30 Nisan 2009 Perşembe

Fleyvır


Vaktinde Kapalıçarşı'nın, Kuyumcular Mahallesi/Sitesi'nin, Kadıköy'de Altıyol'a varana kadar süregiden Gelinlikçiler'le yarışan tüm altıncıların altın rezervini boynunda taşıyan bir eleman vardı A Takımı'nda. Savaş Ay henüz takımın hepsini indirip, isim hakkını lüpletmemişti. İşte o Mr T. ite dönmüş, para için Ziya Kürküt gibi telemarket reklamlarında abartı mimiklerle her biri dünyayı kurtaracak icatmışcasına lanse edilen kıytırık mallar satarak ekmeğini kazanıyor artık. Altınlar nerde, bilmiyorum. Belki o zor günlerde ekmeğine katık edip yedi.
Takımdan kankası purolu elemanın Breakfast At Tiffany's'teki Paul Varjak olmasından bahsetmiyorum bile. Burada Harun Kolçak'tan Yıllar Yıllar isimli şarkıyı girelim: Yıllar yıllaaaaar/Saçıma gümüş teller/Elime solan güller/Yüzüme derin izler çizdiniz.

29 Nisan 2009 Çarşamba

Japon işi

Renkler kendinden şey. Fotoşopa banmadan. Böylesine çılgın bir lens bu ufak olan yahu.

Steamed beef dumplings denen olayın hastasıydım. Çin mamülü sanıyorum tabii. Gidiyorum Çin lokantalarında menülere bakıyorum, YOK! YOK! YOK! "Ya tutarsa?" deyip kuru sıkı Japon restoranlarının pahalı kapılarına asılı menülere bakıyorum, YOK! YOK! YOK! "Zıkkımın kökü" dedim en son. Vıcır vıcır, kaygan, koca bir mantı löpü için bu kadar zahmete değmez. Derken, marketin hazır yemek seksiyonundaki şu önermeyle kendimden geçtim: Hazır dumpling. Hemi de dumplingde damping vardı. Aldık, geldik, yaptık evde nitekim. Yarım desilitre suya üç kaşık yağ atıp içinde kızartın diyor. Tamam ama yarım desilitre? Bilemedik. Biz de kaffamıza göre yarım New York kupası (=çay bardağı) suyla yaka kavura pişirdik. Üzerine de noodle yedik. Soya soslu. Her gün gariban gibi kıymalı ev yemeği olmasın, azıcık çeşit gelsin dünyamıza diye. Ama şu olay dikkatimi çekiyor: Bir yemek ne kadar kaygansa o kadar az tok tutuyor. Psikolojik olarak kolay yutunca içine sinmiyor (literally) herhalde. Bir buçuk saat içinde acıktık vallahi.

26 Nisan 2009 Pazar

Başka yerde arama, homesicklerdeyim.

