27 Aralık 2009 Pazar

Çok güldük, biraz da ağlayalım.

Hayat akıp gidiyor tabii. Kuyruğu dik tutmak bende sırtımı dik tutmaktan daha ciddi bir refleks olduğu için burayı ağlama duvarına çevirecek halim yok. Yine de egzotikliklerine hayranım, tüm ağlayanların. Kaprislerine başkalarını sürükleyenlerin. Canı yanınca illa ki herkes işi gücü bıraksın, onun yanına koşsun. Kölesi gibi neşesi için hizmet etsin. "VIP treatmentlara gelesin, acın o derece kıymetli" dercesine.

Hiç hatırlamam ki bir arkadaşımın/dostumun/neyiminse omzuna uzanıp onun tesellilerine sarınayım. Kimsenin şalı benim omuzlarıma yetmez, ANAM. Bu yüzdendir ki, cankuş dostluklarım neşeyle yoğrulur, kederle değil. Acıların birleştirdiği insanlardan korkuyorum, onların o birbirine bağımlılıkları da midemi bulandırıyor. Dostluklarının kötüye mecbur doğası içimi kaldırıyor. Ağladığımı ben bile görmeyeyim, kendimi o derece ciddiye almayayım diye rica ediyorum. Yine de, son bir iki haftadır İstanbul'dan gelen haberler, anneannemin hastalığının ağırlaşması, dönülmez bir noktaya gelmesi, artık neredeyse ölüm döşeği devresinin başlaması ve orada olamamam beni bambaşka ruh hallerine batırıp çıkartıyor.

Birincisi, bu Christmas şarkıları veyahut umut kusan yaşasın yeni gelen yıl ve daha niceleri temalı şarkılar asabımı bozuyor. Farkına varmadan o an bir yandan ne yaparsam yapayım, gözlerimi dolmuş buluyorum. Cebimde veya çantamda selpak taşıyabilecek kadar hazırvenazır kadınlardan olmadığımı söylemiştim galiba bir seferinde, aynen o sebepten salyamla sümüğümle gözlerimi kırpmadan, o damla orada asılı kalsın diye bekliyorum. Akarsa yanaklarıma ince ince rimel, eyeliner inecek. Bu acıma trende karşı koltuğumda oturan bir yabancıyı, aynı rafa uzandığım bir müşteriyi bile şahit tutmak istemem. Ona ne, kime ne, anneannesi ölmeyecek olan herhangi bir insana ne ki? Onun sıradan gününe klip etkisi verecek bir "günün fotoğrafı" olmayıvereyim. Beni sevene bile üzüntümü anlatıp eziyet etmeyi sevmem, geçtim eloğullarını/kızlarını.

Arabeskleşmeyeyim diyorum, kabul edeyim. Neyi kabul edeyim, ULAN? Ölümü gerçekleşmeden kim kabullenebilir? Ölünce en azından öldü diye bir gün, bin gün yas tutarsın da biter er geç. Özlemin bitmez de, yasın biter en azından. Şimdi böyle, o yas hep yedekte. Hep bekliyor. Her an devreye sokulabilir veya bir süre sokulmayabilir de. Hastalığın her atağında varlığını hissettirecek bir ağrı işte, içimize saplanacak. Sonra düzelirse yine arka raflara atarız, unuturuz biz onu. Yine fenalaşırsa, tekrar jelatininden çıkarılıp baş köşeye konacak. Anneannem ölüyor, biz kendimizi iyileştirmenin yöntemlerini arıyoruz. Nasıl daha az üzülebilirim, nasıl hayatla başedebilirim üzülürken diye. Çünkü her üzüntünün bir akşamı var, köfte yapmak için dolaptan çıkarılmış kıyması, bilgisayarda açık bırakılmış tez taslağı word dosyası var. Televizyonu açsak, anneannem ölmüyormuşcasına dizisi var, filmi var. Ertesi güne uyanmak için uyuması var. Üzülmenin romantizmine kapılsak, herkes aynı anda kapılsa, o an dünya bile bir iki dakika dönmeyi bırakıp durur öyle yerinde. Ben de dururum. Köftelik kıyma bozulmaz, o bile durur. Öylece durur. Ama durmuyor, duramıyorum, herkes işe gidiyor, herkes yemek yiyor, herkes yıkanıyor, konuşuyor, gülüyor. Dişlerini fırçalarken her akşam, gülmek istemese bile gülüyor baksana.

