29 Haziran 2009 Pazartesi

Huzura shortcut: YouTube'da Lita

Yağmurlu bir gündü. Şimdiki "neşeli günler" havanın aksine.
İsveç'in bu son bir kaç haftaki "beyaz geceler"i, havanın gece birde kararması, sımsıkı, sıcacık sarması falan tamamen göze girme amaçlı. Son düzlükte ders çalışan öğrenci misali. (Buradan sonra yazının devamına doğrudan, kesintisiz, konu dağılmasız devam etmek isteyen, "sadede gel sadede"ciler, büyük kırmızı harfe dek skip eylesinler.)
Mesela ben, binelli sene süren ve hala yüksek düzeyde sürmekte olan öğrencilik hayatımın büyük kısmında hep son gece prensibini benimsedim. Hatta hukuk fakültesindeki ilk senemde Roma Hukuku sınavından önceki haftamı arşivleri taramakla geçirip, en çok sorulan konuların sorulma sıklığına ve yılına göre yedi renge ayrıldığı bir grafik hazırlamıştım. Son gece o bir kaç konunun üzerine yoğunlaşıp kitabın bir başından, bir sonundan, bir ortasından okuduktan sonra, ertesi gün 2.5 saat sürecek o canavar sınavla karşılaştığımda ananismoriset bile diyemeden, anca 25 puan edecek zavallı kağıdımı doldurmuştum. Bize kabir azabını dünyada yaşatmaya and içmiş Roma Hukuku kürsüsü ilk saatte anfiden dışarı çıkmayı yasakladığı için, önümde boş sayılabilecek kağıdımla, çalışmadığın sınavlarda en moral bozucu şey olan harıl harıl yazan kalem sesi, sınav kağıdının bir arkasını bir önünü çevirme sesleri, hocanın yanına gidip "bu konunun herrrrrşeyini biliyorum ama ne kadarını yazayım bilemedim" şovmen öğrenci-profesör diyaloglarını dinleyerek, o bir saati bin saat hacminde yaşamıştım.
Sonraki senelerde bu tip taktikleri bırakıp "bir ay öncesinden kitapları önüme koyma ve 29 gün boyunca onları dekorasyon amaçlı salon masasının üzerinde bırakma, son gün tutuşma", "kitabı gün boyunca günde 1 sayfa olmak üzere okumak ve 29. günde geri kalan 530 sayfasını okumak için popoya motor takılması ve her gün "bugün bir sayfa okudum ama kalan her gün 20 sayfa okusam bitio kitap haa" diyerek morallenme", "hem kitaptan hem nottan çalışıcam" deyip son gece 600 sayfalık kitabın içeriğini sözde 20 sayfaya indirgemiş, en önde oturup hocayla interaktif ders keyfi yaşayan kızların koca koca elyazısıyla yazdığı notlarından okuyup bir halt anlamamak" gibi piyesler sergiledim. En son insanca çalışmaya başladığımda eşeklikle-itlikle kaybolan yıllarıma çok üzüldüm. Shortcut ararken yolu basbaya uzatıyordum işte. Ama okula başlamadan okumayı öğrenip ilkokul boyu sıkılan, her zaman kendini hocayla eş derecede biliyor sanan insanlardan olunca okulu hafife almak, "ben bunu yaparım ağbea yaaeee" demek kaçınılmaz oluyor. Keşke o birinci sınıfın ilk günü kendi yaşıtlarıyla, muhtemel arkadaşlarıyla kuşatılmış vaziyette olmasına rağmen brutal vokallerle ağlayan, haykırışlarıyla sınıf camından maymun seyreder gibi bakan annelerini yanına çağıran, kendi sümüğünde gözyaşında boğulan çocuklardan olaydım. Belki o zaman herkesle aynı zamanda, senkronize yaşardım da bayık espirilerine gülmüyorum, hiçbirini beğenmiyorum diye kendime ayar çekip durmak zorunda kalmazdım.

Evet, bu dolanmanın ardından devam edelim;

Halbuki o gün feci halde bayıktım. Uyumaya bile takatim yoktu. Biri gelsindi ve boynuma masaj yapsındı. Saçlarımla ve kollarımla oynasındı. Uyutsundu. Tabii öyle büyük zevkler esnasında uyuyamayacaktım, masaj bitince muhtemelen ayık ve artık masajın sürmeyeceğinin bilincinde mutsuz olma ihtimalim artacaktı. Olsundu.

Youtube'da uykumu getirecek, kafamı rahatlatacak şeyler aranırken (relaxing, meditation, odur, budur, ne yazdıysam artık) sözde rahatlatıcı, fevkalade tek tip, sahilden denizin ordaki gün batımına doğru çekilmiş farklı çözünürlük ve kalitede fotoğraflar slideshowu üzerine "Şimdi uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Zihnimiz tamamen boşalacak. Evet. Tam da öyle." diye süregiden Amerikan işi goygoy meditasyon videosunu izlerken, yorumların arasındaki "o değil de, lita feet diye aratın bakın neler neler çıkıyor" çağrısına uyup YouTube arama barından mutluluğa gidiş, tek yön biletimi aldım. Sözkonusu videoyu kendiniz bulursunuz da, ben Lita'dan favorimi göremeyenler için linkiyle beraber aşağıya koyuyorum.


http://www.youtube.com/watch?v=GESpul7OMpI

İlla bana masaj yapması gerekmez, böyle yavaş yavaş, rahatlatıcı, ağız şıklatmalı konuşması, ani nefeslerle lafının bölünmesi bile tüylerimi ayağa dikmeye yetiyor. Lita da duruma uyandı ki bu videoları websitesinde DVD setlemiş, satıyor. Parasız rahatlamak bize haram. O yüzden Bugün YouTube'dan subscription updatelerim arasına "Free Massage Video!!!" başlığıyla yeni Lita videosu düşer düşmez, salyalar akıtmakta tereddüt etmedim. Önceden izlediğimi farkedip hayal kırıklığı yaşasam da, yine Lita girdabına saplanıp, kah gözüm açık, yarı açık, kah kapalı eski videolarına sığınıp, kendimi bıraktım. Hava zaten 37 derecelerde (evet, İsveç'te 37) seyrediyor, bir de yanına Lita açtım mıydı Seyşellerde tatil yapan yeni evli çifler gibi oluyorum (karılı kocalı her ikisi birden, o derece büyük bir zevk).

İşte, bak, ona gelecektim. Hava mis gibi, iki gündür Skeppsholmen'de kah piknik esnasında aradan aradan, kah güneşin altıda direkman piliç gibi kızarmayı bekliyorum. Yarım saat o sıcağa dayanabilsem, sonraki yarım saati ağacın altında su içip soluklanarak geçiriyorum. Bu güzel yazı, domuz gribi olduğundan karantinada geçirecek Jens Lekman'a da ayrıca acıdım ha. Mehmet Tez'in blogundan okuyup öğrendim. Hazır üstsüz güneşlenmek ve şehirde denize girmeye de izin çıkmışken, yazık oldu gelseydi belki ona da bir iki ekmek çıkardı bu sahilde.

Hadi, ben Skeppsholmen'e gideyim de, güzel fotoğraf çekersem akşama şeyederim.

27 Haziran 2009 Cumartesi

Jackson Five


Göremeyenler için: http://www.youtube.com/watch?v=JHJRMsdcC40

Jackson Five derken, aslında Michael'ın bu videodaki yaşına referans var. Sanırım. Böyle bir şaka yapayım mı? Ne şakası be, ağlamaya geldik. Ağlamaya. Herkes efendice üzülsün. Ne bu laubalilik. Televizyonda kimse ağlamıyor. Kimse evinin önünde toplanmıyor. NEDEN? Herkes internetten online mevlüt mu okutuyor ULAN? Ne biçim dünya bu?

Google'da Michael Jackson arattınız mı? Ben bugün arattım da; Michael Jackson için yaklaşık 464.000.000 sonuçtan 1 - 10 arası sonuçlar (0,09 saniye) diyor.

25 Haziran 2009 Perşembe

24 Haziran 2009 Çarşamba

Arıza gönüllerin kraliçesi : Yıldız Tilbe

Yıldız Tilbe'nin çok güzel bir arıza örneği olduğunu düşünüyorum. Bugün değil, senelerdir aklımda. Senelerdir bu kadını ne zaman ekranda cayır cayır içli şarkılarını söylerken görsem dayak yiyen/eziyet gören hayvan videosu/fotoğrafına bakıyormuşumcasına midemin başladığı yerde ince bir yanma ve burukluk hissederim. Neden bu kadın bende bir ömrü koşulsuz şekilde karşılıksız aşklara heba ettiği izlenimi uyandırıyor, bilemedim. Bildim de, tam formüle edemedim.

Tarih şeridimde Yıldız Tilbe taa ilk çıktığı günlerde saklamak için fondötenlerle boyadığı koca çene beninin dikkatimi çekmesiyle belirir. Sezen Aksu'nun tam da kanadının altına almaya değer görmediği; eğreti, utanılan bir uzaktan akrabalıkları varmışcasına. Sanki kanadı altına alsa ne oluyor, Yaşar Gaga oluyor. Yemişim ben o kanadı.Sezen Aksu'nun wing man'i olarak Yaşar Gaga. Aksu'nun evinde radyoaktif madde sızıntısı falan olsa gerek ki, beraber mutasyona uğramışlar. Yazık, adam kızdığını belli etmek, botoks manyağı kaşlarını çatmak için epey zorlanmış.


Evet, ne diyorduk, Aksu ailesinin soğan kokan köylü akrabası olarak mesafeli durulan Yıldız Tilbe, sonradan rengini, salkımsaçaklığını sergiledi de anladık neden Sertablaştırılmadığını, en sevilen evlatlaştırılmadığını. Her şeyden önce, elit bir aileden gelmiyordu. Annesinin vaktinde Cumhuriyet kadını gibi giyindiği, o zamanlar kimseciklerde olmayan eski model videokameralarla tescillenmemişti, video kliplenmemişti. Erkek kardeşi reklamcı goygoygillerden değildi, en favori üniverçita Boğaziçi'den en suyasabuna dokunmaz, tektaşını kendi almayan ama alıyoruşcasına şarkı yapıp dalgasını geçen kızlarla çıkmıyordu. Fırfırlı değildi, Harun Kolçak ve Aşkın Nur Yengi gibi üvey evlat edilmesi kaçınılmazdı. Harun, sonraki yıllarda kokosudur, budizmidir, kah Allah yazılı kolyesidir, kah saçlara balyajdır bu üveyliği gerekçelendirirken, Aşkın Nur Yengi tek gerekçe olarak Sezen Aksu'nun kendi klasmanından aşağıda görebileceği şarkılar yaptı, bir de Ferda Anıl Yarkın'la takıldı. (Ferda kızdan ayrılmadan önce "Sonuna kadar geldik aşkın" isimli hitiyle romantik serseriyi oynarken, ayrıldıktan sonra süpper kompleksli Şafak Sezer gerginliğinde duruşlarıyla "Aşkın yetmez, aşkın yetmez bana" diye şarkı yaptı da, gördük kaç paralık adam olduğunu.) Neyse ki, Aşkın, Sezen Aksu'nun ittiği entellektüel camiasına kendisi Zuhal Olcay'ın upgrade edilmiş, taze hali olarak Haluk Bilginer'in karılığında yer buldu.