Geri geldim. İsveçlerdeyim. Gönül olarak da homesicklerdeyim.
Garibanam'ı arkamda bıraktım, Havaş midibüsüne binerken camdan karşılıklı ağlaştık. Fevkalade karışık hisler içindeyim.
İstanbul'a yabancılaşmanın konforunu yaşadım 7 gün boyunca. Bir buçuk gün haricinde vaktim olmadı ki halka karışayım, yürüyeyim, Moda'da banka oturup denizi izleyeyim, uyku tutmadı diye gece perdenin arkasından ışığı yanan apartmanları seyredeyim, bir sigara yakayım. Eski günlükleri okuyup "hepsi geride kalıyor da, insanı yeni gelenlere hiçbir şey hazırlayamıyor" diyeyim, annemle karşılıklı çemkirmelerimize bozuk atıp döneceğime sevineyim. Evin oradaki dondurmacıda 5 top sipariş edip çorbaya dönünce kaşık kaşık içeyim. Başımı uzatıp geri çekmişcesine bir hızda bitti gitti işte.
Poponuzla gülmezseniz bir şey söyleyeceğim ricanızla; annemin yanında evin küçük kızı değilmişim artık. Geçip gitmiş. O günler geçmiş, basitçe. Bu kadar basitçe gitmiş. Başka biri olmuşum o evin içinde. O ev başkalaşmış, annemleşmiş. Ortak bir yaşam alanından, bireysel bir mabede dönüşmüş. Her yerde taklarım kurulmuş, posterlerim asılmış. Kızı bırakıp da yurtdışına giden yalnız bir kadının evi olmuş. Vaktinde çok süslü diye, çok pullu diye, çok eskimoda diye varlığına katlanamadığım ev dekorasyon öğelerinin işgali gerçekleşmiş. Artık o evin cumhurreisi annem diye.
Geldim falan işte. Stockholm normal. Ona en yakışan sıfat bu. Gayet normal. Duruyor öyle. Gidip gelene kadar evin yanına yeni binalar yapılmamış, kuruyemişçinin yerine kurutemizleme açılmamış. Yeni bir moda gelmemiş, kızlar birden bir örnek o modaya uygun giyinmeye başlamamış. Cahil cesareti, cahil sevinci, umudu yok burada. Herkes, her şeyi biliyor diye eli ayağı bağlılık hali hüküm sürer. Kimse kendi hadsizliğiyle, kendini bilmezlikle olmadık bir şey yapmaz. Herkes yapılması gerekeni hisseder de uyar. Başkaldırışları bile arabesk değildir. Başkaldırışları bile moda dergi sayfası işidir. Biri yün çorabın altına topuklu ayakkabı giyiyorsa, kapıcının karısı değildir. Yeni moda odur. Biri şalvar giyiyorsa, böyle oryantal şeyler moda diyedir, hanzo kıro diye değildir. Biri içiyorsa sıkıntıdan, başka yapacak iş olmadığındandır. "Haftasonu geldi, iş yeri gri atmosferinden kopma vaktidir" sevinciyle değil.
Neyse.
İstanbul'da neredeyse her gece yatmadan önce "Yemekteyiz" seyrettim. Modası geçmiş, Reytinghamdileşmiş bir espiri gibiydi. O kadar köşe yazarı yeni konu bulmuş olmanın sevinciyle parça pinçik edene kadar irdelemeden, Ekim ziyaretimde kendisini keşfetmiş, ilk bölümü dizi sanarak izlemiştim. İyi ki o zaman izlemişim de başka gözlerden her türlü dinlemiş olmamışım.
