. Bir keresinde çıldırayazan bir ruh halinde, bir dizinin (Küçük Kadınlar) yaklaşık 4 saat sürdüğünü iddia ettim anneme, ya tutarsa diye, "İki bölüm üst üstedir, ona denk gelmişsin" demez mi! Dizinin kendisi NŞA 2 saat sürüyor, bir de doubledecker yapınca 4 tabii, ona denk gelmişim!

Şeyi diyecektim;

Dizi mevzusundan ziyade diziler hakkında haldır haldır "falancanın saçına sakalına hastayım/ay onu mu beğeniyorsun, muşmula gibi oğlan/kim ne derse desin Behlül tek çılgın fantazim" yazıyor ya herkeş, eş dizikeşlikte. Senaryoyu, oyunculuğu, konu akışını, kadroyu, eserin orjinalini, dizide yansıtılan politik ortamın eksikliğini falan sorguluyor ya. Bloglarda, Twitter'da, gazetedeki köşelerinde. Halk da, elitler de, sosyal demokratlar da, tüm Türkiye birbirini besleyen biçimde karşılıklı dizi tartışıyor. Daha doğrusu üniversitedeki ilk senesinde solcu olmayı öğrenen oğlanlar gibi freyz edeyim: Türkiye asıl gündemini bilmiyor, izin verilen yapay gündemi tartışıyor, YOLDAŞ! Buradan tüm yoldaşlara selam olsun, seneye hepiniz gençişadamı olmak için staj arayacaksınız, haberiniz yok!

İşte, bu dizidizi tartışmalar esnasında, Büyükelçimizi anaokul sandalyesine oturtup hareket yaptılar ya. Adamın dizleri göğsünü yırtacaktı az daha, iki büklüm oturmaktan. Yine beyefendiymiş, dönüp cevap vermeksizin gülümsedi nezaketle. İbranice bir takım laflar edilerek basın önünde küçük düşürülmesi ve bunun da geçen sene Davos'ta konan postaya (Ananı da al git'in ingiliççesi bir "One Minute" mevzusu vardı hani, sonradan pazarda satılan çoraplara bile desen olarak dokundu) bir cevap olduğu şey yapıldı. Ama asıl açıklanan sebep, Kurtlar Vadisi'nde Mossad'a bok atılması olarak kaldı ya. Yine de İsrail'in politik nezaketsizlik/ergenliğini bir tarafa koyayım, biz de çok acaip milletiz. Adamlar diziye alındı diye şaşırdık da, televizyonunda diziden başka bir şey oynamayan, kendi politik tarihini de kıçımdırık Çağan Irmak dizilerinden, "Hatırla Sevgili", "Unutturmayacağız", "Ya sen bir gün dönersen", "Dönersen ıslık çal", "Seksen disiti", "Darbe ve sevgi tomurcuğu", "Menderes gibi akıyordu" dizilerinden öğrenen bir millete anca böyle posta konur, ne diyeyim. Bam telimizi keşfetmişler yani, bamgüm diye çalıyorlar, HOCAM! Derdi "One Minute" olsa bile, "acımadı kii, acımadi kiii" diye cilalayacak kadar Türk toplumunu tanımış yani. Kurtlar Vadisi'ne nota vermiyor, ama Kurtlar Vadisi'ne prim veren bir ülkeye ortaokul üslubuyla "pes mi, pes mi?" çekiyor. Bunun üzerine Kurtlar Ülkesi'nden satırlı açıklama gecikmiyor, "alayına gideriz". Adam tarih kitabımızı protesto ediyor işte, daha ne etsin? Biz de "ay nolcak dizi o dizi, şakacıktan, film icabı be" diye cevap veriyoruz. Dizi ya, dizi tabii. Film icabı tabii. Arkası yarın dizi gibiyiz, alimallah.

Kurtlar Vadisi'ni birkaç dakikalık, bir fragmanlık bile izlememiş bir insan olarak diziden ne anladığımı biraz açıklamak isterim yazımın bu paragrafında:

Şef garson, kalın kaşlı bir adam var. Ondan önce de kendini rolüne kaptrırıp, gerçek hayatta da mafyabaz gibi davranan ama nihayet unutulan bir Oktay Kaynarca vardı. Yahu, konservatuvara alırken bir zahmet kişilik bozukluğu, kişilik akışkanlığı da var mıymış, onu da test etsinler de.. Sonra adam kendi karakterinden güçlü bir karakter oynayınca dizide falan, aklı kayıyor haliyle. Dik duramıyor, yeni omurgasını sahipleniyor.