Anneanneciğim, ben sana bir öykü yazdım. Okuyamayacak olduğunu bilsem de, seninle geçen günlerime saygı duruşu olsun diye yazdım. O günleri hiç unutmadığımı, o günlere tutunduğumu bilmeni isterim. Yumuşacık, kocaman memelerine başımı dayayıp uyuduğum gecelerde saçıma üflediğin nefesinle bana bir ömürlük huzur verdin. Anneannecim, bir de Susam Sokağı ilk başladığında, ilkokula başlamıştım ya, sana gelmiştik dönüşte, o günü hatırlamayı çok seviyorum. Her akşam caddede yürüyüşe çıkıp da sakin sakin konuştuğumuz, merserize hırkalarımızı kollarını giymeden sırtımıza attığımız günleri hatırlamayı çok seviyorum. Yürüyüşün sonunda Yelken Pastanesi'nden bana buzlu buzlu meyveli dondurma almak istesen alamazsın bak şimdi, Yelken Pastanesi bile kalmadı ki geriye.

Birazcık olsun iyileşirsen, işte o zaman oturup sevinçten ağlayayım. İşte o zaman ağlamanın bir anlamı olur. Şimdi elim ayağım büyük geliyor, her şey batıyor anneannecim. Ergen delikanlılar gibi, odalara sığamıyorum. Ne olur sen beni anla. Ben küçüleyim, kocaman ol yine, başımda ol. Ölmen uzakta bir zaman olsun.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Twilight, en iyi ihtimalle kanaatten Twilight Zone derim.


Bak linki de veriyorum, sonra küsmece olmasın. Katkı maddesi, cila falan yok. Zerrin Özer, diyor. Dur hatta;

"Son zamanlarda verdiği kilolarla adından söz ettiren Zerrin Özer iddialı bir kliple hayranlarının karşısına çıkıyor. Eksi 4 derece soğukta kombinezon giyerek Tophane Caddesi'nde klip çeken ünlü şarkıcı zor anlar yaşadı.

Ayakligazete'nin haberine göre, klipte bir pavyon kadınını canlandıran Özer, giydiği tuvaleti bir süre sonra yırtarak çıkardı. Altından çıkan kombinezonla çekimlere devam eden sanatçı klibin sonlarına doğru kendini kaptırıp yerlerde ağladı.

Ünlü şarkıcı, 'Bunlar gerçek gözyaşları. Şarkının sözleri beni çok etkilemişti ve çok hissederek okumuştum. Muhakkak ki yüzlerce insan var İstanbul'un harcadığı. Bu klibin bir misyonu var ve bu klipten sob(n)ra İstanbul'a ümitlerle gelen bir çok kadının pavyona düşmesi anlatılıyor. Ben (de) bunu oynadım. Çünkü bu bizim gerçeğimiz' diyerek gözyaşlarını tutamadı. Habertürk"