Handeyner yeni albüm çıkarmış. Yine kızı şopar etmişler gey kardeşler. I kissed a girl and I liked it isimli kıza benzetmişler. Saçını boyamışlar, korseler giydirmişler. Yine kuaförde saç boyatırken Günaydın ekinden okudum ki; saatlerce dans dersi almış. Kaçtır kliplerinde Zombi/yaşayan ölülerin dönüşü kesik kesik dansları yapıyor, bir defa ahenkli dansettiğini görmedim. Bir de "artık değiştirdim, rotamı kırdım, bambaşka sulardayım" buyuruyor ya, sigara dumanından boğulmalı, kalın enseli Merso'lu abilerin el havada, ters selam verir gibi "sana kırmızı çok yakışıyor/acemi balık gibi ağlara dolanıp" dansları ettiği yerlerde bu modernliğini sergilemesine hastayım. Ablacım, kitlen değişmedi mi senin? Babylon daha kapısını açmadı mı sana? Azıcık entellektüel görünemedin ki koko çekmekten, yüz kilometre geriden Dünya popüler müziği takip etmekten. Yanındaki hıyarları birbirine monte etsen (birinin pipisi diğerinin poposuna), kendi goygoy müziğine geri dönsen.
Okanbaybaybaymacaülgen'e çıktı bir de bu abla. Sahnelerden birine İstikbal Mobilya bir yatak kurdurmuş. ULAN, azcık artiz bişey yapsaydınız ya, sünnet düğünü salonuna çevirmişsiniz ortalığı. On santimlik topuklu ayakkabılarıyla zombi dansı yaparak yatağın üzerine çıktı ve gençleri seksten komple soğuttu bu insan: Pirinç yatak başlarına tutunup erotik das yaptı.
Sonracığıma Bora Uzer, böcekadam GüvenErkinErkal'ın sarışın cüce bir kızla yaptığı programa çıktı. Atatürk yalaklığı yaptı. CHP kadınkollarına bağladık bir anlık. Sonra canlı şarkı okudu, beğendim.
Seda Sayan hiç izleyemedim. Denk gelmemişim saatine galiba. Petek Dinçöz gördüm ama. Komik bir kahkul kestirmişti. Hani bu kızı modern sosyetiklerden biri giydiriyordu yahu? Çingen mahallesine dönmüştü yine.
Uçakta başıma ne gelsin? Sen tut, yanıma İsveç'te eşibenzeri olmayan, hayatımda bir metroda, otobüste görmediğim kadar iğrenç ter kokan bir deli adam oturmasın mı? Sol gözle kitaptan fırsat buldukça kesiyorum adamı. T-shirt, polar üstü kalın bir hışırtılı yelek giymiş. Gözlüğünü cebine koymak için kolunu dirsekten kaldırıp bükünce dünyam durdu adeta. Diyorum, yahu bu ne biçim İsveçli? Çiçek gibi herkes. Gençkızlar, gençoğlanlar arkama önüme oturdu bak, onca hormona rağmen hepsi misk-i amber. Bu adam baca gibi, leş koku yayıyor. Elinde bir Tansaş poşeti, içinde Sabah gazetesine sarılmış bir paket. İçinden börek ve muz çıkardı, benim salamlı sandviçimle koku atışmalı yedik karşılıklı. Sonra önünde duran suyundan bir yudum aldı, şişeye baktım; Milas Belediyesi. ULAN, şansımı öpeyim dedim. Böyle Kaçık Profesör, Emektar Arkeolog tip gelmiş, Milas-İstanbul aktarmalı Stockholm'e dönüyor. Elleri, yüzü güneş altı kazılardan esmerleşmiş. Başından çıkarmadığı kasketinde dalga dalga, ince, beyaz ter katmanları. İzohips haritalaşmış.
Yolculuğun kaçıncı dakikasıydı hatırlamıyorum, (bayılmışım) o polar çıktı. Yerini sunburst, taşlanmış mavi bir t-shirte bıraktı. Giderek cama yaslandım. O minik delikten içeri hava girdiğini ve burnuma temiz temiz yaklaştığını hayal ettim.