Neyse dur, şef garsona dönüyorum. Şef garson kravatsız takım elbise ve beyaz gömlek giyiyor. Masada oturuyor, az aydınlatılmış bir odada. Sonra bir takım başka adamlar da var. Birbirlerine karşılıklı silah çekmeli, eza etmeli bir takım sahneler. "Keserim", "kopartırım", "yolarım", "doğrarım" sel olup akıyor. Arada ucuz patlatma, araba uçurma sahneleri falan. Klasik gelişmemiş ülke zortlatmaları. Süpriiiiiz! Bugün bir Doğan patlattık! Çekimler sırasında uçurumdan aşağı Doğan atıldı diye sevindirik haber okumuştum da gazetede, şimdi o aklıma geldi. Sonra bu Doğan'lar patlatılıyor, derin devlet, Ergenekon. Böyle ortaya karışık bir vadi. İzleyen kitlesi de, laf edilmesine tahammülsüz bir kütle, yine o dönem edindiğim izlenime göre. Bu arkadaşlar kumpaslı Al Pacino filmlerini bir izleselerdi, ah bir izleselerdi. Hem patlayan arabaya, hem büyük silaha, hem karizma sözlere doyarlardı hakikaten.

Sonuç olarak da, "Güneşi gördüm"de Kürt-Ermeni-PKK-Birkardeşkardeşivuruyornediye olgularını sorgulamış feylesof Mahsun'un filmi elenince O-sıkar umudumuz da başka bahara kaldı, 2010'dan tek beklentimiz Dünya/Avrupa Kupası veyahut Eurovision birinciliği olabilir diyorum. Futbol kısmını es geçeyim de, cayır cayır bir Manga hitiyle, tereciye pekala tere satabilir ve gurbetçi oylarımızla pespaye Doğu Avrupa hitleri arasında sıyrılabiliriz.

HAYDİ TÜRKİYE!

21 Ocak 2010 Perşembe

Biraz da konuyu dağıtalım.

Bavulda ezine peyniri taşıyan insan nedir, yurtdışında yaşayanlar iyi bilir. Şunu tipoftheday'e başlı başına bir başlık olarak yazardım. Ama kendimce bir ahlaki sınır belirledim tipoftheday'de, ortalığı Ekşisözlük'e çevirmeyeceğim. Yani kendi tecrübe ettiğimi şakkadank diye yarrratıcılık kisvesi altında yazmayacağım. Orası senelerdir gördüğüm insanları topladığım bir alan olsun istiyorum. Hepsi Deconstructing Harry'nin sonundaki gibi, bir salonun içinde beni alkışlayarak karşılasınlar, "Hepimize eş özen gösterdin, uygun güzel cümleler bulmak için bazen gün boyu minik defterinle fıtıfıtı not aldın" desinler istiyorum.

Hah, şimdi konuya döneyim.

Bavulda ezine peyniri taşıyıp kerelerce ve kilometrekarelerce öteye getirmek en başta yürek işi. Sonra bir mini Türklük testi adeta. Çünkü ilk başta böyle bir şey istemezsin. Daha Evropa'ya doymamışsın ki Türkiye'den bir şeyi özleyesin. Boktan krem peynirleriyle, pakette dilim ekmekleriyle yetinirsin, olur biter. Dandik çikolataları, dandik pastaları, dandik her şeyleri gözüne fışır fışır güzellikte görünür FELAN. Bu sebeple geçtiğimiz sene lokum, salça, kuruyemişle dolu bir bavulu sapından zorla tutup ehlileştirmiş Esen'i görünce yeterince anlayamamıştım. Henüz evde de ağır bir yemek yapma temposuna gömülmediğimden, hamburgerle, sosisliyle ömür geçebilir sandığımdan, ah, o toyluğumdan! Stockholm'de aç kalarak aşamalı ve en güzel şekilde öğrendim, Türkiye'de elimin altında olan da dönüp bakmadığım nimetleri. Bir de bu aralar ilettim ya Stockholm'e. Evimden, annemden uzaktayım diye şirretim ya, sanki zorla tutan varmış gibi. Hah işte, tam da o sebepten anladım; benim içimde de Stockholm'e bavulda Ezine peyniri getirecek bir Türk yeşeriyor. Hatta kokmayacağını bilsem, pastırma, sucuk da kazaklarımın arasında rahat bir uçuş geçirir; erimeyeceğini bilsem Nestle Damak, Ülker kırmızı kare de. Şimdilik tavukgöğsü pişirmek için bir kaç gram damla sakızı ve dört kalıp peynir yeter; topu topu 2-3 kiloluk bir gurbetçi Türk ediyorum.