Oh ne ala mualla. Koyun Dolly'yle beraber Olcay'ı da kopyalamışlar ağbea.

Enivey,

Aynı kategoride yarıştığı diğer avam kamarası yolcularının aksine, üvey evlat/piskokan uzaktan akraba Yıldız Tilbe, içinde mağduru oynadığı, kenara atıldığı, metreslik ettiği aşklarını komplekssiz/cilasız biçimde şarkılaştırdı. "Anasını satmışım erkeklerin"/"ben erkekleri meze eder yerim"/"Sen neydin ki yürü koçum" temalı, Of Aman Nalan, Handeyner, Demetakalın ve yazlık şarkıcı kızların başını çektiği "şeyimde değilsin" akımının ters yönünde tam gaz gidiyordu. Ne zaman ki "güzel elbiseleri giyip kuşanacağım/senin önünden geçip sana bakmayacağım/beni kırdığın gibi kalbini kıracağım/beni istemedin ya, seni duymayacağım/YÜRRÜ ANCA GİDERSİN" şarkısını duydum, o zaman bildim ki, bu kadın Türk popunda gerçekçi tek kadın duruşunu gösteriyor. Kadın derken, Avrupa veyahut Amarıkalıları değil de, Türk kadınını kastettiğim belirteyim. Türk kadını (ister alter olsun festival festival Park Orman'da gezsin, ister altına ayağını toplayıp tv karşısında çekirdek çitlesin), gözü avda kuşta olan erkeğe dersini böyle verir. Türk kadını hunharca kendini yenilemek ve ayrıldıktan sonra bile eski sevgiliye güzel elbiseler giyip de gittiği ortamda (tekrar ediyorum, ister Top Shop'tan alınıp Kristal Elma'ya giyilsin, ister pazardan uydurulup yazlık çaybahçesine giderken giyilsin) caka satarak, saçı sol omuzdan sağ omza fırlatarak ve başka insanlarla konuşup gülüşerek nispet yapmak ister. 1982 doğumlular sonrasından mesul olmamak üzere, bizim jenerasyonu kastederek soruyorum; kim sabah sevgilisinden ayrılıp mayamiye gidiyor? Biz böyle yaşamadık bu işleri. Ha, yaşayan arkadaşlar da verdiği kadarını aldılar. Nedir, yüzeyselin de yüzeyselinde ilişkileriyle kolayca terkedildiler de, bir daha aranmadılar da. Halbuki cefakar Türk kadını var ya, her ayrılıktan sonra aranır da geri çağrılır da. Haa, neye yarar bu durum dersen, elbette ki bir şeye yaradığı için değil. Ama Türk kadınında vazgeçilmez bir tutkudur bis'e çağrılmak. Sürekli bislenmek. Atlatılamamak. İlişkinin kendisinden daha büyük bir zevktir hatta. Bislenmek için süslenmek.

Bak, kısmet işte. Nerden açtık söz nereye geldi dayandı.

Aşk tavlasında mütemadiyen kaybeden, hem zarı hep kötü gelen hem zar tutmayı bilmeyen Yıldız Tilbe, uyuşturucudan ağzı kaymaya başladıkça ortada daha az göründü. Uyuşturucu parasını kazanacağı bar sahnelerine de peruk ve ayağında soket çorapla çıkıyordu. Kliplerinde deli karılar gibi giyiniyordu. Şarkıları sevilse de, herkes ona bir nevi dişi Mustafa Topaloğlu gibi bakıyordu. Ne yazık.
Romantika ablalara sonsuz aşk arayışlarına tokat gibi cevapsın, Yıldız abla. "Bir ömür aşkın hayhuyuna adansa, ne olur" sorusunu Google Images'ta aratsam, tek sen çıkarsın.
Evet,

Sonra ne oldu? Bu kış mıydı, ilk bahar mı, İbo Show'da İbo iyice Haribolaşınca, Yıldız da "satmışım anasını ULAN, kaybedecek neyim var ki" diyerek, pek çok yavşak sanatçının yaptığını yapmayıp, şarkısını kesilmesine isyan etti. Stüdyodaki konukların bile yarısı olan biteni izlemeyip sadece şakşakşak yapmaya geldiğinden, İbo scene yaratmadan, sesini yükseltip küfre başlamadan kimse ne olduğunu anlamadı. Fonda İbo kendi kendine, kendine aşık, kendine hayran laflar ederken Yıldız da stüdyoyu terk etti. İyi de etti.

Bu olayın medyadaki goygoycu yankılarını yarı okudum, yarı okumadım. Benim sadık yarim Sacitaslan'dır. Orada bu tip şeyleri videosundan izler, öğrenir, kendi içimde düşünüp sonuçlandırırım. Herhalde İbo'ya ve yıllar süren pipimparatorluğuna basından epeyce laf geldi ki, kanal yöneticileri programı sona erdirdiklerini şeyettiler. İbo çıkıp "hadi bana yaptıkları neyse, peki ya programda çalışan garibanların rızkının ne günahı vardı? Onların da işine maloldu, Sayın Tilbe nasıl uyuyacak?" buyurdu. AMMAAAA, bir kaç gün sonra öğrendik ki, program düşük reytinglerden ötürü zaten bitecektiymiş, meğer Haribo son pipimpartorluğunu konuşturmuş da bize ayak çekip yalandan bu olay gibi bitmişcesine gösteriyormuş.

Bu aralarda işte, Yıldız Tilbe'nin ne kadar kötü bir insan olduğunu bize kanıtlamak için sayın Haribo, programına gelmek üzre ona aldıklarının faturalarını medyayla paylaştı. Bir kaç elbise (birinin Harvey Nichols'tan alındığının altı çizildi), beşibiryerde, naylon çorap ve jiletten ibaret listede ağza sakız olan jilet parası, benim en içimi acıtan şeydi. O jilet ki, Tilbe'nin nasıl bir hayat sürdüğünü, özensizliğini, ağda salonlarının ifade ettiği domestik bir yaşamın yokluğunu şahane özetliyor. ("Aaaooaaa niye öyle diyosun, biz de jilet şeyediyoruz, sen bana mı laf ediyorsun" seviyesindeki arkadaşları blogun arkasında ağızları dövülmek üzere bekliyorum.) Öyle ki, Yıldız Tilbe'yi program öncesinde, stüdyo arkasındaki tuvalette bacaklarını özensizce kuru kuruya traş ederken görür gibi oluyorum. Neyse ki hepsini iade etti. Jiletten emin değilim. Ben olsam bir kırmızı kurdeleyle sarar, özellikle onu iade ederdim.

Böylelikle bambaşka niyetlerle başlanmış, akıbeti yaz sıcağından erimek olmuş bir yazının daha sonuna geldik. Hoççakalın gençler, azıcık serinleyince geri gelirim.

Köpürdüm de duruldum.


Göremeyenler çemkirmesinler: http://www.youtube.com/watch?v=cHmx55yZhNI

Bu adamı daha önce hiçbir yerde görmedim. Anlaşılan geç bile kalmışım. Çok neşeli, çok güzel, çok senkronize.

İzleyince aklıma geldi: Şu gey/travesti/transseksüel cemaatine borçlu olduğumuz zevki/keyfi/hayat enerjisini var ya, öde öde bitmez. Onları kenara itmeci orospu çocuklarını da gönül defterimden çoktan sildiğimi bildirmem gerek. Bir zamanlar TRT'de "Her şeye rağmen" diye bir program vardı ya, engelli insanların nasıl da hayata tutunduğunu gösteren. Bacağı yok ama illa ki basketbola merak salıyor, mutttlaka ki tango yapacak. ULAN, sanki dünyadan geri kalmak bir tek bacakla, kolla ha. Halbuki bak, gey/travesti/transseksüel olmak en büyük özürlülük hali bizde. Asıl onlar her şeye rağmen çabalıyorlar. Biz bir nefesle yaşarken, onlar ellibir takla atmak zorunda kalıyorlar. Biz, sorgusuz cinselliğimizle yerimizde oturup, zahmetsizce varolabilirken; onlar dışına itildikleri bir döngüye kendi stillerince katılmaya, hem kendileri olup hem yenik hissetmeden yaşamaya çalışıyorlar. HER ŞEYE RAĞMEN. Çift yönlü empati yetenekleriyle önyargılarımızı bir bakışta anlayabilmelerine rağmen görmezden geliyorlar, zamanın onları haklı çıkarmasını bekliyorlar. Bacaksız tango yapabilmekten daha çeşitli/saygın işler başarıyorlar da ayakta alkışlanmıyorlar.

Gey deyince de, boynunda fuları, pembe Lacoste hırkasıyla Hıncal Uluç gibi görünen zengin, yaşlı kurtları değil, her yaştan, her boydan insanı, erkek-kadın ayırmadan kastediyorum. Bir kadın olmak, bir de gey olmak hakaret değil mi bu milletin söz dağarcığında? Bir adama "hanzo" desen sineye çeker de, kocasına "ibne" deyince elli yerinden bıçaklanmaz mı bir kadın? Yine de kocalarının arkasında en büyük gey karşıtı olmuyor mu karıları, sabahları Kuşum Aydın ağzını gevrettikçe gülmelere doyamadıkları halde? "Aman, evlerden uzak" diye tahtaya vurulmuyor mu gey olmanın lafı geçince? Geyliği, sapkın cinsellikle, gönüllü/zevk için yapılan fahişelikle bir tutmuyor muyuz? Geylerden herkesten çok korkmuyor muyuz, o bastırılan fosforlu renklerini saçacaklar bir anda da, rezil rüsva edecekler bizi diye?