Falan filan. Sıkmayın canımı, ben biraz dışarı çıkıyorum.

23 Nisan 2009 Perşembe

23 Nissan

Şef Tali'yle Kayısı. Bildin mi fıkrayı?
ULAN, şerefsiz Nisan. Yağmur, rüzgar derken yine bot, yine kot giymeler. Efil efil diye sevinçle geldim buralara. Dönerayak hava yine rezalet. Yine bir 23 Nisan havası. Yine soket çorap giyemeyişin hüzünü taşıyan okul günleri. Karanlık külotluçorapların lanetinden kurtulduk derken her sene törene lacivert bacaklarla gitmeye hayıflanış. Halbuki bir beyaz kısa çorap giydik mi, mevsim dönüyordu sanki. En büyük heves. Ayakkabılar da ona göre efil efil oluyordu, yürümek kolaylaşıyordu. Belki üste de paltoyu/mantoyu çıkarıp bir ince ceket. Belki sadece hırka. Ama 23 Nisan'da değil. 23 Nisan'da zorla başımızdan bastırılıp kışa adapte edilirdik, son bir çabayla.

Annemi burada bırakmak da bambaşka bir burukluk. Şişti, büyüdü içimde özleyeceğim şeyler. Aman be.

Hadi size son posta İstanbul fotoları.

19 Nisan 2009 Pazar

Tolgassimo

Hep başkalarının resmini mi koyacaktım? Af buyur? ("Resim değil, fotoğraf." Öyle diyorlar fotokritikte. Çok biliyorsun sanki. Bok biliyorsun. )
Al sana mis gibi Elmira sote. Bunlar da Tolga'nın makınasından görünümler. Haydi, kalın sağlıcakla.