Yau.. Yahu... Bin defa dedim şöyle beni nefessiz bırakmayın söz merdiveninde. Ben buna ne diyeyim? Hem de buna bir şey demezsem orta yerimden cırılmam mı, sen söyle. Yahu, bu Zerrin Özer niye böyle yapıyor? Anladık, vaktinde atraksyonel, hippi bir duruşu, uzun saçları, yuvarlak canlenın gözlükleri, efendime söyleyeyim, bir albenisi varmış. Sonra yeri sağlamlaşmış, albümleri falan, seveni çok. Kerim Tekin diye temiz bir çocuk vardı, popçu. Onla sevgiyi buldu, yüzü güldü. Sonra çocuk vefat etti, aman evlerden uzak. Bir yıkıldı, üzüldü tabi Özer de. Seneler seneler sonra, gitti damat yarışmalarında şansını denemiş bir kır saçlı çocukla evlendi. Ona da tamam. Sonra çocuğa sardıkça sardı, vay "kıskanıyorum ölesiye" vay "gururumdan ayrılırım gerek görürsem" falanlar. Hadi onu da görmezden şeyettik. Olabilir, Zerrin Özer insan değil mi? Aşkından çeşitli ruh hallerine girip çıkabilir. E, sonra çocukla ayrıldılar. "Ölsem barışmam" diyordu kanellerde. Onu da cebimize koyduk mu? Hah. Sonra "dön dese dönerim" namelerine başladı. Olabilir, yine aşkın delibozuk dengesiz halleridir. Yine aynı dönemde programlara konuk olup türkü okumaya başlayıp caza tamamladığını biliyorum. Maalesef. "Ben en eskiden caz okuyordum" şeyinin kalıntısı. Sahneden saatlerce inmeksizin, yere oturup Janis Joplinlemeceler. Sevimli denemeyecek kadar AMMAN Çocuklar Duymasın Havuç'u sevimsizliğinde. Sonra "vay, yenilenicem, artık beni jartiyerle göreceksiniz" buyurmaz mı? EYVAH. O an, bunun arkası iyi gelmeyecek, biliyordum. Yine de insan çıldırıyor meraktan. Vaktinde Semiramis Pekkan kaşlarını incelttiğinde de, iştahla, iştah ne demek, açlıkla yeni fotoğraflarına bakmıştım. Aynı o hesap, adeta yerimde duramadım o dönem. Ameliyatını olsun hayırlısıyla Sayın Özer, foturaflarına bakalım ve "aaaa hakkaten plastik cerrahi artık çok ilerledi" diyelim ve Özer adına sevinelim diye. Ameliyattan sonra bir programa çıkmış, fotoğraflarını Sacitabi'den gördüm. Çok sevindim. Alımlı bir kadın olmuş, ki alımlı bir kadındı zaten. E sonra? Sonra bu jartiyer sözü aldı yürüdü yahu. "Jartiyerle sahneye çıkıcam", "siz beni bir de jartiyerli görün", "hep kapattım, şimdi açılıyorum" ohooooooh. Nitekim, yukarıdaki habere geliyorum, o klip çekilmiş, o kombinezon giyilmiş. Jartiyeri tam tespit edemedim, bir takım file çorap emarelerine rastlasam da. Klibin kamera arkasını izledim ben bu arada. Özellikle yere yıkılıp ağlamaya başladığı sahnede içim acıdı. O durumlara düşmesine içim acıdı. Klipte fahişeyi oynamasına değil de, gerçek hayatta dışı değişse içi de değişecek sanmasına üzüldüm, o dandik kombinezonun içinde nasıl ucuz durduğuna da üzüldüm. Bunu mu bekliyoruz sanıyor acaba? Şimdi kendini o görüntülerde izleyince seksi falan bulmayacak. Kiloları emdirmiş olsa da, hala ruhu senelerdir içinde ikamet ettiği bedenin şekline alışmış. O üzünçlü halini emdirmedikçe, ben sanmıyorum herhangi bir laypo Özer'i kır saçlıdan önceki, Kerim Tekin kaybından önceki dönemine getirsin.
Gönül sırça saraydır, kırılırsa yapılmaz.

Amma şakamatik yönümle linkteki son fotoğrafıyla Sayın Özer'i son moda vampir filmlerinde, bir gerilimde oynamaya davet edebilirdim. Eğer kadıncağızın acılarına duyarsız olsaydım. Ki değilim.