Doğuştan kadın olandan bile daha feminist bir transseksüele buyrun. Ben bu insana, oğullarının penislerine tapan; o penise, o boya, endama kimseyi layık göremeyen klasik Türk annelerinden daha çok saygı duyarım. Kız evlatlara, erkeklerden farklı davranan kadınlardansa böylesini bin defa yeğlerim. Kocasının/sevgilisinin karışmasından, sözlü/fiziksel şiddetinden, yasaklamalarından içten içe zevk duyan, tüm o güce tapan gençkızlardansa, böylesini daha layığıyla kadın olarak tanımlarım. Kadınlığı memeyi, bacağı açmak sananların, o yüzden Mahmut'ları yola getirene kadar manzara açmayı bilip de, parmağa yüzük takılması beklentileri yüzünden suyuna gitmek taktiğiyle bacağından, göğsünden utanıp kapatan tüm kadınların ince hesaplarından korkarım da Taksim'in orta yerinde midye satarak geçinen transseksüelden korkmam. Başka iş verilmediğinden fahişelik de yapacak, yolda yürürken sıradan insan sınıfında görülmediğinden tacizlerden kurtulamayacak, örgütlenmeye çalıştıkça en iyi ihtimalle yokmuş gibi sayılacak bir transseksüelin, tüm bu toplumsal dengesizlikleri erkek bedenindeki kadın ruhuyla algılayıp, dile getirmekten korkmamasından ders çıkarırım, Esmeray'ın önünde saygıyla eğilirim.

19 Haziran 2009 Cuma

Spesifik aşklar, köpekler

Bir zaman masumiyet o derece yoğundu ki, (çok onyıllar öncesinden değil, bir buçuk onyıl öncesinden bahsediyorum) günümüzü temiz ve terli olarak ikiye bölen öğle tenefüsü öncesine konuşlanmış doubledecker beden eğitim dersimizin çıkışında, derse katılmamış ve yeni beliren bıyıklarından gurur duyan sınıf arkadaşlarımızı sıranın altından okudukları Blue Jean dergisinin yüksek ihtimalle Sexteen sayfasında yakalardık da kızarırlardı. Bu sayfalarda stokfotoya hapsolmuş, öpüşen kız ve erkek; kız üstte iç çamaşırıyla (o zaman pamuklu, pötikare desenli, desteksiz sütyenler falan modaydı) bir takım hareketlere girişmiş ama erkeğe tam temas etmiyor veyahut az sonra sohbet edecekmişcesine tutkusuz, babasının kucağına otururcasına üzerine oturmuş; bir başka fotoğrafta çocuk kızı öpüyor ama arkadan da kızın en yakın arkadaşı pozu vermiş sarışın bombaya iş atıyor; diğerinde kızla sırt sırta durmuşlar; kollarını kavuşturmalarından belli, 'ayrılmanın eşiğindeyiz' sinyalleri veriyorlar... Bunların yanında renkli kutuların içinde de artık sıkmasyon mu diyeyim veyahut gerçekten yürekten yazılmış cinsel sorular, sorunlar. Hardcore'a kaçmadan, terbiyeyi bozmadan. Adı seksli olsa bile, içerikte kalp kırıklığı veyahut "sevişmezsek terkedeceğini söyledi" diye asimetrik duygusal/cinsel istekli ilişkiler, kötü örnek görelim de soğuyalım bu işten komple diye sevişmeye rağmen terk edip gidenler, 'bana bir şey olmaz' deyip de hamile kalanlar, kendinden oldukça büyük yaşta abinin arkadaşıyla fingirdeşip şimdi aileyle papaz olanlar ve Sexteen sayfa klasiği: utanç dolu mastürbasyon hikayeleri. Bunları okumaktan çekindiğimizi bir kenara koyalım da, sayfa açık dursa da biri görse bizi sapık sanar diye sayfayı hışıhışımla geçiyorduk. Nasıl bilecektik ki bilgisayar bir gün bizi hayalini kuramayacağımız diyarlara götürecekti? Bilgisayarla en samimi ilişkiyi Beverly Hills 90210'daki Brendon bölüm sonunda o günün özetini bilgisayarında tuttuğu günlüğüne yazınca görüyorduk kız milleti olarak. (Amigası, Famigası olan erkekleri/erkek gibi kızları/şimdi PS çıktı diye, cümlealem oyun delisi oldu diye "en önce biz o zevki tatmıştık" edebiyatına girenleri -buradan hepsine sir ünvanları gönderiyorum, tebrikler- saymıyorum.) Brendon'ın çıkıçıkı günlük yazışlarını gördük de, sonrasına hazırladı mı ya bizi? İnternet neredeyse bir gecede tepemize indi, her şey kolaylaştı. Tanışmak, konuşmak, ifade etmek. En güzeli de sözümüz kesilmeden (kesilse bile klavyeye yapışarak yazdığımızdan, tekrar monitöre bakana kadar farkına varmıyorduk), görünüşümüzle değerlendirilmeden veyahut görünüşümüzü beğenilecek açıdan sunabilerek, DCC Chatlerden değiş tokuş edilmiş toz desenli scan fotoğraflarla, yukarıdan çekilmiş zayıf duran fotoğraflarla, siyah beyaz avatarlarla. Dinlediğimiz şarkıyı da göstererek, modumuzu da değiştirerek. Hepimiz eşşoğlueşşekleştik, bir gecede adeta. Bizi geçtim, şimdi DSL kablosunu laptopta takılı unutsam saat başı geliyor annem, "mailime bakıcam, bilgisayarı bağlar mısın" diye. Bilgisayarı bağlamalar bitmiyor İstanbul'da. Monitörün kapatma düğmesini bile öğrenmedi; hep arkasında açık bırakıyor yanıp sönen turuncu ışığıyla, ama Google'da, Wikipedia'da tüm gün yakın tarih, dünya savaşları okuyor, maillerine gelen Atatürkçü gençlik, diyetçi 50+ ekip forward maillerini, teyzem ve eniştem dahil 7 kişiden ibaret mail listesine forwardlıyor. Yaa.
Oo saat iki olmuş, zengin kalkışı biçiminde lafı bağlayalım:
Şimdi bilgisayarımda bir hata ekranı çıkınca Google'lıyorum da forumlardan cevabını buluyorum bir şekilde ya, bu bilgi borsasında kimisi de ilişkisindeki hata ekranını soruşturuyor işte. İyi mi?

Karşılaştırmalı edebiyat

İlk ikisi Nate Fisher rolündeki Asuman Krause'nin kardeşi Peter Krause.
Aradaki üçlü torpil geçtiğim Stephen Malkmus.
Son iki fotoğraf da ismi Türkiye'de "Ergen Aşk Acılarının, Pasaj Kızlarının, Favori Filmin Sorulduğu Anketlerin, Myspace Accountlarının Taçsız Kralı" şeklinde çevrilmiş Eternal Sunshine of the Spotless Mind'dan Jim Carrey. Herkesin bir dönem, birine karşı böyle acılı/yıkımlı aşk duymuş olması ve bunu ima etmek için bu filme zaafını reklam tabelasılaştırması midemi bulandırıyor. Tıpkı duygusal ve hassas olduğunu milletin gözüne sokmak için, üniversitede ne okumuş olursa olsun üstüne psikoloji masterı yapmak hayalinden bahseden kızlar gibi. Sanki o masterlarda anfiye bir giriyorsun, profesör Güzin abla. Çeşitli aşk acılarından, erkek dengesizliklerinden, kalp kırış derecelerinden bahsediyor, telefonlardan silmediğiniz ayrılık üstü metafor canavarı mesajları okuyor, yer yer ağlıyor, destekleşiyor ve kahve falı bakıyorsunuz. Bu hisli ablaları gerçekten bu işin okulunu bitirmiş, üstüne masterını yapmış Rana'ya havale ediyorum. Saçlarını başlarını yol bu yellozların Ranacığım. Ha eğildiğinde tanganın ipini burnumuza dayayan düşük bel pantolonlarla, göğüs pörtletmeli sütyenlerle, üstüne iki beden küçük "BADİ"lerle ağına düşürüp beden üzerinden fahişe aşklar yaşamak, ha "romantiğim, duygusalım, çok kırıldım, çok döküldüm, prensim olur musun?" çekip maneviyatta fahişe aşklar yaşamak. Ne farkı var, gençler?

Konuyu daha çok dağıtmadan;

Ben bu üç adamı, bu kılıklarıyla sürekli benzetiyor, benzetmeden duramıyorum. Üşenmedim paylaştım.

Yalnız yukarıdaki fotoğraflarda da gözlemlenebileceği üzere, dikkatimi çekti, Avrupa'da da alter gençler paso Bizimkiler'deki Kapıcı Cafer modasını benimsemişler (hafif kafa önde kambur duruşu da dahil). Yazar olanlarınız, çizer olanlarınız, kitlesi derin ablalar olanınız şunları deneyebilir. Alın size 2009 Sonbahar-Kış modası. "Oo, daha kışa çok var. Sen bize yazdan bahset." diyorsanız YALVARIYORUM parmakarası, parmaküstü terlikle/sandaletlerle şappi şappi gezmeyin. Kıllı, kocaman, hanzo ayaklarınızı seyretmektense, saçlarınızı "Pappi pappi pappi çulo" milli marşına ve Kadıköy-Pendik minibüs hattı şoför muavinliğine uygun şekilde, önünü yatırmalı arkasını dikmeli Nintendo antipatiği Sonic modelinde görmeyi bile yeğleriz.


20 milyondan kaç Bostancı vardı abla?

15 Haziran 2009 Pazartesi

Tarkan'dan geliyor..

"Tarkan'la bir konser öncesinde" yazmıştı adam şu fotoğrafın altına. Yalan söylüyor diyemeyiz.
Çaki gibisin abla. Çakı değil, Çaki, hani adam öldüren bebekler vardı ya.

Arka Oda'ya gittiğim yıllarda, ki bu gitmemenin hikayesi de ayrıca komiktir, bir akşam masamıza arkadaşımın bilmemnesi bir kız ve erkek geldiler. Kız kanepede yanıma oturdu, konuşmaya başladık. Candan, düzgünce bir kız. Falanca markanın vitrin tasarımını yapıyor. Hemen heveslendim, işiyle ilgili en olmadık ayrıntılı sorularla kızı bir güzel bezdirdim. İnsanların refleks olarak yaptığı şeyleri açıklamalarını istediğimde sonuç hep hüsran oluyor maalesef. O an öyle güzel anlatsın ki, ben o işi yapmışımcasına anlayayım istiyorum oysa. Kızın cevaplarının verdiği tatminsizlikle durmadan sorudan soruya atlarken ben, kızcağız erkekarkadaş mevzusundan bir giriş yaptı. Nasılsa her konudan erkek arkadaş konusuna yan yol var.