Ananemin doğumgünü falan

İstanbul'a gelince sevindiğim şeylerden biri, burada kedim olduğunu hatırlamam, görmem, dokunmam, ufak ağırlığını kaldırmam oldu. Bonbon aklımdan tamamen çıkmıştı. Siyahlı tekirli bu ufacık kediyi görünce bir yandan asabım bozuldu. Hemen alıp, İsveç'teki hayatıma monte etmek istedim. Ama maalesef 3 kiloluk kendisi, İstanbul'da kalması gereken güzelliklerden bir tanesi. Tüm ufakkafalılığı, tüm yemekçalmacılığı ve tüm pofur tüyleriyle karşınızda Bonbon şöleni.
Ayağımın tozuyla mutfakta annemle pasta yaptık. Annem, Speedy Gonzales gibi oradan oraya koşturuyor, kremaları çırpıyor, meyveleri yıkıyor, renklendirici tozları başka kaplara dolduruyordu. Mutfağını da askeri üssü bellemiş, içinden çıkaramıyoruz. Kırmızı/pembe kremaları ben sıktım, ananeme helezonik desenli muhteşem bir çileksiz pasta yaptık. Çünkü İstanbul'un çilekleri oflayn vaziyetteydi.
Bu da o pastanın TA KENDİSİ. Kenarındaki kremaların düzensiz desenlerinden anlıyoruz ki, şairin burada kafası bozulmuş ve krema sıkacağına seslenmiş.
Ekstraordiner doğumgünü fotoğrafçılığımda aile fertlerimi inci gibi yanyana dizip fotoğraflamadım. Aksine, doğalarında uzaktan gözlemde bulundum. Berkay, pastayı lüpletirken. Manitası Aslı uzaktan tüm zerafetiyle ayılığına gülüyor.
Out of focus hayatlar. Makina elimde gezince, bir fotoğrafım olmadı koskoca doğumgününden. Eniştem "gelin sizi çekeyim" dedi, verdim eline. Tabi tam olması gereken yere, arkamızdaki dolabın kulbuna odaklayınca ananemle rüya misali buğulu kalmışız. Anane-torun buğulama.
Ananem bir yaşına daha girdi. Fuşya beyaz, çılgın bir pastayla. Ve malesef ki yürüteciyle. Mumları üflerken hepimiz için iyi şeyler, kendi için de sağlık diledi. Hepimiz de mumu üflemediğimiz halde, en çok ona sağlık diledik. En azından bir sonraki doğumgününü de ayakta görebilmesini diledik. Annem diyor ki "tüh, bir mumu unutmuşum". Yaş tahminini siz seyircilerin takdirine bırakıyorum.
Sonra doğumgününden ayrılıp, Karaköy'e doğru vapura bindim. İstanbul hatırası kartpostal fotoğrafçısı boktanlığına girmemek için fotoğraf makinasıyla vapuru tavaf etmedim. Instead, pozun bana gelmesini bekledim. Gelmedi. Ben de akşam güneşinin hüzünlü vuruşunu ve üzerinde düşüncelere dalıp, kaybolmuş insanlar taşıyan lacivert derili vapur koltuklarını çektim. Ne zaman vapurun güneş almayan tarafına otursam, çevremi bu karanlıkta algılıyorum. Neden fotoğraf uğruna ışığımın yönünü değiştireyim ki, dedim kendi kendime. Tanımadığım insanların yüzünü çeksem ne olacak. Soru değil, ondan soru işareti yok.
Tolga'nın bu Alien Workshop hırkası ben kendimi bildim bileli bol sigara dumanlı ve terle beraber bira dökmeli gecelerin vazgeçilmez kostümü olmuştur.
ÇOK GÜZELSİNİZ, ULAN! Bir karbon kopyanızı Stockholm'e götürsem de altıma işeyene kadar gülsem yine.
Ayş ayş beybi.
Karılı kocalı bol bol fotoğraflarını çekmişim ben bu insanların.
Fotoğraftaki Barış. Gizli bahçe'de biralı-danslı akşamın sonunda incebelliden çayını yudumluyor. Yudumlamak üzereyken.
Utku kahve içti. Alter misin ağbeaaa.
Şunları yollayayım da, arkasından geceyi Tolga'nın makinasından bir görelim mi, ne dersiniz?

16 Nisan 2009 Perşembe

İstanbul koca bir taş gibi

çöktü başıma. Bir saat içinde ikinci ağrı kesicimi aldım başımın ağrısı için.
Ne zaman Stockholm'ü terkedeceğim gün yaklaşsa nafile bir "hay bin kunduz" hissine bürünüyorum. Romantizm kenarda duruyor, İstanbul'un ne kadar kaotik bir şey ifade ettiğini düşünüp düşünüp daralıyorum. O kadar gün heves etmelerim, yerini kalp sıkışmasına bırakıyor. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti gibi, kimsenin bağımsızlığımı kabul etmediği bir statüye dönecekmişcesine çaresiz hissediyorum.
Hele bir gidelim de, oradan canlı bağlantı yaparım ben size.