Zerrin Brutal'den geliyor: Yalnız benim için, bak gotik gotik.

Bir de, şarkıcı olmak için İstanbul'a gelme devri yirmi yıl önce falan kapanmadı mı yahu? Şimdi Youtube'a videoyu gömdüm müydü herkes çokstar. Myspace de var. Evlerden uzak. Allah düşürmesin.

20 Aralık 2009 Pazar

Kibin on

İsveç'te hiç bu kadar kar yağdığını görmemiştim. Yağışın durduğu ve yumuşacık karların buz kesip katılaştığı oluyor. Yürümek de zorlaşıyor, atkının arkasından yüzümü çıkarıp çıplak ağız nefes almak da. Çoraplar üst üste, kazaklar üst üste, kazağın altında da uyku tulumu giymişim sanki, kat katım. Kendime kat çıktım. Düğün pastası gibi, kat kat çıktım. Salona girince herkes alkışlasın, gelinle damat bir kenarda eli bıçakla beklesin beni. Masalarında küçük tabaklarına bakarak düşünüyor herkes, meyveli miyim, çikolatalı mı? Bana kalsa meyveli olmalıydım ama doğuştan çikolatalı yapmışlar. Bu saatten sonra üstüme franbuaz dizseler ne olacak, içim çikolatalı benim.

Botlarım beyaza batıyor, sonra sulanıp lekesiz kuruyor. Hiç soğuğun göbeğine, dizime kadar gelen bir yığına batmamış gibi. Bir tren geçiyor, raylardan üflüyor karı kışı. Üstümüze çamur gibi sıçrıyor, toz gibi konuyor karlar. Perdenin arkasında camlar yarıya kadar karla kaplanıyor. Açınca bir anda içeri saçılıyor. Halıya kar yağıyor diye gülüyorum. Ben de eve saçılıyorum. Radyoda Christmas şarkıları çalıyor, bizi neşelendirmek için söylemiyorlar da, biz de dinleyip neşeleniyoruz. Üzerimize alınıyoruz o neşeyi, hep mi kötü şeyi alınalım ya? Son bir gayret, sene bitiyor diye. Herkes neşeyle dolsun, sene bitiyor. Yenisi gelince ona da sevin, sonlara doğru onu da yüzüstü bırak bir güzel. Maymun iştah dediğin böyle, bir tek "gitar isterim", "satranç oynıycam", "basketbol takımına giricem" diyen ergenlerin tekelinde mi? İnsanlık arsızca, atasına saygıda kusur etmeyip iştahına sığınıyor. Özüne dönüyor. Yenisi gelsin de, onu da tüketeyim diyor. Ajandamla böleyim, sabırsızlıkla çarpayım günleri. Kah geçmesin de yerimde sayayım diye tutturayım, kah üzüleyim elimden kayıp gitti diye. Bu sene bitmeden en az bir işi becereyim. Beceremesem de başlamak bitirmenin şeyidir nasılsa, yarısı değil, başlamak bitirmenin köpeğidir. Başlayınca bitmez bir türlü ya. Başlamayınca biter. Başlamamıştır, bilmezsin başladığını. Bir bakarsın bitmiş. O zaman sevinir insan. Geriye dönük değiştirir hafızasını. "Başlamıştım, ondan bitti" deyiverir. "Nasıl başlamışsam, bak nasıl bittiğini bile farketmemişim." Vah vah. Ne büyük başarı, yaptığınla yapmadığını ayrıştıramayacak kadar kendinden bihaber yaşamak. "En büyük başarın bu canım" diyeyim ben sana, seneye yaz ajandana bunu, bundan bir kariyer çıkar.