20 Ocak 2010 Çarşamba

19 Ocak 2010

Onu son görüşümün üstünden 12 saat geçmeden hastaneye kaldırılan anneannem, ben İsveç'e inmek üzereyken vefat etti. Sözünü ettiğim, okuyamadığı hikayemle birlikte ona huzur diliyorum. Burası, blogumda sanal bir mezar taşı olarak hüzün saçmasın; anneannemin güzelliğine dikilmiş bir anıt gibi dursun, her baktığımda bana onu hatırlatsın, sabır ve ilham versin. (Paragraflar yine birbirine yapıştı maalesef, onları da bir ara düzeltirim.)


Düzeltme: Öyküyü içinde bulunduğu kitabın piyasaya çıkması sebebiyle buradan kaldırdım. (19 Ocak 2010) Kitap için: http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=186396

17 Ocak 2010 Pazar

Oya Bora - Tasvir-i Şikayet.mp3

Twitter çeşitli ortamlara sokuyor adamı. Nedir mesela, sevdiğin ünsüzlerin yanısıra ünlülerle (sanatçı, şarkıcı, yazar, gazeteci) adeta kankaymışcasına eklemeler, bir yazdığına reply etmeler, özelden not atabilme imkanı falan. Bunu kullananlar mutlaka vardır da, ben kullanamıyorum. Her türlü taciz gibi geliyor. Gerçi öbür taraf da tacize açmış sonuçta kendini o accountla. Bu duruma izin vermişliği var, neredeyse.

Neyseciğime, Twitter'daki izlemece maratonunu keşfettikten sonra, arkadaşlarımın veya arkadaşlarımın da başka arkadaşlarının listelerinden denk geldiğim bazı isimleri izlemeye aldım. Yabancı yazarlar bir yana, mesela sevdiğim bir yazar olarak Ayfer Tunç. Mesela illet de olsam Yekta Kopan ("ben bilirim, ben bilirim" edebiyat akımının öncülerinden). Bir de Murat Gülsoy.

Bilmeyeni için az detaya gireyim, bu üçü grup olarak iyi anlaşangil, Murat Gülsoy'un altzine isimli web fanzininde at koşturangil. Kişisel dostlukları da iyi olsa gerek, kesin bir bilgim yok. Murat Gülsoy da bilmemkaç senesinde kuzenimin önerdiği bir kitapla, ilk öykü kitabıydı galiba, tanış olduğum, sonra ne yazarsa ilk günden alıp, otobüste yarısını okuyarak eve vardığım bir yazar. Alter camiadakiler muhakkak ki "aa tabii, bilmez miyiz, ayıpsın"lıyordur. İşte, Twitter sayesinde Murat Gülsoy'u takip ediyoruz, bakıyoruz ne diyor. Tabii bir yazar olarak, yazarlar asla bir şey 'demiyor', illa ki SAYIKLIYOR. Daha afilli dostum, daha afilli. Bol üç noktalı ve daha afilli.

Şindik, Yekta Kopan'ın "Gelen tüm mesajlara cevap veremiyorum. Çok mu kötü bir şey bu?" cinsi, MSN'den henüz yüzyüze buluşmadığı müstakbel sevgilisine nazlanan, bilirdebilmez davranarak taliplerinin şovunu yapan gençkız gibi cümleler savurmasını bir süre sineye çektim. Herkeş bana uyacak değil ya, bunlar edebiyat dünyasının şey isimleri. Eksik kalmaman, bahsedecekleri gelişmeleri bilmen faydalı olur Elmoşcuğum, dedim. Fakat bir baktım, Ömür Gedik falan gibi Ferhat Göçer sevgilisi insanlarla izleşip, onlara kitap, şarkı önermeceler (bir de bunların favorisi Ceyda Düvenci olmuş. Neden bilmiyorum, hepsi onu izliyor), kendi aralarında minik oyunlar açmalar (seksenlerde ne yer, ne içerdik), hayata bağlanacakları tatlı anketlere girişmeler (hangi şarkının sözünü yanlış anlıyorduk, sayalım bakalım), milyarlarca üç nokta ve çeşitli tavuksuyunaçorba sanayiicilikleri. Bir baktım, adamlar tırto muhabbetler yapıyor Twitter'da (Gülsoy'u ve Tunç'u tenzih ediyorum, burada tek muhatabım Kopan). Ay ben bir utan! Bir utan! Derhal izlemeyi sona erdir, bir güzel. Zaten edebiyatını da beğenmiyordum, senelerce Back to the Future'da Marty'ye ses vermiş olması dışında hiçbir şeyini bilmek istemiyorum.