12 Nisan 2009 Pazar

Arkitektur museet

Bugün Oytun'la sıcak havadan istifade etmek maksatlı Arkitektur (R-she-tech-ture) Museet'e gittik. Aylardır kimin yanında dursam onun beynini yiyordum bu müzenin hatrına. 5o kronu basıp, kerametini gördük (ben basmadım, though).
Önce trende sözleştik. O trene binmeden az önce, tren camına yapıştırılmış işbu stickerları çok beğendim. Müzenin gift shop'ı adeta mıknatıslıydı ve ben adeta demirdendim. Direnemedim. Yapışıp durdum. En küçük yastık şeklindeki vespalı anahtarlığı mıncıklarken, durumun vehametini farkettim. Sonra içeriye girdik. İçerde böyle havalı mavalı mimari tasarımlar-modeller vardı. Zaten müzenin adına yaraşır şekilde, başka da bir şey yoktu. Mimar olmadığımdan çok bir şey anlamadım. Ama estetik kaygılar adına zaten oradaydım. Ya bir şey olsaydı da kaçırsaydım? Daha mı iyi olacaktı? Bu sorularla vakit kaybedemezdim. Bir sonraki fotoğrafa ilerleyelim.
Gözlerim dönmüşcesine fotoğrafını çektiğim modellerden bu tanesinde de, tabeladaki K harfi yere düşmüş ve bu yüzden dükkanın üstünde sadece onsum yazıyor. Ne yazık. K'nın dramı.
Beyaz adamın orman katli. Literally.
Bunlar böyle duruyor. Çekince gerçek gibi oluyor. Çok güzel ağbeaa.
Müzenin içinden artist şeyler. Maddenin dört hali (ŞAKA ŞAKA).
Buna laf yok.
Şimdi düşününce müze de aslen tek odadan ibaret bir hangar gibiydi. Pek çok model, fotoğraf ve malzeme vardı. Mimar gençler grup halinde gelip her köşeyi inceliyorlardı ve bu durum cehaletimizi daha pekiştiriyordu. Onlar yapılarda izolasyon için kullanılan tiftikleri parmaklarken ben boş işlerle uğraşmaktaydım.
En sevdiğim bölüm, tuvaletlerin yanına iliştirilmiş çocuk tasarımları bölümüydü. Burada sadece bir örneğini sergilediğim ayakabı kutularının içine yapılmış tasarımlarıyla çocuklar kalbimi fethettiler. Şu tasarımı yapan arkadaş misal, mimarlıkta "bir lokma, bir hırka" veyahut "azıcık aşım, ağrısız başım" ekolünü en güzel yansıtan arkadaş. Boş yere salınan kırmızı perdeleri, onları savuran rüzgarın asli hedefi yandurandramatiklambayı hiç söylemiyorum bile. Mavi bir merdiven evin içinde, bilinmeyen bir noktaya doğru çıkyor. Beyaz duvara elle çizilmiş bir kapı, hiçbiryere açılıyor. Bu arkadaşı psikanaliz için Rana'ya havale ediyorum.
Budaben.

11 Nisan 2009 Cumartesi

Can't you spring like I do?

Bu köşe Serhan köşesi. Kosher Serhan. Burası karşıdan seyreylediğimiz lunapark. Buraya daha gidilmedi, rollercoast edilmedi.
Güneşlenirken. Kemiğimiz ısınsın diye, yaşlı karılar gibi kendimizi güneşe çevirdik.

Bahar geldi; babet giydim, tek sıraya girdim.

Djurgården'e de gittik, Skeppsholmen'e de. Parkta yattık, yerde yattık, çimde yattık, kayada yattık, yüzüstü yattık, sırtüstü yattık, ayakkabıları çıkarıp yattık, şarapçı gibi montu altımıza koyup yattık. Bir sürü varyasyonda kafamızı dinledik. Oksijenden şiştik, adeta balon olduk. Sıcağı beynimize yedik, sütlaç olduk. Akşama doğru da bir battaniyenin altında, çay bahçesinde çay içtik, kanoya binen Almanları, deniz bisikletine binen Çinlileri, çeşit çeşit İspanyolları gördük.
Turist mevsimini de, içimizi de açtı Stockholm, biz de ona kıçımızı başımızı açıyoruz.