Sevgili 2010, uçan arabalar ve toz bulutlarıyla kaplanmamış, vay efendim robotlar dünyayı ele geçirmemiş birkaç yıl daha dilerim senden. Böyle alıştığımız model yaşayalım. Kaffamıza göre. Ufak hesaplarda boğulalım. Mevki için, saygı için, para için, çıkar için birbirimizin kuyusunu kazalım yeter. Sakın ha, tüm insanlık birleşip Holivud felaket filmlerindeki gibi, Mahallenin Muhtarları sıcaklığında bir candostluk, yardımlaşma falan yaşamayalım. Yapmacıklıktan uzak, makyajsız, fotoşopsuz bir güzel oluver, ömür plajımızda. Sereserpe yatıver yeter.

Öptüm canım.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Okuduğumuzu anladık mı? Cevap verelim.

Cancun 8 MB'lık skeniyle adeta bümbüyük bir yazar olduğumu işaret ediyordu.

A.Q.'nun sırrını keşfetmemin ardından, A.S.'yi de geçtiğimiz günlerde, Serhan'ın aniden farketmesi sayesinde, çözmüş bulunmaktayım. "Falanca naber? Ona da selam söylersin." ifaedesini müteakip "a.s" görünce, garibanama sövüldüğünü falan düşünmüştüm oysa. Halbuse yazar, aleykümselam deyip geçiyor, shortcuttan selam iletiyormuş, ŞEFİM!

Bu kısaltmaların içimde en yer etmişi, kağıt üzerinde kaymayan, terlemiş elle birleşince faciaya sebep olan kırmızı kalemlerimizi bastıra bastıra başlık yazmalarımız esnasında gerçekleşmiştir. "Okuduğumuzu anladık mı, cevap verelim" başlıklı Hayat Bilgisi egzersizimizi her seferinde O.A.C.V. diye yazar, geçerdik. Ama bu sefer kısaltmaca yok. Kelime tasarrufuna karşıyım, biliyorsun. Okuduğum yazardan tasarruf beklerim de, ben yazıyorsam kendimi kısamam. Bu yüzden hepinizi Okan Bayülgen yazımın Radikal İki'deki az sulu, Han Duvarları versiyonunu okumak için davet ediyorum. HAYDİ TÜRKİYE!

10 Aralık 2009 Perşembe

Karşılaştırmalı edebiyat

İki tane Andrew Bird, veyahut bizim deyişimizle KUŞÇU arasında My Name is Earl sandöviçi.

Arkadaşlarımın insan benzetme yeteneğimi mükemmel bulduğunu önceden anlatmamıştım galiba. Öyle ki, kimi zaman bir kafede, bir barda, sokakta yürürken mütemadiyen ünlü gördüğümü iddia ederek birileriyle inatlaşırım. Bundan seneler önce bir gece Perie Petiee'de, az da içkili olduğumdan herhalde, yanımdakinin koluna tutunup "Tarkan önümüzden geçip tuvalete gitti" diye tutturmuştum. Beş dakika kadar masadaki sohbeti durdurmuştuk da, tuvaletten elleri yarı ıslak, kot ceplerine tersli yüzlü kurulayan bir vaziyette dönecek diye beklemiştik. Ben beklemiştim daha doğrusu, diğerleri Tarkan olmayan bir delikanlının tüm masanın onu beklediğinden habersiz merdivenlere seğirtişini izlemek için sabırsızlanıyordu. Neyse, sonra o olmadığı anlaşıldı. Biz de Perie Petiee'de Tarkan görmeyen arkadaş grubu olarak sade yaşantımıza devam ettik. AMMAAA, pek çok konuda adetim olduğu üzre inatlaşmayı elden asla bırakmadım ve bırakmayacağım da.