Bilmiyorsanız söyleyeyim, iki kızın arasında bağ kurmasına yarayan yegane konu: erkekarkadaş/muhtemel erkekarkadaş. Kuaförde, manikürcüde, otobüste, tuvalette, serviste, okulda, işte, beraber yemek yenen bir alanda, nerede olursa olsun birbirini tanımayan iki kız yanyana düştüğünde ve biri şikayetleniyorsa veyahut gönüllü şekilde kendini ifşa ediyorsa, diğeri de dinlediğini belli ediyorsa veyahut havada bırakılan "ay yapılır mı bu şimdi?(gizliözne gibi cevap: yapılmaz)", "ben ona böyle mi davranıyorum?" tipi repliklere/sözde sorulara "bunlar hep böyleler/benimki de farklı değil/erkeklerde zaman mevhumu yok hakikaten" şeklinde bir düplik verilirse, o yarım saatlik, bir fön çekimlik, bir french manikür yapımlık, iki durak sonra inmelik sohbette sanki bir ömürlük bağ kurulur ve hemen karşılıklı erkek çekiştirilir ve erkeklerden yaka silkilir. Veyahut silkilmez. Silkmeyen kızlar bu sohbette kenarda dişlerini göstermeden, gülümseyerek buğulu şekilde bakarlar. İfadeleri sohbet süresinde hiç değişmez. O gün buluştuklarında sevgililerine "ay aşkooaam biz hiç böyle olmayalıaamm" diye kuafördeki kadınların dedikodusunu kötü örnek gösterirler. Ama silkilmiyorsa zaten ilişkinin başıdır. Ne yapsa tatlı geliyordur. Gözünüzün içine bakıyor diye o an Beşiktaş maçı anlatıyor olsa bile şiir geliyordur. Birkaç ay sonra bu kalpli gözlükler çıkınca her şey batmaya, sorgulanmaya başlar. Çünkü kadın ırkı için sorgulamak vazgeçilmezdir, defaulttur. Sorgulandıkça erkek tarafı kıllanmaya, uyuz olmaya, daha inadına Beşiktaş maçı anlatmaya, hatta kombine bilet almaya başlar. Falan filan.

Özet:

İki erkek arasında bakkaldan alınmış bir lastik topla kurulan eşsiz geçici dostluğun benzeri, iki kadın arasında erkekler vesilesiyle, erkeklerin yaptıklarından söylenme vesilesiyle, çok da güzel kurulur.

Kız bana erkek arkadaşından, hatta nişanlanacaklarından, çok yakında evleneceklerinden bahsediyor. Çocuk mükkkkemmel bir insan. Her şeyiyle dört dörtlük. Yine de anlattıkları tereddütlü gibi. Ağızdan çıkan ve kastedilen arasında bir senkronizasyon sorunu var. Ben de içkinin saçmalatmasına veriyorum o an. Üzerinde durmuyorum.

Yarım saat kadar bu mükemmel erkeği dinledim. İlişki tarih şeritlerini kısa dönem hafızama yerleştirdim: Evet, geliyor, arıyor, bir mesajla başlıyor, öbürü görüyor, karşılaşılıyor, bir şey ısmarlıyor bıdıbıdı. O tip bir gelişim. E güzel. Derken kız dökülüyor acı acı. Diyor ki; "tek kusuru var, Tarkan hayranı. Hayranı derken, öyle böyle değil. Her konserine gidiyor. Tarkan'la beraber Akdeniz'i gezdi tamamen." Başına Tarkan yazılı bantlardan takmış bir genç hayal ediyorum. Karşımdaki alter ablaya yakışmıyor öylesi. Kız da farkında olacak ki, çok sevse de üzülüyor. Tarkan'ı sevmesin istiyor. Çocuğa resti çekmiş de, tutamamış. Çocuk denemiş dinlememeyi, yapamamış (Tarkan - Yokluğun çok zor, alışamadım.mp3). Yine düşmüş peşine, yine konser. Tabii şunu belirtmesem olmaz, bu esnalarda Tarkan hala Türkiye'de konser veriyordu. Bir kaç sene önceki gibi Avrupa'ya, Amerika'ya açılmanın derdinde değildi. Veya derdindeyse de hayaline finansman sağlasın diye Edirne'den Ardahan'a geziyordu. Çocuk da peşinden. Tarkan'ın Miami'deki evine katkıda bulunarak. Birmilyonda bir hissesini ödeyerek.

Sonra ben o kızı bir daha görmedim. Umarım bu aşk üçgeninde kazanan Tarkan olmamıştır. Sabah sabah kızın ağlamaklı hali aklıma geldi bak; hakkında duyamayacağım, sonunu bilemeyeceğim ne piyeslere sahne oluyor şu deli gönül. Bu çeri çöpü kafamda biriktiriyorum bir de, deli karılar gibi. Ne zaman işime yarayacaksa artık. Belki o kızla çocuk 6-7 senedir görüşmüyor bile. Ama yok işte, hatıraları içimde jelatininde duruyor o günkü haliyle.

14 Haziran 2009 Pazar

Dün çektim.

Yağmur

öyle bir yağıyor, öyle bir gürültüyle camları dövüyor ki, tüm gece kendimi bir türlü açılmak bilmeyen paketin içindeki hediye gibi hissettim. Hışır hışır. On ayrı kutunun içine konmuş. Aç aç, bitmiyor. Hışırtısı kesilmiyor.
Burada anlatmadım galiba, on kutu deyince aklıma geldi. Ben ilkokuldayken TRT1'de "Haydi!" isimli bir yarışma programı vardı. Bir gün bizim ilkokula (Nurettin Teksan), bu programdan gelip seyirci grubu olacak çocuk seçtiler. Seçerken kıstasları neydi, hatırlamıyorum. Bizim servisten çocukluk kankam/aşkım Barış da gelmişti hatta. Demek usluluğa göre seçmemişler.
Annem o gün yarım boğazlı, beyaz bir kazak giydirdi bana. Saçlarımı iki yandan topladı. Sabah erkenden okulun önünden kalkan özel bir otobüsle karşı yakada, Odakule'deki TRT stüdyolarına götürüldük. Yağmurlu bir gündü, annem evham yapmıştı hatta "yağmurda köprüyü nasıl geçecekler" diye. Şimdi geri dönüp bakınca overprotective kelimesini annemin adeta baştan yarattığını görüyorum. Enivey, köprüyü yaşıtım 50 çocukla beraber geçmek falan, benim için rüya gibi bir şeydi. Barış'ın omzuna tırmanmış, yağmurda trafikte baymış insanlar yığınının üstünden görünmeyen denize bakmaya çalışıyordum. Sabah 8 gibi, stüdyoya vardık. Yerlerimize oturtulduk. Alkışlayacağımız anlarda işaret veren bir abla sağımızda duruyor, kameralar, yarışmacılar falan. Her şey yerli yerinde. Fakat bilmediğimiz bir şey var; yarışma bir saat sürüyorsa program olarak, çekilmesi en az on saat sürüyor. Çekim giderek işkenceye dönüşüyor. Sürekli bağırmak, çağırmak, yarışmacılara moral vermek, ellerimizi patlatırcasına alkışlamak zorundayız. Üstelik açız. Öğlen arasında içinde beyaz peynir, domates ve biber olan çakmasyon bir sandviç dağıttılar meyvesuyuyla. Sandalye tepelerinde yedik, yeniden işkenceye girdik. Derken kilit an geldi. Sol başta en öndeki çocuğun kucağına kafam boy bir hediye paketi koydular. Müzik çaldıkça kucaktan kucağa aktarılacak o kutu. Müzik durduğunda ihale kimde kalmışsa, paketi açmaya başlayacak. Paket bende durmasın diye elim duada elbette. İlk müzik durmasıyla beraber paketi hevesle açmaya başladı çocuklardan biri. İçinden başka bir kutu çıktı, biraz daha küçük ebatta. Tekrar başladı müzik, aktarmalar devam etti. Böyle böyle içinden bir elektrikli süpürge çıkabilecek büyüklükte bir kutudan geri avuç kadar bir kutu kaldı. Tabii ki bana denk gelmedi o müzik durma anı, en sondaki çocuk hevesle saldırdı son pakete. Açınca içinden hüzünlü bir sürpriz olarak sadece selobant çıkmaz mı? ULAN, paketlerin tümüne harcadığın kaplama kağıdı bile ondan pahalı. Çocuk bu, selobant hediyesine mi sevinecek? Ama devlet kanalıydı işte, parası yoktu veyahut bizi sevmiyordu. En sonuncu çocuk buruk hediyesini alıp cebine koyduktan sonra yarışmacı odaklı oyunlara devam edildi. Programın en sonunda, hepimizin havaya zıplayarak "Haydiii!" diye bağırması istendi. Defalarca zıpladık, hiçbirinde beğenmediler. Spiker kadının asabı bozulmuştu. "Gelecek hafta da, tüm enerjimizle, tüm bilmemneyimizle yine ne diyeceğiz?" diye bininci kere sordu baymış vaziyette. Biz de son enerjimizle "Haydiiiii!" diye bağırdık. "Tamam, yeter artık" dedi oradan yetkili gibi bir adam. "Olmuyorsa olmuyor, bu kadar demek" dedi. Biz üzüldük. Yeterli haydileyemedik diye. Otobüse geri doldurulduk. Köprüyü geri geçtik. Evlere dağıldık.
O sene, benim seyirci kitlesinde olduğum "Haydi" yarışmasını izlemedim hiç. Zaten izlemeyi sevmiyordum o tip yarışmaları. Ama bir yaz, ananemde tv seyrederken tesadüf denk geldim ve sonunda yarım boğazlı beyaz kazağımla havaya zıplarken kendimi görünce de çok şaşırdım ve lanet gibi görüntünün benim de göründüğüm bir anda donmasına içlendim.
Benzer bir "lütfen ihale bende kalmasın" anı da orta birinci sınıftayken, bir sene içinde kütüphaneden en çok ödünç kitap alıp okuyan üç öğrenciye ödül verileceğini duyduğumda yaşanmıştır. Evdeki kitaplarım ve kuzenimin kütüphanesinin bile kesmediği noktada kütüphaneye sardırmıştım. Her sabah bir kitap alıp dersleri dinlemeden sıra altında okuyor, gün sonunda kütühpaneye geri teslim ediyordum. Okunacak sağlam kitap kalmadığında sıra ilk on-yirmi sayfası yırıldığından kenara ayrılmış atıl kitaplara geldi. Çalıkuşu'nu misal, sırf okumak için, kırkikinci sayfadan falan okumaya başlamıştım. Bir süre sonra kütüphaneye bakan kız sekreterlikte çay içmeyi bomboş odada oturmaya tercih ettiğinden anahtarın tekini bana verdi. Aldığım her kitap için deftere kayıt da tutmuyordu sağolsun. Bu sayede o sene o üç isim açıklanırken ismim okunmadı ve birbirinin tıpkısı koca kolormatik gözlüklü üç çocuk okulun en uncool'u ilan edilirken ben stresten sıkıp tırnaklarımı avuç içime montelediğim ellerimle sahneye en uzak uçta durdum ve şükrettim.