Azıcık aşım, ağrısız başım vallahi KARDEŞ. Alayına isyan, ölümüne İsveç.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Bir başka gün

Köfte yoğurmak için hem yürek, hem bilek gerekiyor. Üstteki fotoğraflarda bileğime kadar köfte çılgınlığına batmışken televizyona kaygılı bakışlar atıyorum. Annemden almışım bu özelliğimi, ciddi olunca üzülmüş gibi bakarım.
Ne kadar "annem olmayacağım derken, tam da ona dönüştüm" hezeyanlı kadın köşe yazarı okudum, çöp film/dizi repliği duydum, bilinmez. Yine de söyleyeyim; annem gibi olmayacağım dediğim yılların ardından içimde bir düğmeye basılmışcasına anneme dönüştüm. Spider Man'in simsiyah badili madili gezdiği bir film var ya, aynen öyle. Aniden, bir seferde farkettim. Kaçış yok, antikor yok. Senelerce ergen ergen kusur bulduğun her şeyin, gözüne insani ve kaçınılmaz göründüğü bir noktaya geliyorsun. "Ulan", diyorsun, "annem olmak kaçınılmazmış". "Ben olsam daha beter olurdum, annem kadar bile olamazdım." Tabi kendine palavra sıkan bir tip değilsen. Eğer hala "annem bişey bilmiyor ağğbeaa" triplerindeysen Pendik-Kadıköy hattı minibüslerine atlayıp Akmar'a, olmadı karşıda oturuyorsan Taksim'de Atlas Pasajına geçip yere otur arkadaşlarınla gelen geçene "bozuk paranız var mı ağbeaa, bira alıcaz" çek daha iyi.
Anneler daha iyi bildikleri için değil, senden önce tükendikleri için çıkış yolunu bulmuş oluyorlar bir şekilde. Eriye eriye. Onlar da batırmış, ben söyleyeyim. Ama sen doğana kadar veyahut sen daha yaşıtlarınla yüzme havuzunun dibinde şarkı söyleme yarışması yapıp ortakulak iltihabı kaptığın sıralarda bunlarla uğraştıklarından çoktan bilgelik çöküyor üstlerine. Benim annem evhamlıdır, o yüzden ağır ağır konuşan, bilge yaşlı kadın tripleri yoktur. Ama evhamını tel süzgeçten geçirince bilsen neler neler dökülür.
MR'da kemik incelmesi çıktı bende. Çoluk çocuk bile yapmadan daha. Karnımın içinde dururken oluk oluk ona kalsiyum bile akıtmadan daha. Ya, evet, çocuk yapmayı düşünüyorum. Gerçekçi olalım, herkes dünyaya bir benzerini getirmek, dölünü dünyaya saçmak için bir dönem çıldırıyor işte. Böyle bir şansın varken, ufak ufak tanrıyı yaşamak, höt dedim mi susan bir kopyanı kucaklamak istememek doğaya aykırı. Narsist varlıklarız, ben yokken de ben olmanın nöbetini birine teslim edicez bir şekil.
Onu diyordum, kemik incelmesi çıkmış, kıllı yünlü teşhisler konmuş. Canım sıkıldı. Türkiye'ye bir haftalığına gidiyorum. Hem anneannemin hastalık durumu ileri aşamasına geldiğinden, hem doktor ziyaret etmek için. Malum burada sosyaldevlet sayesinde kocakarı ilaçlarına mecbur kaldık.
"Bana doktor ayarlayıver" dedim anneme. Hatta ben evham yapmıyor diye kıllandım ilk başta, "üvey evlat mıyım ulan, neden üzülmüyor bu kadın" diye dertlendim. Sonra doktor ayarlama işinde hemen uyuşmazlıklarımız başladı. Annem uluyücebilgepahalı bir doktora gitmek istedi, ben de onların işi ticarete vurduğunu, ortayollu bir doktora gitmemiz gerektiğini söyledim. Sonra annem öyle dedi, ben böyle dedim, baktım yine didişiyoruz telefonda. Yahu, ömrümün yarısından fazlasını aile disfonksiyonumuza kimi zaman anneme anne rolünde, kimi zaman tek çocuk olma dertleri çekerek katılımda bulunmuş bir insanım, 27 yaşına gelmişim. Hala mı anne-ergen çatışması? Yok işte, hala o model. Bizde update olmuyor. Annem formatı çakamadı şu iletişimimize. Sürekli error veriyoruz. Dinlemiyor, hak vermiyor. Bir kere kendi düşünüp benim dediğimi mantıklı bulmuyor. Hep tepki. Yorulmuşum haliyle.
- Yahu beni neden dinlemiyorsun?
- Seni en güzel doktora götürüyorum işte, daha ne?
- Benim derdim o değil ki, ortayollu bir doktora gidelim işte!
- E ama en güzel doktora götürüyorum ne güzel.
- Yahu anne, ben sen kötü doktora götürüyorsun mu diyorum?
- Ama en güzel doktoru anca ayarladım işte.
- Anne sen beni hiç mi dinlemiyorsun?
- Hiç sana yaranılmıyor var ya Elmira!
- Yahu anne bana niye yaranamayasın, hele bir dinle, ben diyorum ki...
- Canım anca bir haftalık geliyorsun, orta yollu doktor gezecek vakit yok, tek bir doktora götürüp halletmemiz gerekiyor bu işi.
- HAAAAAA tamam o zaman.
Görüldüğü üzere yeterince inatla süzersem, arkasındaki mantık anlaşılabiliyor. Ben süzmezsem en iyi doktora götürüyorum, beğendiremiyorum/yahu anne benim derdim o değil, anlamıyor musun döngüsü sonsuzluğa uzanacak.
Karakterli annesiyle yanyana gelip de çatışmayan tek karakterli arkadaşım yok. Anlaşılan "olursa bir evde dü zen (iki kadın manasında), olmaz o evde düzen" lafı bir milyarıncı kere tekrarlanmayı hakediyor. Arada bir gerilim oluyor, birbirine karşı önyargı oluyor, "nasılsa beni böyle görüyor, ne yapsam kendimi anlatamıyorum bari hırçınlaşayım" diye iki taraf da kedi gibi geriliyor, sonra ilk lafta birbirine atlayıp kafa göz tırmıklıyor.
Annemin annesiyle ilişkisine bakınca görüyorum ki, annem 75 ben 52 yaşıma gelsek de bir şeyin değişeceği yok. Bizdeki çocuk yetiştirme yöntemlerini çocuk yetiştirmekten ziyade, çocuğu bağımlı kılması, zamanla eli kolu uzadıkça onları kesip, kendisinin hizmet etmeyi göze alması üzerine kurulu. Sonra da hizmet etmekten yorulma, ama bir yandan bu bağımlılığı yarattığı için hizmete devam etme ve evladına hırslanma, "ulan, ömrüm sana hizmet etmekle geçti" kırgınlığıyla, küskünlüğüyle salonda çıkarılan botlara illet olma ve şarlama şeklinde sürüp gidiyor.
Üzülsem de bu gerçeğin içine doğmuşuz. Annem beni otuz sene görmese, eve girdiğim otuzbirinci sene ayağıma çorap verecek, sen yapamazsın diye lavabonun kenarından itip bulaşıkları bildiği gibi yıkayacak. Peki ben kendi evladıma aynısını yapmayayım diye bu huyları lazer epilasyonla nerede temizleticem DNAmdan, size soruyorum. Özellikle Serhan'a, çünkü bir genetikçi olarak biliyor böyle şeyleri.