7 Aralık 2009 Pazartesi

Air konserinde

Geçtiğimiz hafta Pazar günü Air konserine gittik. Üstelik de hiç de gitmeyecekken. Kişi başı 80 teleyi veremeyeceğimiz gerekçesiyle. Sen tut Couchsurfing'den bir adam bana Stockholm'de fotoğrafçılık temalı bir mesaj at, üstüne Air konserinden bahsedip damarıma bas. Meğer kalkıp Oslo'dan bu konseri izlemeye geliyormuş, biletleri cebinde. Türk bir (bayan) arkadaşımız da buna eşlik edecekmiş, vizeye başvurmuş kız. "Üç günde çıkar" diye bir de yalan uydurmuş. Okuldan akseptans aldıktan sonra bile 2.5 ay beni vize için bekletmiş adamlardan bahsediyoruz, kız herhalde "çocuğu kafakola alıyım da, gerisi kolay" diye mi düşündü, naaptı anacım. Adama bir de 160 tele gömmüş, iki üç gün sonrasına başka bir konsere yine bilet aldırmış aynı yerde, o da 160 desen 320 tele. Çocuk da bir umuda tutunmuş garibim, kız gelecek, egzotik ülkeden bir esmer dilber, vay anam var, aradaki günlerde de bir otelde balayı. Sonra konser günü gelip çatanda çocuk bana mesaj attı, "bayan gelmiyor, biletleri alacak kimse var mı" diye. Bilmiyorum bana mı işittiriyor. Hemmen atladım. 80 teleye anlaştık. Koskoca Air konserine kişi başı 40 tele verdik. Nasıl sevindik anlatamam. Üstelik de konşer Berns'te. Berns derken, "havalı mekan" anlamında. Kalktık gittik, Pazar akşamı Serhan'la bir sıraya dizildik. Daha önce Berns'e gitmediğimiz için hafif bir görgüsüzlük de var üzerimizde. Yersiz gülmeler olsun, her şeyi parmakla gösterip sevinmeler olsun, daha içeri girmeden kendimzi belli ettik tabiyki. Sonra o Halk Ekmek kuyruğu bitip içeri girende ouuu. Gözlerimizi o havalı avizelerden, o ışıklardan falan alamıyoruz. Utanmasak konsere sırt dönüp etrafı seyredeceğiz, Babylon'da kız avına çıkan ayular gibi.

Dışardan bir görünüm.

İçerden bir görünüm. Konser başladığında önce çekingen çekingen dirseklerimizi masada sabitleyerek sadece ellerimizle alkış tuttuk, sonra dayanamayıp inceden gerdan kırdık. ŞAKAŞAKA, masaları kaldırmışlardı. Adil Düğün Salonu mu sandın, cicim!

Ön grup olarak "We fell to earth" çıktı. Kim olduklarını bilmiyorum, ama neredeyse eminim ki İstanbul'da çok popülerdir ve hatta "onlar artık çok piyasa oldular aay" seviyesine bile gelinmiştir. Bant'ta iki üç kez kapağa adı yazılmıştır falan. Neyseciğime, gayet beyefendi bir şekilde çaldılar, dinledik. Bu esnada yanımızdaki Fransız adamın esnekliğinden faydalanarak, az az ilerleme tekniğiyle ikinci sıradan birinci sıraya doğru ilerledim. Fransız adamın, nasyonelist bir bilinçle en önde durmayı en doğal hakkı gören küt siyah saçlı, siyah çerçeveli gözlüklü "ekselanns ekselaans" diye şarkı bitimlerinde bağıran sevgilisinin yanında yarım kişilik bir boşluk vardı ön sırada, minik dirsek temaslarıyla onu hallederim diye hiç kafama takmadım. Solumda da üç emo, bereleri başlarında, Air bekliyor. Az da onları itiyorum. Daha konser başlamadan hafif nümayiş yaratıyorum. Öyle böyle, en sonunda en ön sıraya geçtim, HOCAM! Hem de 1.5 kişilik bir yer açarak kendime. Konser başladığında bileğimin hakkıyla geldiğim bu yerin hakkını verdim; çok alkışladım, çok bağırdım. Bundan iki sene önce İstanbul'da Kuruçeşme Arena'da izlemiştim; mekanın büyüklüğünden mi, kalabalıktan mı bilmiyorum, bu sefer bambaşka bir Air gördüm. Bunda elimle uzanıp tutacak kadar yakınımda olmamın da etkisi olabilir, insanlar alkışlamak için şarkının son notasına kadar beklediği için aniden piyanist şantör orgun power tuşuna basmış gibi şarkılar bitiverdiğinden o büyülü etkinin kalmamasından dolayı olabilir. Yine de İstanbul'daki performansı katlayıp kenara koyacak kadar muazzam, hem de seyirciyle samimilerdi. İstanbul konserinde çok iyi hatırlıyorum, bizi selpak gibi kullanıp kenara atmış, bizi hiç sevmiyorlarmış, sanki haftaiçi bile olsa gelmekteki sadakatimizi yeterli bulmamış gibilerdi. Şarkıları iki kat hızda çalıp yüzümüze bakmadan gittilerdi (Bir kere bise gelmişlerdi ama. Bize değil, bise).