12 Haziran 2009 Cuma

Benzemek demişken (Yaşar ne yaşar, ne yaşamaz)

17 Temmuz 2007 saat 8.28'de Last fm journalıma neler yazmışım, burada alıntılamasam olmaz.

"Diskotekli Türk filmlerinin demirbaşı, efil efil yazlık giyimiyle jilet gibi bir delikanlı vardı, hatırladınız mı? Beyaz/bej keten pantolonu/gömleği, simsiyah, yağlıymışcasına hareketsiz briyantinli saçlarıyla bir Yaşar Alptekin pörtlekdudaklısı geldi geçti o dönem. Bunlar, ekürisi Engin Koç'la beraber, 80'lerin ikinci yarısının fuckerları idiler. Engin Koç demişken, Engin koça dönmüş hakkaten, haberiniz yok.Yaşar Alptekin, yazlık diskolarda kız avına çıkar, tıslaya tıslaya peltekçe konuşur, istediği ablayı ne kadar namuslu olursa olsun o mor ışıkların ve renkli kokteyllerin mayhoşluğuyla, sauna görünümlü otel odalarında meze eder, yer idi. Türk yapımı Lambada'da gönlümüze taht kurmuş Yaşar Ağabey'e, Teyzem filminde, Müjde Ar'ı arızaya bağlatan aşkı Erhan olarak da rastlamıştık. İşte o slip mayolu havuz kenarı uzanışlarının adamı artık dine dönmüş. Hayatta emecek tad kalmamış demek, Yaşar Ağabey var olanın en muazzamını yaşamış demek, gerçek hayatta koluna taktığı ablalar bi yana, dönemin en tatlı ortamını, en tatlı uyuşturucusunu, kokosunu cambosunu yalamış yutmuş demek... Öyle sağlam yaşamış ki, şimdi başlasa 70 küsür yaşına kadar anca temizlenecek. Klasik dişçi ziyaretlerimden birine son sürat taksi ile gidiyorum. Hacı bir soförün arabasındayım. Moral FM adında bir radyo istasyonu bangır bangır. Iki adam konuşuyorlar, biri soruyor diğeri cevaplıyor. Bir kelime veriyor spiker, diğeri de onun cağrıştırdıklarını söylüyor. İlk kelime: Podyum. İkinci kelime: Manken. Üçüncü kelime: Televizyon. Dördüncü kelime: Çocuk sevgisi. Beşinci kelime: Namaz. Kopuk sohbetler inside. Konuk cevap verdikçe veriyor, lafı uzattıkça uzatıyor. Cümlenin içinde elli tane yan cümle kuruyor, özne yüklem birbirine karışıyor. Reklam arasına girmeden spiker "Reklamlardan sonra 'Hidayete erdim, ışığı gördum' diyen Yaşar Alptekin'le tekrar bir arada olacağız" deyiveriyor. Benim aklıma bara sırtını yaslamış bir Yaşar Alptekin geliyor, elinde içkisi kızları gözleriyle soyuyor, Brother Louie eşliğinde parlak ayakkabılarıyla dans ediyor, havuz kenarında yalandan sarışın, kelebek tokalı kızlara post orgasmic bakışlar atıyor. O adamı AhmetÖzhan yakaların içinde hayal edemiyorum.


Üzülme Yaşar ağabey, parayı pul ettin, hızlı koştun, çabuk yoruldun, kokodan ağzını burnunu dağıttın ama hep aklımızda o eski halinle kalacaksın. Lambada şarkısını Şoranusrifoy diye söylediğimiz yıllara aitsin sen. Amerika'da doğsaydın bi Charlie Sheen çıkmaz mıydı senden?" (Bu alttaki çifte kavrulmuş da müessesenin ikramı olsun. Görünce korktum vallahi. )

Elini vicdanına koy, benzemiyor mu?

No Bir: Burcu İki: Kendra. Şaşı bak şaşır vallahi.
Spor Yorumunda Bir Kadının Da Ciddiye Alınabileceğini Kanıtlama Devlet Bakanı Burcu Esmersoy, Playboy malikanesinin eski sakinlerinden Kendra Wilkinson'a benziyor. Benziyor demeye bile dilim varmıyor, adeta günün bir kısmını Türkiye'de "çok nazlı, sarışın yeşil gözlü diye çok şurup akıtılan spiker" diğer yarısını Amerika'da "Hugh Hefner'ın evindeki şişme bebeklerden biri" rolünde geçiriyor diyeceğim. Nasılsa saat farkı var, bir yerde dükkanı kapatıp diğerinde açıyor olabilir.

Zalim, senin Allah'ın yok mu?

Londra'da "There's probably no god." yazan iki katlı otobüslerle ilgili haberi hatırlayanınız vardır, şimdi de İsveç'te ateistler mi kimler bilmiyorum, ilanlar astırmaya başlamışlar. Aynı iddiada. Bir de testi var. Web sitesine giriyorsun, dini duygularını ölçüyorlar.

Hristiyanlıkla geç tanışıp pek kaynaşamayan İsveç halkının dini duygularının ne kadar seyreltilmiş olduğunu "Satanizm/Ne olacak bu metal müziğin hali/Metal müziğin en güzel sonucu Suicide Girls websitesindeki gibi kızlar" ANATEMALI (hehe) belgeselde kilisesi satanistlerce yakılan rahibin "valleaa ağbeaa yakıyorlar işte, yine yakacaklar napalım, kader kısmet" kayıtsızlığında, o yakan çocukların annelerine "ananismoriset" demeyişinde gözlemlemiştim zaten. Adamın açık açık şeyinde bile değildi. Ve çok enteresandı. Bir şeyi ya sevip ya nefret etmeci, sevdiyse dibine kadar savunmacı, dünyayı yakmacı yaklaşımımız penceresinden bakıp şaşırmıştım. Eğer din adamıysa nasıl radikalleşemiyordu? Nasıl da ortayolcu, nasıl da çatışmadan kaçınmacı davranıyordu, bravoydu. HASTASI OLMUŞTUM.

İnanırsın, inanmazsın, bilemem. Ama tartışmasız haklı geliyor, birilerinin bu tip ateist içerikte şeyler asması. Diğeri camiler, kiliseler açıyorsa, çan çalıyorsa, ezan okuyorsa eğer, bu bir diğeri de kendi düşüncesini afişe edebilir, edebilmeli ideal bir dünyada. Üstelik ifade nasıl da masum. Büyük ihtimalle - belki de tanrı yok diyor. Çok hassas yaklaşmış. Saldırgan değil. Olmadığını öneriyor, tutturmuyor. Olmayabileceğini de düşün, sonra üzülme diyor.

Richard Dawkins'in inatlı-tutturmalı-itin şeyine sokmalı agresif ateistliğine bu bakımdan daha önyargılı bakıyordum hatta. Konuşurken fevkalade ateist cepheden Serhan, "ama öyle deme, radikal dincilerin ne kadar mantıksız tutturmacı olduğunu düşün. Onların karşısında öyle olmak, öyle tutturmak gerekir bazen. Yoksa baş edemez ki sapasaçma iddialarla" dedi. Zaten bana yanlış gelen, adamın ateistliğini rasyonel şekilde açıklaması değil. Üste giderek saldırması. Kitap başlıklarına şöyle bir baktığımda bile inançsız diye nitelendirilebilecek biri olmama rağmen saldırıyı görebiliyorum. Radikal şekilde dini inançlarını savunan insanların çoğu cahil ve cahillik üzerinden prim yapıp düşüncelerini veba misali yayıyorlar, diyelim. Hatta bunu kesin doğru kabul edelim. Yine de çocukla çocuk olma eğilimi yok mu, Dawkins tam da aynı damardan ters yöne tutturunca? Dawkins'in profesörlüğü, bilgeliği, rasyonelliği nereye gidiyor o zaman? Hepsi ayrı parkurda yarışırken gözümde, hatta Dawkins mutlak doğruyu temsil ederken mesela, o kendi rızasıyla tüy sikletlerin klasmanına inmek istemiyor mu?

Şunun hakkını vermeyi özellikle istiyorum: inancın adı ne olursa olsun, ne çapta olursa olsun, neye taparsa tapsın, o kadar insanı bir araya getirdiği için tüm bu edebiyat asgari bir saygı hakediyor. Birçok insanı DAHA ÇOK kötülük yapmaktan alıkoyan bir ortak değer varsa eğer, inansın istediği gibi ARKADAŞ! İnanmayıp sana bana sardırsa daha mu güzel olacak yani? Buna şöyle bir cevap verilebilir tabii ki: "inanıp da sardırmıyor mu sanki eteğime saçıma başıma?" Evet. O zaman ben de o cevaba karşı diyebilirim ki :"ULAN, saldıranını değil, saldırmayanını kastediyorum zaten. Saldıranına da bilimin rasyonelliği sökmüyor işte. Adam körkütük inanmak istiyor, dünyayı kendince yola getirmek istiyor. Ona, onun dilinden cevap verince anlayıp "peki, ben hata etmişim, haydi kalın sağlıcakla" mı diyecek? Zaten dinin, insanın içinde olmayacak bir iyilik ateşini körükleyeceğine de inanmıyorum. Giyenine bağlı bir elbise gibi düşünelim. Kimisi fitne fücür baktığı için fahişe gibi duracak içinde, kimi masum, kartopu temizliğinde. Bünyeye göre değişecek etkileri. Kötü bir adam ateist olsa da çirkef, dine sarsa da çirkef işte.

Ben, kendi içimi temiz tutmanın derdindeyim. Bir tanrı, bir üstün varlığın insafına kalmaksızın. Kendi kendimin efendisi olmanın derdindeyim. Ha, "sorduk mu" derseniz, yakın buldum anlattım.
P.S. Bunu yazdıktan sonra aklıma, sınıfta bağırarak ıslak mendil, fazla kalem, 0.7 uç soran öğrenciye karşılık yine bağırılarak verilen cevap geldi.
- Zalim, senin Allah'ın yok mu?
- Var, ama evde.

11 Haziran 2009 Perşembe

Öyle bir geçer zaman ki..


Ben bu şarkıların hastasıydım o zamanlar. Bir yaz Marmaris'e gitmişiz, hiç unutmam. Akşamları sahil şeridi boyunca yürüyoruz, ki annemler kendilerine güzel bir bar bulsun. Tüm barlarda Afrikan teması. Hepsi yerli evi gibi bambu bambu, yoluk yoluk dallarla kaplanmış. Her yerde bangır bangır UB40 çalıyor. Annemle babam dans pistine geçiyorlar. Black-Wonderful Life eşliğinde. Beyaz beyaz giymişler. Mor disko ışıklarının altında göz alıyor beyazlıkları. Ellerime bakıyorum oturduğum pufun üstünde. En ufak toz bile görünüyor bu ışığın altında.