7 Nisan 2009 Salı

İki gün önce

neler yaptım ben sana anlatayım bak şimdi.
Uyandım, "Refik" adında bir hikaye yazdım. Hava çok güzeldi, dışarı çıkmaya heves ettim. Spor ayakkabılarımla dolaşmak fikri neşeden uçurduğu için evde döne döne, güle oynaya hazırlandım. Yeşil kısa şortumu bile giydim. Ama tüm trençkot ve havalı ceketlerim İstanbul'da kaldığı için üzerime hışır hışır siyah montumu giymek zorunda kaldım. Bu kıroluk bile canımı sıkmadı. Seke seke sokağa çıktım. Fotoğraf makinam ağır gelir diye yanıma almadım. Sonra çok üzüldüm bu duruma. Merkezden hangi tren geçerse ona binmeye karar verdim, o tren nereye gidiyorsa oradaki bir işimi halledeyim dedim. Tren Medis'e gitti, ben de içinde durdum. Medis'te inidp Götgatan üzerindeki dükkanları gezmeye başladım. Kendime bir şeyler aldım. Sonra Slussen durağına vardığımı farkettim. Trene binip, onun yapacağıma karar vermesini bekledim. Tren Hötorget'e gitti, ben de içinde durdum. Hötorget'te indim, yanlış çıkıştan çıktığım için Hurry Curry'deki garson kızın güzel dövme yaptırdığı dövmeciyi bulamadım. Diğer çıkışa yürümektense şehir kütüphanesinde kitap okurum dedim. Bir süre sonra dövmeciyi düşündüğümü farkedip başka bir çıkıştan yine metroya girdim. Bu sefer doğru yermiş diye dövmeciyi buldum. Ama korkup, dükkana bakmıyormuşcasına yaparak önünden pas geçtim. Tekrar metrodan çıktım. Yürümeye başladım. O sırada aylardır ilk defa Mango'yu gördüm. H&M ve yerli diğer markalar sayesinde köşeye itilmiş zavallı Mango'yu darlanarak gezdim. Çıkınca Gallerian'a mı uğrasam diye düşündüm. Bir baktım ayaklarım Sveavägen'den aşağı, kütüphaneye doğru gidiyor. O zaman trene bineyim bari dedim. Gidip yanlış trene bindim. Bir durak sonra inip doğru trene bindim. Bu arada bir kere daha yanlış trene binip, kalabalık diye ilk durakta inemediğim de oldu önceki saatlerde. Sonra Odenplan'a geldim. Kütüphaneye girdim. Kitabımı mahzenlerden çıkarttırdım. Köşedeki bekleme koltuklarında oturup okumaya başladım. Karnım acıktı. Çantamın dibinden bir limonlu, bir portakallı şeker buldum. Yedim. Bir ara Sergelstorg'da saçımın bozulup bozulmadığına bakmak için bir ayakkabıcıya girip aynada saçımı düzelttim. Trende Martin Eden okuyan boyacı bir adam gördüm. Gidip ne beğenmiyorsam onu denemeye söz verdim, H&M'de yırtık pırtık, metalci kot pantolonu deneyip kendi kendime güldüm. Saçları yeşil/sarı bir röfleyle sarartılmaya, İskandinavlaştırılmaya çalışılmış, Türkçesi bozuk Türk kızlarının arkasından metroya bindim. Vejetaryen restoranında manzaraya karşı öğrenci indirimli yemek yedim. Üstüne iki fincan tarçınlı çay içtim. Gün batımını izledim. Eve gelirken yanlış otobüse bindim. Bir kere daha binmek zorunda kaldım. Ve böyle şeyler.

4 Nisan 2009 Cumartesi

3 Nisan 2009 Cuma

İsveç milli marşı (Karşılaştırmalı edebiyat)

Geçen sene İsveç'e geldiğimde mağazalarda alışveriş esnasında bu goygoy şarkıyı duymaktan öğ gelmişti.

Bu sene de aynı şey şu şarkı için geçerli:

Siz İsveç'i safi komple karizmatik, entellektüel, indie sosuna banılmış, sarışın, alter, ErlendOyeGözlüklü, Topshop giyimli, manken bedenli kızlardan ibaret sandınız?
Gittiğimiz karizma konserlere de o modellerden gelmiyor, duyrulur. Gelenler çer çöp. Gördük kaç konserdir işte, verdik puanını. Koyu renk saçlı, basma elbiseler giymiş, waaayoverweight kızlar. Sarı gacılar da bu yukarda örneklendirdiğim kokocambo şarkılar fonunda sosyalleşecekleri ev partilerine gidiyorlar. Mor veyahut yeşil Systembolaget naylon poşetler dolusu biraları, takma kirpikleri, bebek yüzlerine yaptıkları düğün makyajlarıyla.