Andan sonracığıma, "son albümden de çaldılar, onu da çaldılar, bunu da çaldılar" kısmını es geçiyorum. Yiyip içtiğim benim olsun müsadenle. 1.5 saat sonra da konser bitti işte. Bir burukluk çöktü içime. Sanki sabaha kadar çalacaklarmış keyfime göre, söz vermişler de tutmamışlar gibi bir sızı. Arsızca bis için niyetlendim, ayağımı yere vura vura. Baktım adamlar tası tarağı topluyor, paltoları almak için çil yavrusu gibi dağıldık. Az önce müziğin etkisiyle, paket lastiğiyle tutturulmuş spagettiler gibi sımsıkı bir aradaydık halbuse. Müzik susunca mikado çöpleri kadar bile ahbaplığımız kalmadı.

Konseri locadan, lordlar kamarasından, kaptan köşkünden izlediğimin belgesi ektedir, gereğini arz ederim.

Burada soldan ikinci, yer yer soldan birinci sürekli sallanan kafa benim. Yanımdaki Fransız ekselansı gözlüğünden de tanırsınız artıkın. Ayol sabah sabah bulduğum videoya bak hele. Kamaraya yakın olan kocakafa da Serhan.

Serhan solo kafa şovda.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Romantika Rasputin

İstanbul'u çok özledim. Annem bir yana, onu özlemeye ayrı başlık açmak gerek, İstanbul'un kendi halinde, kendi kendine takılmasını çok özledim. Şu dönemlerdeki dengesiz hallerini, saçmasapan yılbaşı süsleriyle bezenen Kadıköy'ü mesela. Ne bileyim, insanların çeşitliliğini, fakirini, daha az fakirini, farklı renklerde ama moda diye bir örnek paltolar/mantolar içinde kızları/erkekleri, başı bağlıları, açıkları, bir yere yetişenleri, vitrinleri seyredenleri, İzmir lokmacısının önünde bekleyen rengarenk, her boyda kedileri, dükkanların çeşitliliğini sonra, bir daracık iç çamaşırı mağazasının yanında dönerciyi, ayakkabıcının yeşil kartondan kestiği indirim yazısının eğri harflerini, yerinden çıkmış, çamur yatağı Arnavut kaldırımlarını, kapısı müşterilerinin girip çıkmasıyla açılıp kapandıkça sütlü tatlıcılardan süzülen sıcak, şekerli kokuyu, İskele'ye doğru yürüdükçe biçimsiz sokaklarına kurulmuş beyaz eşyacıları, Moda'ya uzandıkça azalan kalabalığı, fırınların önünden geçerken karnımı açlıktan buran tarçınlı çörekleri, minik meyveli turtaları, antika saatçiyi, dondurmacıları, verzalit sandalyeli çay bahçelerini, kışın ıslak diye dışarda oturmaz, sandalyeler öylece bekler hani, saman kağıda sarıp getirdikleri tostu, içinde incecik peynirden bir şerit, serincecik ayran, ayranı bile özledim yahu.