Babam ellerini annemin belinde kavuşturmuş. Annemin belinde kalın bir kemer, dar bir mini elbise. Kocaman halka küpeler, topuklu ayakkabılar. Muhtemel ki gözlerine dönemin modası, olmadık renkte bir far sürmüş. Kaşları daha bugünkü kadar incelmemiş. Babamın bıyıkları vardı, evet. O da bej pantolon giymiş, üstünde efil gömlek. Ayağında keten, dönemin modası ayakkabılar.

İçkileri önümdeki masada duruyor. Tüm içkilere o zaman şemsiyeli, meyveli süsler takılıyordu. Bugün istesen takmazlar galiba. Emin değilim. Küçük şemsiyesini meyvenin üstünden alıp kapatıyorum, eteğimin cebine koyuyorum. Çevremdeki insanları seyretmeye başlıyorum. Ben de dans pistine çıkmak, dansetmek istiyorum. Ama biliyorum, ben kalksam annemler o anki kadar güzel dansedemeyecekler. Benimle ilgilenmek zorunda kalacaklar. Hem istediğim gibi dansedemem, bilmiş görünmekten ölesiye korkuyorum. O yüzden oturuyorum. Kendi arkadaşlarımla dansedeceğim günleri düşünüyorum, yapacağım figürleri gözümde canlandırıyorum. Annemle babam milim milim azalan içkilerini sonsuza kadar bitiremeyecek ve sonsuza kadar aynı yaşta kalacağım diye panikliyorum. Müzik bir şeyler hissettiriyor, tam ne olduğunu bilmiyorum. Ama hüzünlendiğimi anlayabiliyorum. Hüzünlenecek şeyim olmadığından, hüzün üstümde yapmacık duruyor. O hüznü anlayacak kadar büyümek istiyorum.

Yedi aylık doğduğum günden itibaren yetişkin olmayı bekledim adeta. Şimdi de geçmişe of pof ediyorum. Bunun şerefine:

Yeterince bekleyince homeless cüssesinden kurtulup mermer bir masanın üstünde org çaldığı sahneler de geliyor. Bümbüyüksün Erkin Koray. Başkası gazlıyor, hayaller dünyasına daldırıyor ama yine conclusion paragrafı sensin.

9 Haziran 2009 Salı

Kafayakanlar

Seneler önce MTV'de kayak yapan, dişmacunu reklamı gibi ferah çocukları gösterirken fonda bu şarkının on saniyesini duydum ve o an kafamın içi alev alıp yanmaya başladı. Bu şarkıyı nereden bulacaktım, kim söylüyordu? Döne döne her arkadaşıma telefon açıp, sözlerini zaten anlamadığım bu dans parçasını basit notalara dökerek ( dü dü dü dü dü şeklinde bir solfejle)hatırlatmaya çalıştım. Yok, bilen yok. MTV'nin sitesine girip kayakçı çocuklar programının soundtrackini aradım, yok. Öylece içimde ukde. Sonra bir gece, inli cinli videosunu gördüm TV'de. Çok uykuluydum, ayağa fırladım, kalem bulamadım, o sırada isim kaçtı. Ama iki adam ismi olduğunu görmüşüm. Bir sevin sen. Tut, tüm iki DJli isimleri tara. Hepsinden örnek indir. Şarkıyı bir türlü bulama. Sonra, çok sonraydı, yine video çıktı, ismini buldum da muradıma erdim. Evde günlerce bu şarkı hüküm sürdü:
Layo and Bushwacka - Love Story

Yine milyar sene önce kanallar arası zıpzıp gibi gezerken bir gece, bir MTV News içeriğinin kenarına bir kaç saniye bu şarkıyı iliştirmişler. Yine kafamın içi alev alev. Soulseek'in canına abandım. YOKYOKYOK İŞTE. Don't go falan demiş ya şarkıda, yazıyorum. Röyksopp da yazıyorum. ÇIKMIYOR. KATİYYEN ÇIKMIYOR. En sonunda birinden buldum gibi oldu. Tamamen inene kadar daha yüzde birde ve ikideyken bile repeate alarak teyit etmeye çalıştım. Anladım ki doğru yoldayım, zevkle kişnedim. Tabii kabloyla, kablombağa hızıyla anca sabaha karşı indi. Ve kulaklıkla o ilk dinleyişin zevki var ya... AMANIN. Kalkıp elli kollu dansediyorum. Saat 4 mü, 5 mi, neyse artık. Hört diye kapı açılması. Kulaklığı çıkardım. Annem diyor, "kızım, delirdin mi sen artık?" Meğer kulaklığın kablosu çıkmış ben çikiçiki yaparken. Apartmana müzik şöleni yapıyormuşum.

Mekon -Please Stay (Röyksopp remix)



Bir de yine 4-5 sene falan öncesinden bir şarkım var. O kış, Gloria'da ne zaman bir kahveye tutunsak şakkadanak bu şarkı başlıyor. Müptelası olmuşum. Adamın yakasına yapıştım (garsonun), "nedir buaaa" diye. İsmini vermiyorlar. Leziz pasta çeşitlerinin durduğu cam tezgahın üzerine çıktım, yakasından tuttum, çektim böyle (yalan). Meğer işletmeci bir karışık CD çekmiş, üstünde isim misim yazmıyor. Herhalde Media Player'da çalıyorlar, track mrack yazıyor. Nasıl üzül, nasıl üzül sen. Aratıyorum, let's give it one more try yazıyorum. YOK. Delirdim. Ne zaman Gloria'ya gitsem de başlasa, bir kelimesini daha duyayım diye heves ettim. Yok işte, kaydı gitti elimden.
Daha sonra bir gün Tuğçe'yle arabada gidiyoruz. Bir şarkı söyledi bu, "ne zamandır bulamıyorum, aklımda bak" diye. Ben de kendi ukdemi söylemeye başladım. "AA, ben biliyorum" demez mi? Bana şarkıyı çekmez mi? Kaş'ta o şarkının içinde bulunduğu CD'yi her akşam duştan çıkıp hazırlanana kadar dinlemez miyiz? OOOOOO. Ben o şarkıyı Kaş'la kliplendirmez miyim gözümde? Hepsinin cevabı evetevetevet.
A New Funky Generation - One More Try
(Bunun videosunu bulamadım işte.)

8 Haziran 2009 Pazartesi

'İçme, içtikçe sıra sana gelecek' temalı reklam / Böyle olur İsveçlinin düğünü

İsveççede reklamın 'reklam' demek olduğunu biliyor muydunuz?

Evet.

Cumartesi İsveç'in National Day kutlamaları vardı. Tam aynı güne Danimarka-İsveç maçı denk gelmiş. İsveçliler çifte bayram etmek istiyor tabii. Serde Danimarka'ya güdülen hırs, kıskançlık ve içlenmeler var. Sokakta bir kalabalığın yanından geçiyoruz, baktım beyaz kırmızı herkeş. Danimarka'nın formasıymış. Bir an Türk gününe denk geldim diye irkilmiştim oysa ki.

Kırmızı beyaz forma görünce Danimarka olduğunu unutup bir an içindeki Türk'ü salmak, "yürüeaa be koçuaam" demek istedin, değil mi?
Danimarkalıları biraz tanıyalım mı? Adamlar İsveç'e maç izlemeye gelmişler, İsveç'in İstiklal Caddesi'nde bağıra bağıra Danca tezahüratlar yapıyorlar, İsveçlilerin anasına avradına sövüyorlar. Enteresan. Hemen tüm Türklüğümüzü kullanıp "Yunanlılar bizim İstiklal Caddesi'nde böyle etseler kafa koparanuslar gelir de önce hüpletip sonra gümletirlerdi ağbeaaa, medeniyete bak" diye fitne fücür konuştuk. Sonra baktık Danimarkalılar İsveçlileri kendi ülkelerinde hayvan gibi taciz ediyor, içmişler ayıcasına. Her Danimarkalının başında bir polis neredeyse. Arıza çıkmasın diye. Hemen karaktersizlikten ortamdaki en kararlı atom olan Danimarkalılara özendik ve onların tarafını tuttuk ve İsveç'te yaşadığımız her saçma şeyin faturasını İsveç'e kestik ve maçta innşşşaaallah İsveç yenilsin ve o alı al, moru mor yüz ifadesini görelim diye heves ettik.

Yeterince ortalığın içine ettikten sonra maç alanlarına doğru gitti Danimarkalılar. Sarhoşlarını polis topladı sokaktan. Geriye binbir şişeleri kaldı. Biz de o sırada tekrar eski ruh halimiz olan Fahri İsveçliliğimize döndük. "Dur boş şişeli yolların da fotoğrafını çekeyim, iki fotoğrafı ardarda koyarım" dememe kalmadı yanımıza 5 kız 1 erkekten oluşmuş bir angut grubu geldi. Kızların 'İşletme okuyan Burcu' tiplerinden anladım ki bunlar Türk. Hemen sesimizi kestik ve bu hayvanları doğalarında incelemeye başladık. Aralarındaki "kızla gezen, erkek dostu olmayan, kızlara dost ayağı çekip sonra ilk fırsatta yavşayan Tankut" tipli herif, büyük bir laf edecekmişcesine heyecanlı şekilde kızlara dönüp şişe yığınını göstererek "AHAHAHA, ağbeaa bunun da fotoğrafını çekelim! TÜRKLERE HEP ÖYLE YAPIYORLAR YA! BÖYLE ÇEKİP ÇEKİP SONRA REZİL ETMEYE ÇALIŞIYORLAR YA! Biz de onlarınkini çekeriz, İŞTE İSVEÇ'İN ÖBÜR YÜZÜ DİYE KOYARIZ!" şeklinde zevk salyaları saçarak buyurdu. Yanındaki iki Burcu da yanyana çöplerin arasında poz verdi. İşte, ikinci fotoğrafta en sağda duran Burcu da, o iki Burcu'dan, hatta gruptaki beş Burcu'dan biriydi.
Bu da aynı noktanın kırmızı beyaz kukuletalılar terkettikten sonraki hali.

Şimdi birisi gelip "benim adım Burcu/benim sevgilimin adı Burcu/benim en yakın şeyimin şeyi Burcu, niye öyle diyorsun, ÇOK İYİ BİR İNSAN" bıdıbıdısı ederse şu entrynin altına o zaman onun poposunu keser, eline veririm. Bunu da bilsin. Benim 27 senenin sonunda edindiğim bir takım önyargıları ve sabit fikirleri bir yorumunla mı düzelteceksin, ULAN? BANA NE SENİN HAYAT AĞACINDAN?

Ne diyordum,

Sonuçta Danimarka yendi, İsveç bir kere daha kaybetti. Ama çok sevinmedik. Hem İsveç'e çeşitli yan sebeplerden hırslanışımız bir kaç saat geride kalmıştı, hem de ben çoktan kendimi Youtube'da eski sevdiğim şarkıların videolarını arama çılgınlığıma kaptırmıştım. Aynı gün bir arabanın arkasında görüp çektiğim Chow Chow stickerinı da ekliyorum. Fotoğraflarımı yüklediğim deviantart accountumda yazdığım descriptionla beraber.