Sonra Gülsoy bir blog açtı, Twitter'dan duyurdu. Gidip bir ona bakayım, dedim. Diyende kabahat. Gülsoy'un yazarlığından soğuyalı çok olmuştu da, blogda yazdıklarından öyle utandım, öyle utandım. Neden, çünkü her kuşu öptüğü için bir de leylek öpüm atölyesi açmış kendince. Çok yazdı, yazıyor ya; şimdi yazmalara doymuş, yazar olarak yazmanın matematiğini sorguluyor. ULAN, üret önce de hele bir. Sonra dönüp sorgularsın. Öykü kitapları yazmışsın, ona tamam. Arkasından romanlar, okuduğum son iki tanesi zaten leş gibi. Dedim/dedi, 'rüzgarlı bir günde tüm savunmalarımı yanına alıp gitti, terketti beni' edebiyatı yapmışsın. Sorunlu ilişkisi sırasında geçmişiyle yüzleşen adam karakteri genç kızları ferahlatıyor, iyi erkeklerle tanışacaklarına dair ümit ışığı oluyor gerçi. Öyle bir kamusal faydası var, kitaplarının. Şimdi de yazarlığın büyüsünü bozuyor; ki Büyübozumu adında bir de yaratıcı yazarlık kitabı vardı, bir de yaratıcı yazarlık dershanesi açacak yakında. Şimdilik BoğÜn'de parasıyla ders veriyor, eksik olmasın. Bunu okuyan eski aşkıyla ayrılıklarındaki acısına sarınıp ah şiir, vah kısa metraj öykü diye tutturanlar, öykülerinde satır satır kendi acılarını serpiştirip ayrıldıklarından intikam alanlar da ayakta alkışlıyordur, blogdaki yazarlık matematiği hızlandırılmış kurslarını da ilgiyle takip ediyorlardır. BEN EDEMEM. Edene de maalesef şimdilik cezai bir yaptırım uygulayamam. Ne diyeyim.

... Dilimdeki söz gibi, bakıştaki göz gibi kifayetsiz kaldım ruh sıkışmasının zindanlarında.... Anladınız değil mi beni, sevgikuşçukları? Leylek kurslarıma şey yapıyorum bak, gelmezsen teessüf edeceğim. Öbürü de gitmiş,

Adanın arka taraflarına doğru yürüdü adam. Kafasının içinde adını hatırlayamadığı bir melodi dolaşıyordu. Burnuna gelen rahatlatıcı koku, bir masumiyet aynasıyla yüzyüze bırakıyor, çok eskilerden bir anıyı hatırlamasına neden oluyordu. Böylece o melodi o anının sinyali haline geliverdi bir anda. Gerçekleşen bir rüya mıydı bu, düşlediği bir şey mi?

diye bloglamış yahu. Yekta Kopan'ı diyorum. O da bir illet blög açmış da. Blöeagh açmış. Ortaya karışık sayıklamalar. Daha naif duruyor tabii, sayıklama deyince. Kafa yerine baş demek gibi, kibaroğlanlar sizi. Edebiyatınıza kusayım.

13 Ocak 2010 Çarşamba

İş değil, iç yavaşlatma eylemi

Ne biçim blog oldu ki neredeyse bir aydır yazmıyorum, bak. Ama Büyükşehir çalışıyor, yine. Buranın tadı bambaşka; burası Stokholm'de daha çekilir, daha ferah. Sonsuz vaktimin olduğu, slow motion bir şehre layık. İstanbul'sa fast forward. Alışamadım temposuna. Ondan başka açılımlara gidiyorum.

Tipoftheday'de karakter modelliyorum, herkeşi beklerim.
Twitter'da da aktifdinamik ve heyecanlıyım. Müsait olursanız, akşama oturmaya bekliyorum.