"Bir insan arabasının arka camına neden chow chow stickerı yapıştırır, bilemem. Ama "Chow chow, chow chow, chow chow, chow chow" sözlerinin surekli tekrarlandığı bir şarkıyı da, benim dışımda, kimse yazmamıştı. Bu arkadaşa gönülden saygı duyuyorum. Bir sebebi olsa gerek. "Baby on board" gerzekliklerinden çok daha akıllıca bir gerzeklik. "

6 Haziran 2009 Cumartesi

Ne başlık yazsam beğenmedim.

Sabah sabah, efil efil, anane balkonunda çilekli reçel yenen yaz günlerine selam olsun. Yalınayak balkona çıkıldı diye tatlı tatlı popoya vurmalı, ayağa 5 numara büyük Ceyo terlik vermeli. Reçelin altına tereyağı sürmedim diye kızmalı. Kakaolu süt kenara itilip üç şekerle, afiyetle içilen çaylar. Anane sakarinle içerdi. Bak anane, şimdi çayı ben de sakarinle içiyorum, ha. TADI KALMADI ULAN, HİÇBİR ŞEYİN TADI KALMADI. Ben böyle söyleniyorsam, başkası da şöyle söyleniyor:

avasass
1991 yazıydı ank. polatlı da altımızda o zamanın en iyi yerli arabası kartal sl arabada pıoneer tesisat akşam üstü sis farlarını yakıp camları indirip başlardık piyasa yapmaya. sarkının girişteki basları çok süper vururdu bian gözümde canlandı duygulandım. şarkının nakarat kısmıydı arkayı attıraattıra dönerdim köşeyi sonra sarkıyı basa sararak ikici birinci vites gaz vermeden. ne arabaydı ne günlerdi..

(http://www.youtube.com/watch?v=Qp-2Hf5CjYI&feature=related adresinde bir yorum. )

Sen de haklısın be ağbicim. Şimdi en iyi yerli arabayı sattın, kimbilir neler aldın yerine, kaç defa değişti o Kartal SL. Mahallede onca tur attın ikinci birinci vites, gaz vermeden, ama sevdiğini alamadın. İlla ki geç kalmışsındır. Hep geç kalınır. Kural bu "ah vah edilen, pişmaniye hayatlar serisi"nde. O ukde, o hırsla bir gudubeti aldın, yaptın evinin hanımı. Ne kadınlık bilir, ne eşlik. Topuğunun altı kupkuru, yara gibi çatlak çatlak. Yemek yapsın, perde assın yeter. Artar bile. Nasılsa çoğu rahimden çocuk çıkıyor. Namın yürüyecek. Çığırtkan iki-üç çocuk da yap, evliliğin taçlansın. Sonra da Erdek'te eş dost yazlığına gidersin Tempra'nla. Vah, yazık olsun o Polatlı'daki en delikanlı zamanlara.

2 Haziran 2009 Salı

Close encounters of another country/Summer babe'iz ezelden!


Bir şekilde gözlemlemişim; ne zaman yabancı bir ülkeye adım atsam o ülkedeki ilk anım taksiye binmek ve o lüks taksilerde (Avrupa'daki taksilerde illa ki bir Merso çılgınlığı) yağmurlu havanın dövdüğü pencerenin arkasında kalan manzarayı, cheesy 80-90'lar hitleri çalan radyo istasyonları eşliğinde izlemek oluyor. Şarkı aralarında o ülkenin dili ve çevredeki tüm arabaların senin ülkendekine benzemesine rağmen plakaların farklı oluşu bir şekilde daha çok yabancı hissettirir sana. Bir anda adapte olursun turist mantığına. En çok da o radyolarda çalan şarkıların eskiliği ve benimsenmişliği insana babacan şekilde kucak açar. Evinde, aypodunda, bilgisayarında dinlemediğin şeylerle yabancı bir ortamda karşılaşmak seni bambaşka sulara götürür. Kafanı temizler. Düşünce sıranı değiştirir. Taksiden inilip kalınacak otel/eve girince de bir sabırsızlık, tatlı heyecan, çocuklukken yazlık yere varıncaki "hadi hemen denize girelim" hevesi ortaya çıkar, tüm yol yorgunlukları unutulur.
Bu noktada her yere aypodu kulağında giden insan modelinden varsa aranızda, ayrılalım. Neden, çünkü müziğini götürdüğün kadar değişmeye kapalısın sen, ARKADAŞ! Böyle cheesy hitler, seni alıştığın, ezbere bildiğin ruh hallerine götürmüyor, sana bayağı geliyor belki de, zaten tatil de böyle bir işe yaramaz mı? Tatil seni yeni ruh haline soksun istiyorsun da, malzeme belli. Yatırım yapmamışsın ki binana kat çıkasın. Mecbur elindeki arsayı değerlendireceksin. O zaman o dandik hitlerin belki senin kendi müziğinle keşfedemediğin bir köşeyi (en çok da nostaljiyi) tetiklemesine izin vereceksin. Nostaljiyi tetiklemezse, bir zamansızlık hissi tetikler. Hangi dönemde, nerede durduğunu unutturur adama. Böyle yersiz-yurtsuz-zamansızlıklar da her günkü kalıbından çıkarır işte.
'Yazla ilgili neleri özledim' mini listesi:
- Sabah uyanıp balkon kapısını açınca hem sıcak, hem rüzgarlı sabah havası ve fondaki lacivert denize giren çılgın turistler
- Otelin dandik sabah kahvaltısı ve zehir gibi çayına rağmen neşe ve o neşeyle hafif hüzün karışımı "bugün hariç kaç gün kaldı dönmemize" hesabı
- Erkenden atılmış havlu sebebiyle torpilli şezlong ve deniz çantasındaki kitaba/dergiye uzanış ve okuduğunu anlamadan, sabah kafasıyla beş sayfa kadar yalandan okumaya devam etmek
- Denize girmek ve buruşana kadar çıkmamak, çıkamamak, dala çıka baya bir gidip sonra dönmeye nefesinin kalmaması
- Deniz suyundan katır kuturlaşmış havlu üzerinde uzanırken bir yandan tuzlu tuzlu kokusunu içine çekmek
- Öğlenleri güneş altında beynini kaynatmasın diye tavla oynamak, kahve içerken uzaktan güneşlenenleri kesmek ve onların hal ve tavırlarındaki değişikliklere göre haklarında hikayeler uydurmak
- Kahve içilen yerde yukarı monte edilmiş ufak ekran TV'den yükselen Türkçe pop eşliğinde dedikodu yapmak ve bu dedikodularda hakkında konuşulan herkesin haksız, sadece bizim haklı çıkmamız
- Eğer karın açsa, denizden acıkılmışsa tatlı tatlı hamburger yemek ve yanında gazı kaçmış soğuk kola içmek
- Odada unutulan bir gözlük, bir kitap için geri dönüp, odadaki air conditionla karşılaşınca güneşten gerilmiş tenin sıcaklığından bunalmak
- Odadan çıkınca, dışardaki sıcaktan ekstra bunalmak ve cinnetlenmek
- Yemek yemiş göbüşle suya girmek
- Deniz yatağını gıcırdata gıcırdata, kendini ite ite üstüne yerleşmek
- Güneş sakinleştikçe ona doğru uzanmak ve şezlongu şemsiyeden ufak ufak çıkarmaya başlamak
- Akşam güneşinin altında bir bira içmek, bir patates yemek (ohh)
- Herkesin yavaş yavaş gitmesiyle ayaklanıp son kez denize girmek, bir süre çıkmamak
- Denizin içinde ne kadar da kendiliğinden askıda durduğunun neşesiyle öylece kendi nefesini dinlemek
- Odaya geri dönmek, bir gun daha bitti diye üzülmek merdivenleri tırmanırken
- Duşun altında ağzına giren suyun tuzlu olmadığını hatırlayıp şımarmak
- Duş çıkışı yanakların kızarması ve gerim gerim gerilmiş tene nemlendirici bocalamak
- Saçları güneş altında tarayarak kurutmak ve ıslakken güzel görünüyor diye kuruyup kabaracağını unutmak
- Üstüne ne giysen, yaz bronzluğu etkisiyle, güzel olması
- Akşam yemeği için yer beğenmeye çalışmak ve yöredeki 3-4 yeri döne döne gezmek, sonunda otele en yakın olanında karar kılmak
- Sakin sakin denizin tuzuna kontrast, tatlı diye bol yenen zeytinyağlı ağırlıklı akşam yemeği ve üstüne Türk kahvesi
- Bir bara gidip içki içmek, içki içmek için bile çok neşeli olunduğundan ya hiç, ya çok içmek
- Odaya dönüp tertemiz, beyaz, serin çarşaflara, sızlayan omuzlarını koymak
- Uyumadan önce cırcır böceklerinin sesi, açık ayakkabıların vurduğu/kestiği topuk veyahut serçe parmak bölgesinin sızlaması
Evet.

Bu


ağaçların fotoğraflarını çektim bir sürü. Hepsi çok etkileyici geldi. Aslında renkleri göreyim, belki suluboya yaparken açık-koyu renk yapraklara bakarım diye çekmiştim.
Stockholm södranın en hip caddelerinden birinde yürürken Oytun bir kilise gördü. "Yardıralım mı?" dedi. Yardırmak fiilini tam günlük hayattaki karşılığıyla anlayamıyorum, ben Türkiye'deyken çok kullanımda değildi galiba, kafamda oturtamamışım. Tolga Cumartesi-Pazarları mailde şarkı gönderip, açıklama olarak "yardır diskoyu" yazıyor mesela. Yardırdığımı tahmin ediyorum, yaklaşık anlamını "önce hüplet, sonra gümlet" falan gibi şeyettim.
6. sınıfta spor salonundayız bir gün. Hoca sınıfın basketbol takımından Oğuz'a bir hareket yaptırıyor. Herhalde beden dersleri sadece kızlardan voleybol, erkeklerden basketbol takımında olanlar için konuyor zaten. "Zihinsel yetenekleri yok, bari bir derste de onlar yetenekli hissetsin, güzel bir bilezik olsun kollarında" hesabı.
Neyse, Oğuz bu hareketi yaparken gözünün akına kadar kızardı bir güzel. Onur da öteden "noldu canım, kasıldın di mi?" diye gülüyordu. Kasılmak kelimesini o şekilde hiç düşünmemiştim, daha günlük dilimize dolanmamıştı. Sonradan eski sevgilinin de bulunduğu ortama girilirken mesela, kasılınır. Sonra bir yalanımız yakalanınca kasılınır. Ama o zaman bu kelimeyi kullanacak kadar kasılmamışız bile hayatta. Anlayamamıştım. Aynı onun gibi. Yakında alışırım bu fiile de.
Ne diyordum, Oytun'la kiliseyi yardırmak için yaldır yaldır tırmandık. Kilisenin şahane bir bahçesi, şahane bir mezarlığı, yatmalık çimleri vardı. Polenler uçuşuyor, etraf rüya gibi, güpgüzel. Uzandık şöyle bir. Ertesi gün yine gittim oralara. Bu sefer yere sereceğim örtüme çantadaki tonbalıklı sandviçin sosu bulaşmış. Hafif ama. Uzandık. Yattığım yerden ağaç çektim.
Bunu da buraya koyayım, aklımda kalsın. Çünkü çok gurur duydum bu güzellikle. Fotoğrafını çektim diye, ben yaratmışımcasına.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Çirkeflerde inecek var!

Bu fotoğraf hiç içime sinmedi. Ondan şunu yüklüyorum, bilgisayarımla sabahları yaşadığım aşkı, o otomatik, gözümü açmadan başına oturmaları çok güzel özetliyor. Geçtiğimiz Ocak ayından bir enstantane.

Bugünkü şeyimde ne denli çirkef bir insan olduğumu çeşitli örnekler üzerinden anlatacağım. Öncelikle sözlerime ANAN ÖLSÜN HP PAVILION diyerek başlamak istiyorum. Burası az sonra sikayetvar.com'a bağlayacak.

Bundan 1.5 sene önce "Stockholm'de derslere herkeş laptop getiriyormuş" külli yalanı yüzünden gelmeme üç gün kala bir HP aldık. Vatan Bilgisayar'dan. Ayrıca da dükkan kapanmadan 15 dakika önce. Önce şu konuda anlaşalım: Bilgisayardan çok anlamasam da, bilgisayardan anlamayan kız modeline ölümüne illetim. O derece anlamamaya, bir hayat görüşü olarak karşıyım. Anlamamanın da dereceleri var çünkü. Bu tip ölümüne anlamama hali biraz yapmacık, biraz "erkeğimin geyşası olayım, teknoloji erkek işi" kızlara layık. Bu derece nefret ettiğim, hem de bu modelle bağlantılı bir diğer kız modeli de sevgilisiyle beraber maça giden, forma giyen, eğer deplasman maçıysa, maçın izlendiği Havelka model kafelerde "ay aşkıoooooom, şimdi ofsayt mı oldu aşkııooom, gol aşkuooommm, goooaaalllll" diye inleyen kız modelidir. ANLAMAN GEREKMEYEN ŞEYİ NASIL DA ANLIYORSUN İŞİNE GELİNCE, ALLAHSIZ. Bu türün en önemli özelliği her maçta ofsayt ve penaltının iki dakikada bir tekrar tekrar öğretilmesine rağmen, yeni konuşmaya başladığı yabancı dili gibi gördüğü futbol terimlerine hayran vaziyette, masanın üzerine doğru ilgili gözlerle uzanmış sevgilisinin sol omuzuna tek kolunu dayayıp "ha aşkoooom" dürtmeleriyle zırvalamalarına feedback beklemesidir. İşte, bu futbol meraklısı, bu formagiller kız modeli ne zaman bilgisayar karşısına geçse bir o kadar eblektir. Ne mutlu ki bilgisayarı kapatmayı açmayı ve Facebook'a sol üstten kendi çektiği fotoğraflarını yerleştirmeyi çok güzel becerirler. Bir diğer becerdikleri bilgisayar aktivitesi de MSN ikonu koleksiyonu yapmak ve her çet penceresini Fox Kids'e çevirmektir. Günlük vokabülerleri 25 kelimeden ibaret olduğundan ve her kelimeye/bazen heceye bir ikon denk düştüğünden ve her nasılsa bu tür bir ill communication onları hiç rahatsız etmediğinden... Ay... Beynim başım ağrıdı. Burda kalsın bu cümle yarım yarım.

Yine aldım lafı, dünya turuna çıktım.

Diyeceğim odur ki; bizim evin erkeği annem. Ben de bizim evin kadınıyım. Fakat öyle her ampul yandığında içeriye "Haluuuuuk, gelseneaa" diye bağıramam. Anneme kıyamam. Annem olimpik düzeyde kas gerektiren işlere eğilirken (musluk tamiri, bir takım şeyleri eğme bükme, çakma), ben evin elektronikten sorumlu eşşekbaşısı olarak kanal ayarlarım, annemin sevdiği dizinin kanalını yavaş yavaş öne çekerim, belgesel izlediği başka kanalları ardarda dizerim, telefonun kablosunu Bonbon yediği zaman yeniden bağlarım. Bir de yakın erkek arkadaşlarımın (kanka demeye utanır bir yaşa geldik artık) sabırsızlığı ve bir düzeltip on kere kafama kakmalarından dolayı kendi bilgisayarımı formatlayıp, programlara krek arayacak, basit sorunları giderecek, gideremiyorsam adım adım forumlardan okuyup uygulayacak düzeye geldim, kendimce silikon vadileştim. En son da lise sona geldiğim sıralarda websitesi yapmak için bir program gösterdiler (Dreamweaver), onla bir kaç adet site yaptım kendimce. Bugünkü bloglar o gün olsaydı, TÖBE, elimi bile sürmezdim. Sadece yazdıkça yazardım.

Şimdi o "best buy" diye apar topar alınmış ALLAHBELANIVERSİNEYÇPİ isimli bilgisayarı aldığım döneme geri dönelim. Kalkıp birkaç güne Stockholm'e geldim, yerleştim, okul başladı falan. Çat dedi, benim DVD okuyucu bozulmaz mı? E, ben PC'de ne varsa DVD'leyip getirmişim buraya. Müzik, fotoğraf, kültür, sanat. Ben bir cinlenmez miyim?

Önce Vatan Bilgisayar isimli insanı aradım. HP teknik servisi kapsamında garantili ürünümden uzun uzun bahsettik. Beni Stockholm HP teknik servisine yönlendirdiler. Ki buradan hepsine uçan kafalarımı gönderiyorum. Sonra Stockholm HP'deki arkadaşlarla muhatap olmaya başladım. Telefonda tüm yaptırımvari sesimle (hukuk fakültesinde bunu öğretmiyorlar, bu sistemimle beraber bedava geliyor) konuştum da anca öyle akşamına gelip bilgisayarı kapımdan aldılar.

Haaaa, şimdi diyorsun ki "vay ülkeye bak, ayağından alıyor". Ayağımdan aldılar ama ayaklarına top da ettiler, naber?

Sonra aradan günler geçti. Bu arada ben gariban gibi okuldaki bilgisayarlarda, İsveççe linuxlerde veyahut vindos 98lerde işimi görmeye, paperlarımı yazmaya çalışıyorum. Bilgisayar bir türlü geri gelmiyor. Bir ay oldu, adamlar bir-iki hafta dedikleri tamiri bir türlü yapmadılar. Mail attık, aradık, konuştuk. Bir de öğrendik ki, bir ay itibariyle önümde daha 34364657544654643534624 tane bilgisayar varmış. Tabii ben sinirden zafiyet geçirip yataklara düştüm. O zaman işte, içimdeki yeşil dev uyandı. Hiç unutmuyorum, o gün yine kütüphanede yanımdaki bilgisayarı kullanan kıza bir dökümanla ilgili bir şey soruyorum, bir güzel tepem attı. Kütüphanenin orta derecede sessiz bir bölümünden İsveç HP teknik servisi aradım. Telefonda yaklaşık bir saat bekletilmenin ardından çıkan ilk adama "banabak bana sen, ULAN 1 saatte kontörlerimi yediniz ULAN, ben sizi beklemek zorunda mıyım, yeter be. Şimdi kapatıyorum ben, kontörüm kalmadı, bir daha sırayla uğraşamam, hadi şimdi numaramı yaz bakayım bir yere, beş dakika içinde beni geri arayacaksın" şeklinde brutal vokal yaptım. Bir dakika içinde telefon çalmaya başladı. Açtığım gibi aynı serto havalara devam ettim tabi. "Bana müdürünü bağla" Türklüğünü de yapmaktan geri durmadım.

Yeni bağlandığım adama da laptopla gelmişimi geçmişimi hızlandırılmış bir tarih şeridi şeklinde sundum. Hepsi bir saat kadar sürdü. En sonunda databaseden kontrol edip tamirin bittiğini, yarın yola çıkacağını söyledi. Bu sefer de özel kargo istediğimi, İsveç Ulusal Posta Ağı'na ve İsveçli olan hiçbir şeye de artık zerre güvenim kalmadığını söyledim. Böylece özel posta servisiyle ilgili münakaşa etmeye başladık. En sonuda "o zaman şu anda nerede olduğunu söyleyin bana, oradaki yetkilileri özel kargoyla ilgili ikna edeyim" dedim. O da "ben o konuya bakmıyorum ki, başka departmanın işi" diye savuşturdu. Ben de o zaman o işlere bakan departmanı arayıp sorup öğrenmesini istedim. "Ben şimdi kontör almaya çıkıyorum, beş dakika içinde geri arıycam, bana özel hattınızın numarasını şeyetsene" dedim. O da "öyle direktoman bağlanabileceğin numarayı veremem" dedi. Ben de "o zaman cebini ver de arayayım" dedim. Seviyeyi iyice düşürdüm. O da "rahatsız bir durum olacak, özel hattımı veremem aa, falan filan" diye geveledi. Ben de "ULAN" dedim, aynen böyle, "ULAN siz benim makinayı 1.5 aydır elinizde tutuyosunuz, ben bundan rahat mıyım ya" dedim bir güzel. Numaramı verdim. Sinir içinde telefonu kapatıp, tekrar çalmaya başlamasını bekledim. Çaldı hakikaten bir kaç dakika içinde. Telefonu açtım. "Sizin alet çıkmış ki yola, yarın öğlen evde olacak" demez mi? Bir de bana tracking number vermez mi? Dünyalar benim oldu tabi. Yine de sertliği hemen elden bırakmadım.
Ertesi gün gelen kargocu çocuğu zorla eve soktuğumu, "iş tanımıma girmiyor, lütfen ısrar etmeyin, böyle bir yetkim yok" dediği halde bilgisayarın çalışıp çalışmadığını o önümde çamurlu botlarıyla beklerken koridor zemininde test ettiğimi, "yoksa seni şahit göstericem" diye tutturduğumu uzun uzun anlatacaktım uzun uzun, ama hevesim kaçtı. Neden diyorsan, şu an bu satırları dizüstü minifırın HP'mle yazıyorum da ondan canım. Dizlerim, baldırlarım komple yandı, tutuştum da ondan.